Öykü

Eski Canlı Ayaklar, Eller, Dizler

Ne anlatmam gerektiğini bilmiyorum. Önümde bir şapka, avucumda biraz daha sıkarsam damarlarımda gezmeye başlayacak bir düğme var. Arkası iğneli. Düğmeleri kardeşim seçti. Uzun yıllar önce. Şimdi böyle güzel düğmeler yok. Her yeni palto aldığımda bu düğmeleri ona dikerim. Arkası iğnesiz olsa nasıl derimi kesecekti, diyorsun, değil mi? Çok akıllı olduğunu mu sanıyorsun? Sürekli seninle konuşmam gerektiğini söylüyorsun. Sürekli. Ama sürekli, buna mecburmuşum, sen beni dinleyecek kulaklara sahip tek kişiymişsin gibi bakıyorsun. Öyle değil. Sana belki yüzlerce kez beni burada tutamayacağını söyledim. Anlamadığın şey, insanların, başkalarının sorun diye anlattıklarını, başlarını arabalardaki süs köpekleri gibi yukarı aşağı sallayarak dinlemeye bayıldıkları. Fazla bir yanın yok. Senin bir şeyi halledebildiğin nerede görülmüş?

Geçen gün karşına geçip sana hayatında ilk defa bir şey sordum. “Ne yapmalıyım,” dedim. Belki sen de ilk defa bir günün akışını değiştirebilecek bir cümle kurabilecektin. Elbette cevap vererek. Bunun yerine düpedüz zırvaladın. Yaptığın şeyi hatırlatmama gerek var mı? Beynine çubuk sokup karıştırmaya başlamışlar gibi anlamı olmayan şeyler söyledin. Cuma günü öğlen bir kırk beşte gitmem gerektiğini, kardeşimin bana aldığı siyah ve bordo kurdeleli şapkayı takmam gerektiğini söyledin. Sıkı giymeliymişim. Havalar serinlemiş. Tren ben gelmeden kalkmayacakmış.

Çıkmam gereken bir yola ihtiyacım olduğunu benim kadar iyi biliyordun.

Beni tutan bir şey vardı. Sana güvenmiyor muydum, emin değilim. Ağzını yaya yaya konuştuğun için her kelimenden şüphe etmekte çok haksız sayılmam. Ama bu kez bana söz verdin, yerimden kalkmam gerektiğini söyledin. Sadece ikimizin duyacağı yükseklikte bir sesle, “Artık,” diye de ekledin. Boşa geçen kocaman zamanı tek kelimeyle ve bu kadar kısık bir sesle anlatmana hayran kalmıştım doğrusu. Ayaklarımın çürümeye başladığını hissetmiştin sanırım. Ayakkabılarım onları kabul etmiyordu, artık. En ufak hareketimde bağcıklar, ayaklarımın geçemeyeceği darlığa gelene kadar kendini sıkıyordu. Neymiş?! Gerçekten bir yere varacak canlı ayaklara ait olmak için azat edilmeliymişler.

İnsan, ayaklarına bile güvenemiyor ve onları bile kendine ait hissedemiyorsa seni neden ciddiye alacaktım ki?

Ama onlar, bütün paramı sana harcadığımı bilmiyorlar. Bütün paramı karşısında oturabileceğim birine harcadım. Çok net görebileceğim birine. Yeni bir ayakkabı alamam. En dandiğinden bile, yeni bir tanesi için gücüm yok. Çünkü seni alıp karşıma koydum. Az önce sana karşı ağır konuştuğumun farkındayım. Günahını alamam, bana başka hiçbir zorluk çıkarmadın. Bazen bulanıklaştığında bile tek istediğin, nemlendirilmiş bir gazete kâğıdını ya da en fazla el bezi rütbesine kadar düşmüş eski bir tişörtümü üzerinde şöyle bir gezdirmem. Pahada ağır, yükte de ağır bir aynaya göre çok anlayışlısın.

Seninle böyle konuşmamam gerektiğini biliyorum, affedersin.

Artık gitme zamanıydı. Tren neden ben gelmeden hareket etmeyecekti, bilmiyorum. Kardeşimi, on dokuz sene sonra, bir trenin varacağı istasyonda bulacağımı tahmin etmiyordum. Fakat başka çarem mi vardı? Aklım, ya da ruhum, adına ne dersen, karar alabileceğim kadar yaşıyor sayılmazdı. Bana yapılacakları söylemesi gereken birine ihtiyacım vardı, sen.

Çıktım, çok yağmur vardı. Sıkı giyinmemi söylediğinde şemsiye almam gerektiğini ima ettiğini düşünerek senin de aklından şüphe etmeye başladım. İkisi kesinlikle aynı şey değildi. Soğuk ve tehlikeli bir yolun aynı zamanda ıslak da olması, ayaklarımı eve doğru dönme haklılığına itse de, çok güçlü bir mıknatısa yenik düşen metal parçası gibi hızla tren garına gidiyordum. Trenin beni bekleyeceğine hâlâ inanmadığım için söylediğin saatten kırk beş dakika önce evden çıktım. Saat birde. Küsuratsız saatler hiç güven vermemiştir. Saat biri iki geçe çıksaydım daha sert adımlar atabilirdim gibi geliyordu. İçimde yine bir sıkıntı var. Son on dokuz senedir olduğu gibi. Tren garına vardım. Saat bir otuz beş. Geldiğimi kime söylemeliydim? Artık gitmemiz gerektiğini bilmesi gereken birileri daha olmalıydı. Evden çıkmam gerektiğini söylediğin saate daha on dakika var. Trenin kalkış saatini, ne yöne gittiğini söylemedin. Ben ne zaman gelirsem kalkacaktı.

Bu güne kadar hiçbir şey olmak için beni beklemedi. Bir şeyler hep oldu, ben yetişmek için koştum. İnsanların doğru zaman dediği zaman, benim, olanları ne kadar erken fark edip koşmaya başlamamla doğru orantılıydı. Üstelik ben koşmaktan nefret ederim. Bu yüzden bu kez olacakları önceden bildiğim için yola erken çıktım. Koşmamak ve olacak olanı beklemenin tadına varmak için. Bu işteki yanlışlık ben buradayım, gör beni diye bağırıyor, buradan belli.

Beklemek için bir banka oturdum. Ayaklarım kadar oturma yerlerim de çürümeye mi başlamıştı? Bir garip hissetmiştim. İnsanlarsa etrafa kıvılcım gibi dağılıyordu. Sesi ağlamaklı olan bir çocuk annesinin paltosunu çekiştiriyor, istasyon görevlisi biletleri kontrol ediyor, makinist görevinin başına geçiyor ama kimse beni görmüyordu.

Dediğin şapkayı takmıştım. Paltomun önünü iliklemeye çalışırken düğmelerden biri yere düştü. Yuvarlanarak gitmeye başladı. Arkasından yere atladım.  Evet! Tam anlamıyla atladım. Düğmeleri kardeşim seçmişti. Kaybedemem. Şapkam başımdan uçtu. Rüzgâr! Onu yakaladım. Ardından bir köpek gibi ellerimin ve dizlerimin üstünde düğmenin de peşinden gittim. Betona bastırdıkça ellerimin çürümüş meyve kabuğu gibi kolayca yayılan bir deriyle kaplı olduğunu hissettim. Dizlerim sanki pantolonun içinde kayıyordu. Düğmeye ulaştığımda vücudum, giysilerimin içinde giderek incelmiş, sadece sürükleniyordu. Düğme, insanların raylara karşı güvenliğini koruyacak sınırı belirleyen kırmızı çizginin trenden olan tarafında durmuştu. Onu avucuma aldım. Bir daha benden ayrılmaması gerektiğini anlaması için sıktıkça sıktım.

Bir düğmeye bile beni terk etmemesi için zor kullanmak zorunda olduğum bir dünyaydı.

Kırmızı çizgiye o ana kadar hiç inanmamıştım. Sana da inanmamıştım. Tren düdüğü çaldı. Bu kadar yaklaşınca geldiğimi anlamış olmalılar. Çürüyüp ekşiyerek üç gram kaldığına inandığım vücudum ince bir esintiyle trenin önüne savruldu. Şimdi raylardaydım. Sırt üstü. Hava şimdi daha açık. Yağmur yok. Söylediğin kadar ayaz da yoktu. Önümü ilikleyemiyorum diye bir şey de kaybetmiyordum.

Ne anlatmam gerektiğini bilmiyorum, artık. Önümde hâlâ bir şapka ve avucumda hâlâ biraz daha sıkarsam damarlarımda gezmeye başlayacak bir düğme var. Arkası iğneli. Düğmeleri kardeşim seçti. Uzun yıllar önce.

Tren hareket etti. Çünkü ben gelmiştim. Bir trenin, bir canlının üzerinden geçebileceği en naif geçişti. Belki artık neredeyse tamamen çürüyüp küçüldüğüm için ezilecek çok yerim yoktu. Belki de yüksek doz hislenmekten ötürü uzuvlarım hissizleşmişti. Olasılıkla, eskiden canlı olduğundan emin olduğum ayaklarım, ellerim, dizlerim, artık hissetmiyordu. Ama gerçekten hiç acımadı. Sesler uğultu halini almaya başladı. Varım, varım, varım, varım varım, var… Kendimi tamamen yok olmadığıma iknaya çabalarken her şey kesildi; sesler, hisler, çürümeler… Hissizlikle çevrelendim. Şapkanın benim kadar ezilmediğinden neredeyse eminim. Kardeşim almıştı. Düğme, artık damarlarımda olmalı, elbette damarlarım kaldıysa.

Bir parmak şıklatma uzunluğunda bir zaman geçti.

Yeniden uyandığımda yine seni karşıma almış oturuyorum işte. Dediğin yola çıktım. Hiçbir işe yaramadı.

Elif Şeyda Doğan

Eylül 1994’te Ankara’da doğdum. İzmir’de büyüdüm. İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Anabilim Dalında doktora yapmaktayım. Öykü yazıyorum. İki kişi olarak CosmicZion Zine (czz) adlı fantastik edebiyat, uzay ve mitoloji fanzinini çıkartmaktayız.

Eski Canlı Ayaklar, Eller, Dizler” için 4 Yorum Var

  1. Merhaba,
    Ne güzel bir öykü yazmışsın, iyi ki yazmışsın ve burada paylaşmışsın. Öykün verdiği keyif yanında öğreticiydi; güzel bir öykü nasıl yazılmalı babında. Senin öykülerini okumayı seviyorum, çünkü baştan biliyorum çok güzel ifadelerin, betimlemelerin karşıma çıkacağını. Bu öykün diğer öykülerine göre daha kısaydı ve daha duygusaldı. Hoş, ben uzun öykülerini ve mizahi anlatımını da gayet başarılı buluyorum.

    “En dandiğinden bile, yeni bir tanesi için gücüm yok. ” / Burada “dandik” kelimesi yerine başka bir kelime olsa daha hoş olurdu sanki.
    “Beynine çubuk sokup karıştırmaya başlamışlar gibi anlamı olmayan şeyler söyledin.” / güzel ifade.
    “Betona bastırdıkça ellerimin çürümüş meyve kabuğu gibi kolayca yayılan bir deriyle kaplı olduğunu hissettim.” / güzel.
    Kalemine kuvvet.

    1. Merhaba,
      Okumaya zaman ayırdığın, fikrini paylaştığın için çok teşekkür ederim.
      Diğerlerine göre kısa, görece daha gerçek. Ne yapabileceğimi denemek, görmek istedim. Keyif almana çok sevindim.
      “Dandik” kelimesi öykünün geneline yakışmamış gibi görünüyor sahiden ama aklımdaki kişinin ağzına o an bunu yakışırdım.
      Teşekkür ederim 🙂

  2. Merhaba,
    Güzel bir öyküydü. Yazdığına, paylaştığına, okuduğuma sevindim. Hüzünlüydü. Hüzün bana sorarsan güzel şeydir doğrusu. İnsanın “insan” olabilmesi adına bir ihtiyaçtır. Güzel ifadeler vardı. Bu öykü için sana teşekkür ederim.
    Gelecek seçkilerde de öykülerini takip edeceğim. Görüşmek üzere diyelim! 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *