Öykü

Yaratıcıyla Konuşmak

“Yalnızlık nedir, bilir misin?”

“Bunu bilmeyen herhangi birinin olduğunu sanmıyorum. Varsa da çok şanslı olduğunu düşünürüm. Hepimiz hayatımızın bir noktasında yalnızlık çekeriz.”

“Öyle can sıkıntısından kendisini evine kapatmış, kafasını dinlemek için sessiz sakin odasında kendisini yatağına atmış birisinin yalnızlığından bahsetmiyorum. Ya da kimsenin onu sevmediği düşüncesine kapılıp kendi kabuğuna çekilen korkak yalnızlardan da. Ben, içinde bulunduğun ortam tek bir adım atamayacak kadar dolu olmasına rağmen tamamen yalnız hissettiğin o ruhsal boşluktan bahsediyorum.

“Evet… hiç kimsenin, hiçbir şeyin dolduramadığı o boşluk. O duyguyu biliyorsun değil mi? Tabii ki de biliyorsun. Bildiğini gayet iyi biliyorum.

“Yine de biraz bahsedeyim; iğrenç bir duygudur, tedavisi olmayan bir yaradır, ruhumuzdan kopan parçaların açtıkları boşluklardır.

“Bir kısım insan bu boşlukları doldurmayı dener; bu tamamen beyhude ve hatalı bir uğraştır. Bunu bir yapboz gibi düşünebilirsin; her bir insanın fiziksel dünyada olduğu gibi ruhsal dünyada da bir imzası sadece kendine özgü, eşsiz bir şekli vardır. Tamamen başkasına ait olan bir parça oraya kesinlikle tam anlamıyla uyum sağlamayacaktır. Ya fazla küçük gelecektir ve kalan boşlukları doldurmak için başka parçaların belirli kısımlarını kırpmak gerekir. Bu da kendi yaralarını sarmak için başka insanları yaralamak demektir ve kusursuz bir bencillik örneğidir. Cezalandırılmalıdır. Ya da bir diğer ihtimal parça oraya fazla büyük gelecektir. Bu durumda kendi ruhumuzu o parçanın yerleşebileceği şekilde kesip biçmeye, uygunsuz yollarla yeniden şekillendirmeye çalışırız. Sonunda ortaya yamuk yumuk kesilmiş biçimsiz bir kalıp ortaya çıkar ve parçayı oraya oturtmaya çalışırız. Bu durumda genelde bir süre parça doğru yerleşmiş, her şey yoluna girmiş ve ruhumuzdaki boşluğu doldurmuş gibi hissederiz. Bu geçici bir illüzyondur. Zaman içinde parça sürekli tam oturmadığı o yerden düşmeye ve biz de her seferinde onu geri -aslında ona ait olmayan- yerine sıkıştırmaya çalışırız. Eninde sonunda parça oraya ait olmadığını hisseder ve bir daha geri dönmemek üzere ellerimizden kayıp gider. Bizlere kalan tek şey ruhumuzu kanatarak açtığımız yeni yaralardan fazlası olmaz. İkinci yöntem kusursuz bir aptallık örneğidir. Kişi idam edilmeli ve dünyaya bir iyilik yapılmalıdır.”

“O zaman ne yapmamız gerekiyor, ruhumuzdaki boşluklarla birlikte yaşamayı öğrenmemiz mi lazım?”

“Deneyebilirsin. Başaramazsın. Söylemde kolay ama uygulamada imkânsız bir yöntem bu. Hiçbir insan o kadar zeki, bilinçli, saygılı, duyarlı değil. Hepsi de az önce sana bahsettiğim iki yöntemden birini tercih ediyor… İşte ben burada öyküye dahil oluyorum.”

“Üçüncü seçeneği sunuyorsun onlara… Güzel, en azından artık şirketinin adının nereden geldiğini anlamış oldum.”

“Bilinçaltına ulaşmayı hedefleyen eğlenceli ve birazda gizemli bir kelime oyunu sadece. Ben bu ismi kullanmıyorum.”

“Şahsen ben beğendim. Güzel bir tınısı var, kulağa da hoş geliyor. Sen neden sevmedin?”

“Çünkü senin aksine kulağa nasıl geldiğiyle ya da tınısıyla hiç ilgilenmiyorum. Ben nesnel gerçeklerle ilgileniyorum. Üçüncü seçenek ismi insanlara mucizevi bir şans daha veriyormuş hissini uyandırıyor. Üçüncü bir ihtimal… yanlış olan söylem işte bu. Eğer biz onlara seçebildikleri üçüncü bir seçenek veriyorsak demek ki hâlâ bizim seçeneğimizi beğenmedikleri takdirde seçebilecekleri iki seçenekleri daha var. Yani ‘Üçüncü Seçenek’ kalıbı az önce bahsettiğim uygulamaları meşrulaştıran bir görev görüyor ve ben buna kesinlikle karşıyım. Söylediğim gibi diğer iki ihtimal insanoğlunun bencillik ve aptallığının sonuçlarıdır, bir seçenek değillerdir.”

“O zaman en başında neden bu ismi kabul ettin?”

“Politika. Başarmak için yeterli bilgi ve inatçı kişiliğe sahiptim ama ne yazık ki maddi güçten yoksundum. Bir süre doğru stratejiyle hareket etmem gerekiyordu. Yeterli maddi gücü olan insanların doğru oranda egosunu beklemek ve sanki bu projenin bir parçasıymış gibi hissettirmem gerekiyordu.”

“Faturaları ödeyecek birine ihtiyacın vardı yani.”

“Bu kadar dar bir bakış açısına rağmen iyi hayatta kalmışsın. İhtiyacım olan tek şey bana yeterli zamanı sağlayacak insanlardı.”

“Pekâlâ ne zaman tüm kontrolü ele almaya karar verdin. Egon seni ne zaman ele geçirdi.”

“İnanmayabilirsin ama ben egoist bir insan değilim. Gerçekten zeki olan biri kendisine zeki dedi diye ona egoist diyebilir misin? Hayır, bu doğru olmaz. İlk sorunun cevabına gelirsek beni dinlemediğini düşünmeye başladım. Söylediklerim gayet anlaşılabilir değil mi?”

“Senin kadar zeki olmadığım için bizzat ağzından duymak istiyorum. O yüzden söyle.”

“En başından beri.”

“Şirketin ismini daha sonra neden değiştirmedin. Şu an oradaki en güçlü ve en yetkili kişi sensin.”

“Kesinlikle değiştireceğim. Sadece daha zamanı gelmedi.”

“Teşekkür ederim. Merak ettiğim bir şey daha var. Bizim kim olduğumuzu hiç merak etmiyor musun? Seni gecenin bir yarısı lüks evinden, ailen yanından tereyağından kıl çeker gibi sessizce aldık ve bir sorgu odasında gözlerini açtın. Hakkını vermem lazım ilk andan beri soğukkanlılığını korudun, bize direnmeden iş birliği yaptın. Bize karşı koyamayacak kadar çok mu korkuyorsun yoksa bir an önce sorgu bitsin de evime döneyim diye mi düşünüyorsun. Seni neden buraya getirdiğimizi bile sormadın. Şahsen korkak olduğunu düşünmüyorum, çünkü bu kadar zenginliğine rağmen evinde tek bir koruma bile yoktu.”

“Merak etmiyorum; çünkü cevabı biliyorum. Hakkımdaki bütün şikayetlerden ve beni yakın gözetimde tutan devletin gizli kuvvetlerinden ya da el altından yürütülen operasyonlardan haberdarım. Korumaya da ihtiyacım yok çünkü yeterince korumam var.”

“Neredeler?”

“Her yerde.”

“Ciddi olamazsın. İnançla ve yaratıcıyla ilgili bir metafor muydu yoksa bu? İnançlı biri olduğunu sanmıyorum.”

“Değilim. Sonuçta benimle aynı işi yapan birine tapmanın gereksiz olduğuna inanıyorum. Hem ben bazı yönlerden ondan daha iyi iş çıkarıyorum. Korumalar konusunda ciddiydim.”

“Pekâlâ korumaları boş ver. Kendini bir tanrı olarak mı görüyorsun… Klonlar yaptığın için! Bu saçmalık sen sadece var olmuş birini kopyalıyorsun… Zaten yaratılmış birini yani. Ama kendini eş olarak gördüğün yaratıcı onu sıfırdan yapıyor.”

“Ve hatalı yaratıyor ne yazık ki, ben onun kusurlarını da örtüyorum. Yaratıcı denilen varlığın en büyük gücü can vermektir öyle değil mi? O zaman soruyorum sana: Bizim sayemizde kaç insan sevdiğine tekrar kavuştu. Kaç ölümün üstesinden geldik. Önceden ölümden başka her derdin çaresi vardır derdik. Artık ölümün bile bir çaresi var: Benim! Ben can verenim. Yaşayan bireyli bir klonlamak mucizeyken ben ölü hücreli canlı bir şekilde klonlamayı başardım.”

“Bildiğim kadarıyla bunu tek başına yapmadın. Yanında bir ekip vardı.”

“Ben ne dersem onu yapan fiziksel iş kuvveti yalnızca onlar.”

“Evet. Her neyse. Ama görünüşe göre yaratıcının sadece can verme gücünü değil can alma gücüne de göz koymuşsun. Sonuçta burada bulunma sebebin verdiğin değil, aldığın canlar.”

“Bazen yapılması gereken şey en güzel şey olmuyor elbette. Yine de bu yüzden beni buraya kadar getirmenize gerek yoktu ben o sorunu hallettim.”

“Evet öldürttüğün o insanları klonlamışsın. Aileleri hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyorlar.”

“Fiziksel olarak bakıldığında zaten hiçbir şey olmadı. Sabah evden çıkan ve akşam eve geri dönen kişi aynıydı. İşin zihinsel tarafını da çözdük diyebilirim. Öyle ki bir klon ve orijinal kişiliği birbirinden ayırt etmek bile mümkün değil. Bu konuda o kadar başarılıyız ki buna klonlama değil, deri değiştirme bile diyebiliriz. Onları çok daha sağlıklı ve sağlam bir şekilde meydana getiriyoruz.”

“Sen… Bu… Bu nasıl bir yüzsüzlük… Buraya azmettirdiğin cinayetlerden ötürü getirildiğini söylüyorum ve bunları inkâr etme zahmetine bile girmiyorsun, hatta kabul etmek bir yana bunların haklılığına o kadar inanmışsın ki ciddi ciddi savunma yapıyorsun. Egon seni delirtti mi? Ya da… Ya da ne bileyim halkın ciddi bir bölümün sana duyduğu sevginin onlara verdiklerinin seni kurtarabileceğini mi düşünüyorsun.”

“Kurtulmak dediğin durum için onlara ihtiyacım yok ama evet bana engel olmanıza izin vermeyeceklerdir. Benim sayemde hiç kimseyi kaybetmemek zorunda olduklarını fark ettiler. Tekrardan kaybetmenin acısını yaşamak isteyeceklerini sanmıyorum.”

“Adalet ile ters düştüğü sürece çoğunluğun ne düşündüğü önemli değil.”

“Demokrasilerde adaleti çoğunluk sağlar.”

“Hayır. Böyle bir durumda sağlayamaz. Her neyse seninle daha fazla konuşmanın bir manası yok. Zaten işlediğin suçu inkâr da etmiyorsun o yüzden doğrudan gerekli işlemleri başlatacağız.”

“Bence acele bir karar veriyorsun. Sonuçları kötü olacak. Senden biraz daha mantıklı olmanı istemek zorundayım.”

“Bende adaleti tahsis etmek zorundayım.”

“Pekâlâ, sen bilirsin. Yine de pişman olacağını söylemek zorundayım. Olanların sorumluluğunun üstüme yıkılmasını istemem.”

“Son bir sorum var: Merak ediyorum, klon olduğundan bile haberi olmayan klonlar var ve bir gün bunlardan biri veya daha fazlası tüm olanları fark edip senin peşine düşer diye korkmuyor musun?”

“Korkmuyorum. Bu konuda Isaac Asimov’a teşekkür etmeliyim. Ondan ilham alarak Üç Klon yasasını hazırladım.”

“Neyi?”

“Üç klon yasası; bir: bir klon bana zarar veremez ya da zarar görmeme seyirci kalamaz, iki: klonlar birinci kuralla çelişmediği sürece benim emirlerime uymak zorundadır, üç: bir klon ilk iki kuralla çelişmediği sürece kendi varlığını korumak zorundadır.”

“Senin gerçekten sorunların var.”

“Hepimizin sorunları var. Ben başkaları gibi onlara ağlamak yerine çözümler üretiyorum.”

“Hapisteyken onlara istemediğin kadar çok çözüm üretebilirsin. Kalk gidiyoruz.”

Loş ışıkla aydınlatılmış sorgu odasının çelik kapısı kayarak açıldı. Dışarıdaki ışık içeri girebilmek için kapıdan duran adamın yanlarında süzülüp uzun gölgesi yere serdi. Adam içeri girmeden elini içeri uzattı. Avucunun içinde bir cihaz vardı. “Efendim sizinle görüşmek istiyorlar.” dedi adam

“Kim?”

“Önemli biri efendim. Yüksek mevkiden biri.”

Sorguyu yapan adam başka bir şey sormadan gidip telefonu eline aldı. Kulağına kaldırdı ve “Dinliyorum,” dedi. Sorgucunun telefonla konuştuğu süre boyunca söylediği ilk ve tek şey bu oldu. Bir, iki dakika kadar süren telefon görüşmesi sırasında diğerlerinin duydukları tek ses karşıdaki kişinin kendilerine anlamsız mırıltılar gibi gelen hızlı hızlı konuşmasıydı. Sorgucu cevap bile vermeden telefonu kapatıp kapıdaki adama geri verdi. Masanın başına gelip oturan adamın gözlerinin içine baktı. “Senin derhal serbest bırakılmanı istiyorlar.”

“Evet, tahmin ettim. Az önce sana pişman olacağını söylemiştim.”

“Evet, söylemiştin… Ama bir şeyler farklı hissettirdi; dürüst olayım yüksek mevkilere getirilmiş yanlış insanlar işimize ilk kez burunlarını sokmuyorlar. Aksine sandığından çok daha sık gerçekleşen bir olay bu… Ama bu sefer biraz farklıydı… şey gibi…”

“Ne gibi?”

“İkinci kanun gibiydi… klonlar birinci kuralla çelişmediği sürece benim emirlerime uymak zorundadır!”

“İlginç. Ne demek istediğinizi anladığını sanmıyorum. Pekâlâ artık gidebilir miyim?”

Sorgucu cevabını belindeki silahını çekip adama doğrultarak verdi. Aynı anda kapıda bekleyen adam silahını çekip sorgucuya nişan aldı. “Efendim lütfen silahınızı indirin. Kanunlara karşı geliyorsunuz!”

“Tek bir kez soracağım!” diye bağırdı sorgucu. Gözleri adama kitlenmiş, silahını alnına doğrultmuştu. “Yüksek mevkilerde klonların var mı?”

“Gerçekten mi? Bunu mu soracaktın? Bu kadar kolay olmasını beklemiyordum. Elbette var. Kendimi garantiye almanın en kesin yolu buydu. Böylece birilerinin beni engelleyebileceği korkusunu yaşamadan işime odaklanabildim.”

“Senin durdurulman lazım!” dedi sorgucu. Derin bir nefes aldı ve kapıda silahını kendisine doğrultmuş arkadaşını görmezden gelerek tetiğe uzandı.

Tetiğe basamadı. Parmağı emrini reddediyordu veya emir parmağına hiç ulaşmıyordu. Beyninin içinde o adamı vurmayı, canını tam o noktada almayı oldukça kesin bir şekilde hissediyor ve bunu yapmayı istiyor ama parmağını hareket ettiremiyordu. Kendisine beyni mi karşı geliyor, yoksa emir omurilik soğanından vücudunun kalanına ulaşmıyor muydu emin değildi. Bildiği tek şey bu emri vücudu uygulamak istemiyor, uygulamıyordu.

“Ah farklı derken ne demek istediğini şimdi anladım.” dedi adam. Koltuğundan kalkıp sorgucuya ve kapıdaki adama sinir bozucu gülümsemesini gönderdi. “Burada olanlarda birinci kanunu andırıyor gibi. Evet, gerçekten ne demek istediğinizi anladım.” Adam yüzündeki pis sırıtmayla yanlarından geçip başıyla onlara selam verdi. Odadan çıkarken kimse onu durdurmadı. Birkaç adım atıp arkasını döndü, adamlara bir şeyler söyleyip yürümeye devam etti. Binadan çıkarken de kimse onu durduramadı. Hiçbir şey olmamış gibi şirketindeki ofisine gitti ve kimse ona engel olmayı denemedi bile.

Selahattin Başboğa