Öykü

Çırak III – Usta

NOT: Bu öyküyü okumadan önce, kurguyu anlamanız adına ÇIRAK ve ÇIRAK II – HAPİSHANE adlı öyküleri okumanız son derece önem teşkil etmektedir.


Kader, beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı;

Elindeyse beyazdan, gel de sıyır beyazı!…1

Eser darmadağın, emek yüzüstü;

Toplayın eşyamı işim acele!2

 
Bu huzur verici malikânede geçirdiği üçüncü günün sonunda hala yanıtlanmamış yığınla soru vardı. Ne zaman sormaya yeltense ustası nasıl yapıyorsa hemen konuyu değiştiriyor yahut başka bir şey yapıyordu, sonuçta sorular yanıtsız kalıyordu. Oysa hiçbir şey sormadan sonsuza dek yaşayabileceğini düşünmüştü. Belli ki yanılmıştı küçük çırak, sonsuza dek yaşamak mümkün müydü?

Hapishanenin ürkütücü havasından kurtulup buraya geldiğinden beri eski haline dönmüş, çelimsiz ve hastalıklı duruşuna kavuşmuştu. Ama bu seferki çırak daha bilgeydi, farklı duygular tatmıştı. Büyümüş de küçülmüş, deyimini gerçek anlamda yaşamıştı. Unutamayacağı şeylere tanık olmuştu birkaç saat içinde veya birkaç dakikada. Kim bilebilir ki zamanın olmadığı bir yerde saati ve neden bilmek ister ki ihtiyacı olmadığı halde?

* * *

Üçüncü günün sabahında, mavi şatonun yeşil süs havuzundaki kurbağaları izlerken kızıl saçlı sultanı ve yardımcısı asil cüceyi düşünüyordu. Üç gün olmuştu ama ustasına hala soramamıştı onları. Bir anda aklına genç ustası onu kurtarmaya gelmeden önce gördüğü yaşlı adam geldi. Nasıl olmuştu da şimdiye kadar onu hiç düşünmemişti? Ustasına ne kadar da benziyordu! Belki de gerçekten ustasıydı. Peki, o zaman bu malikânenin sahibi kimdi? Bir hışımla doğruldu ve kubbeli binaya doğru yollandı. Merdivenleri çıkarken, söyleyeceği sözleri toparlamaya çalışıyordu. Odanın kapısını tıklatmadan, sert bir şekilde açtı. Kapı aniden açılınca kitapların arasına gömülmüş adam elindeki kahveyi önündeki cildi parlak, kâğıt kaplı, pahalı kitaba3 döktü. Sanki bunu bekliyormuş gibi de hiç kızmadı. Çırak, adama dikkatlice baktı: Hakikaten de ustasıydı karşısındaki.

“Soracağım sorulara cevap ver! Sen ustamsan neden daha gençsin?”

“Sakin ol evlat4. Bütün sorularına cevap bulacaksın, merak etme.”

“Geveleme de doğru düzgün cevap ver!”

“Senin aklın karışmış, bunları daha sonra konuşuruz. Şimdi yeri değil.”

“Hayır, tam ola…” gözkapakları ağırlaştı, uykusu geldi ve yavaşça uykuya daldı…

* * *

Uyandığında kendini yumuşacık yatağında, hiçbir şey hatırlamazken buldu. Odası evin çatı katındaki kubbenin içindeydi. Mavi kubbe ona açık havada uyuma hissi veriyordu ve köyünü hatırlatıyordu. İlk geldiği günden beri bu üç katlı evin her yerini dolaşmıştı ama bir tek bodrum katına gitmemişti ki zaten odunlarla dolu karanlık bir yere gitmesine gerek yoktu. Ama can sıkıntısı ona her şeyi yaptırıyordu, bir kurbağayı evcilleştirmeye çalışmak gibi. Genç ustası kitaplarla dolu odasından çıkmazken onunla yaşamanın ne anlamı vardı?

Yine böyle sıkıntı dolu bir gün bodruma inmeye karar verdi, belki kıyıda köşede kalmış eğlenceli bir eşyaya rastlarım diye. Lambası olmayan ve küf kokan, örümcek ağlarıyla mağara gibi bodruma indiğinde kokudan burnu sızladı, ama kısa sürede buna alıştı. Karanlığa da alışınca etrafa şöyle bir göz gezdirdi: kırık ampuller, boya kutuları ve tanımlayamadığı bir dünya eşyanın yanında tavana kadar yükselen odun yığını… Odunlar düzgünce kesilmiş ve yine aynı düzgünlükte sıraya dizilmişlerdi. Kırılmış, eskimiş eşyalara göz gezdirirken ansızın başı döndü, pis koku yoğunlaşmıştı. Eşyalar etrafında dönmeye başladı. Tıpkı rüyada gibiydi, hiçbir şeyi tam seçemiyordu.

Görünmeyen bir kaynaktan gelen kalın bir ses konuşmaya başladı. Bu, cücenin sesi miydi? Hayır, sadece benziyordu. Odanın sesiydi, bodrum katının sesi…

“Korkma oğul. Beni dinle…”

Beni dinle mi? Aptal herif, istemesem de dinlemek zorundayım, kapının nerede olduğunu göremiyorum!”

“Kader değiştirilemez. Sana ne yazılmışsa onu yaşamak zorundasın, ya da yaşatmak. Ustanla aynı kaderi paylaşıyorsun veya o seninle paylaşıyor. Tek bir ip üzerindeki iki cambaz gibi…”

“Ne demek istiyorsun? Evet, aynı kader, ikimiz de marangozuz, ama cambaz değil!”

“Siz farklı kişiler değilsiniz. Sen, O’sun; O da sen.”

O anda kapı açıldı ve çırak dışarı fırladı. Bir kâbustan uyanmış gibiydi. Son üç gündür kendini unutturmuş olan sinsi baş ağrısı yine başlamıştı. Koşar adım merdivenleri çıktı ve ustasının odasına gitti. Ama ustası orada değildi! Masanın üstüne görülür biçimde konulmuş olan kâğıda baktı ve ustasının el yazısıyla yazılmış mektubu gördü. Okumayı öğrendiği kadar, heceleyerek okumaya başladı.

“Sevgili oğul,

“Eğer bu mektubu okurken dışarıdan bir kedi sesi duyuyorsan okumaya devam et.”

Gerçekten de bir kedinin acı acı miyavlama sesi geliyordu dışarıdan. Okumaya devam etti tıpkı mektubun dediği gibi:

Bodruma indiğini gördüm ve vaktin geldiğini anladım. Bodrumun söylediklerinden bir şey anlamadın ve bana geldin, biliyorum. Her şeyi anlatacağım. Ama bodrumun ne dediğini bir daha düşün: ‘sana ne yazılmışsa onu yaşamak zorundasın’. Ben şatodan ayrıldım, çünkü kaderimi yaşatmak zorundaydım, daha doğrusu kaderimizi.

Merak ettiğin bütün soruları biliyorum. Hepsinin yanıtını şimdi veremeyeceğim, zamanla öğreneceksin. Hapishanede gördüğün yaşlı adamı hatırladın mı? Ustana ne kadar da benziyordu değil mi? Evet, o gerçekten de ustandı. Onu bırakmak zorundaydık çünkü senin yaşaman gerekiyordu. Senin, benim ve kaderin…

Çırakların büyüdüklerinde usta olduklarını biliyorsun. Sen de ileride usta olacaksın. Tıpkı ustan –yani ben- gibi; o da bir zamanlar çıraktı. Senin geçtiğin yollardan geçti ve ona verilmiş olan kaderi yaşattı. Senin yaşadıklarını bizzat o da yaşadı. Siz ayrı kişiler değilsiniz. O, senin geleceğin. Aynı şekilde ben de senin geleceğinim ve ustanın geçmişiyim.

Buradan köye, köyümüze gidiyorum. Orada senin geçmişini bulup…”

Çırak son paragrafı okumadı, aklı bir hayli karışmıştı. Sinirlenip kâğıdı yırttı, parçaları üst üste koyup bir daha yırttı ve bir daha… Neye sinirlendiğini bilmiyordu. Ustasının habersiz gitmesine mi, öğrendiği gerçeklere mi?

Koskoca şatoda yapayalnız kalmıştı. Tıpkı, hapishanedeki gibi ne yapacağını bilmeden ağlamaya başladı. Bekledi, belki asil bir cüce gelir veya saçma bir rüyadan uyanırım diye. Hiçbiri olmadı. Gerçekten yapayalnızdı artık.

Kalk ayağa! Olman gereken kişi gibi, ustan gibi, davran ve ağlamayı kes!

Ses, başının içinden geliyordu ama konuşan bodrum katıydı. Tabi ya, bunu daha önce niye düşünememişti: Bodrum katına gitmeliydi, kalın sesiyle ne yapması gerektiğini söylerdi ona. Gözyaşlarını kuruladı ve merdivenlere yöneldi.

İçeriye girdiğinde küf kokusu yüzünden baş ağrısı şiddetlendi, buna aldırmayarak beklemeye başladı. Bekledi, ama ne bir ses vardı, ne de başka bir şey. Çabucak kabaran öfkesi yine patladı ve bağırmaya başladı.

“Hadi konuşsana! Ne bekliyorsun? Beni buraya sen çağırdın. Zaten ne geldiyse senin yüzünden geldi başıma. Ne diye girdim ki buraya?”

Kendi sesinden başka bir ses duymadı ve öfkesi daha da arttı. Etraftaki eşyalara gelişigüzel vurmaya başladı, sinirini odadan çıkarıyordu. Duvarlara attığı tekmelerle acıyan ayağını umursamadan odun yığınına yöneldi, ancak onu yıkamadı. Tekrar denedi, yine başaramadı. Odunların yanında bir parıltı gördü, karanlık odadaki mantıksız parıltı bir baltanın sivri demirine aitti. Etrafa tekmeler savururken çok şükür ki ayağı bu keskin baltaya denk gelmemişti, yoksa şimdi tamamen çaresiz kalırdı.

Baltanın sapından tutup çekti ve uyguladığı fazla kuvvet sonucu dengesi arkaya doğru bozuldu; balta olması gerekenden çok hafifti. Kaldırıp odun yığınına doğru bağırarak savurdu. Odunlara hiçbir zarar gelmiyordu. Birkaç dakika sonra odunları sırayla kırması gerektiğini anladı. Onları neden kırmak istediğinin bir önemi yoktu artık, yapması gerekenin bu olduğunu seziyordu yalnızca.

İlk sıradaki odunu aldı –gerçekten alabilmişti- ve yere koydu. Baltayı indirir indirmez başı döndü, küf kokusu yoğunlaştı ve odanın kalın sesini bir kez daha duydu:

“Kural bir: bundan bir başkasına asla söz etmeyeceksin, kendine bile.”

“Kural iki: kaderini değiştirmeye çalışmayacaksın…”

* * *

Bu, böylece sürüp gitti. Her odunu kırdığında yepyeni bilgiler öğrendi: hipnotizeden tutun da saldırı büyülerine kadar. Hiçbir öğretmenden öğrenemeyeceği şeyleri odun parçalarından öğrendi. Kaderini hiçbir zaman değiştirmeye kalkışmadı. Zaman bir kuş misali uçup giderken o, kendini daha da geliştirdi, bir kuştan daha iyi uçmayı öğrendi.

Zaman gelecek, -tıpkı diğerleri gibi- o da evrenin en güvenlikli hapishanesinin korumasını kıracak; aynı zamanda kendini hem kurtaracak, hem de ölüme terk edecekti. Ve yıllarca yaşadığı bu mavi şatodan ayrılıp çocukluğunu ve çıraklığını geçirdiği köye usta olarak geri dönecekti.

-son-

1- Kader – Necip Fazıl Kısakürek

2 – İşim acele – Necip Fazıl Kısakürek

3 – Tamirci Çırağı – Cem Karaca [Önceki hikayelerimde de Cem Karaca’nın şarkılarını –Nazım Hikmet’in şiirlerini- birkaç kez kullanmıştım: Çınarlı, kubbeli, mavi bir (liman); ben bir ceviz ağacıyım (Gülhane) parkında.]

4 – (hikayeyi okumadan bu notu okumayınız). Evlat, oğlum=Fili (latince). Cüce ve ustası çırağa evlat diye sesleniyor. Kızıl kadın ise ustasından Fili(evlat) diye bahsediyor. Yani önceki hikâyemde(hapishane) ustayla çırağın aynı kişi olduklarını çıtlattım azıcık.

Çırak III – Usta” için 2 Yorum Var

  1. Yani Alperen… Yeni bir bölüm yazdıkça işleri daha da çorba haline getirmeyi nasıl başarıyorsun anlamıyorum 🙂 Her yeni bölümde bize 1 cevap verip 10 soruyla başbaşa bırakıyorsun desem yeridir hatta.

    Bodrum neden konuştu? Yoksa konuşan esrarengiz bir biçimde tamamlanmış mavi konak mı? Konağın yapılmasını isteyenlere ne oldu? Odunların sırrı ne? Çırak ne yapacak da o hapishaneye düşmeyi hakkedecek? Gibi gibi…

    Bence artık Çırak’ın öyküsüne bir son verip yeni ufuklara, yeni hikayelere yelken açmanın vakti geldi. Göndermelerin hoştu bu arada. Geçen bölümde fark etmiştim.

    Eline sağlık.

    1. Değerli zamanını ayırdığın için teşekkür ederim.

      Belki sorular cevaplardan daha önemlidir 🙂 En başta bunları yazacağımı bilmediğimden her şeyi o an düşünüp bir nevi doğaçlama yaptığımdan böyle oldu. Çırak’ta iki şey öğrendim: 1) Önce hikayenin sonunu yazmalısın. 2) Seçkiye seri şeklinde yazma, anlatacağını birine sığdır.

      Hikayeye gelirsem, farklı güçleri olanları toplayan gizemli bir topluluk, en baştaki iki kişi onların elemanları. Mavi ev taslağı ise aslında farklı şeylerin yazılı olduğu, bunları da ancak farklı güçlere sahip olanların okuyabildiği bir test. Çırak bunu okuyormuş gibi oluyor ama okuyamıyor. Adamlar ustasına kızıp onu cezalandıracakken bizimkinin gizli güćleri devreye giriyor. Görevlilere saldırdığı için de hapse atılıyor. O taslak ile genç ustanın evinin aynı olması rastlantı. Bunu ben de bilmiyorum. Bodrumun konuşabilmesi ve odunlar da kaderin çırak’a küçük yardımları. Yazarken bu tür şeylere takılmadım, sadece yazdım 🙂

      Açıklayıcı olmamın gerekliliğinden kaçamam sanırım. Artık buna göre yazacağım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *