Öykü

Karanlık Günler 1 – Kepenekli Adam

KARANLIK GÜNLER -I-

KEPENEKLİ ADAM

Orman sabaha karşı mat maviye bürünmüştü. Kökler karanlıkta seçilemiyordu. Bu yollara alışık ayaklar bile tökezleyecek yer buluyordu. Adam yola devam ederken bir köke daha takıldı. Koynuna sakladığı şişe aniden fırladı. Eğer şişe karanlıkta kırmızı bir yıldız misali parlamasaydı onu tutmak imkânsız olacaktı. Şişenin sahibi parıltıyı tutunca içi rahatladı ve şişeyi eski yerine; kepeneğinin içine koydu. Sağmak yağmurda iliklerine kadar ıslanan adam yola bir eli göğsünde devam etti. Tütün tabakasını ararken şişeyi göğsünde tutmaya devam etti. Tabakanın orda olmadığını fark edince insanlara her zamanki gibi küfretti. “Kanı beş para etmez değersiz varlıklar! Sizin çoğaldığınız güne lanetler gelsin.” Tabakasını köyden çıkarken düşürmüş olmalıydı.

Adam sıkıcı yürüyüşüne devam ederken ormanın derinliklerinden gelen sesler işitti. Yağmurun altında pek belirgin değildi ama evet! Bir ses ormanda geziniyordu. Adam önce durdu sonra sesin geldiği yöne kulak kabartı. İnsan! Evet, Bu lanet bir insandı. Şişenin orda olduğundan emin olmak istercesine göğsünü yokladı. Ses yaklaştıkça ormanda kaç kişi olduğu anlaşılıyordu. Adam etrafı dinlemeyerek çok dikkatsiz davranmıştı ve şimdi yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bir an saklanmayı düşündü ama nereye? Durak yerine geç varacak olsa efendisi onu bin bir parçaya böler en kötüsü kepeneğini ondan alırdı. Çevreden dolaşmayı düşündü ama son anda duyduğu köpek sesi kaçışın olmayacağını anlatıyordu. Hayır diye düşündü. Yola devam edeceğim, zamanında efendime ulaşacağım ve görevimi yerine getireceğim.

Bir eli göğsünde yürümeye devam ederken kepeneğinin önünü sıkıca kapatmış ve kendini birazdan olacaklara hazırlamıştı. Yolcunun tahmin ettiği gibi otuz adım sonra bir grup insanla karşılaştı. Gruptakilerin ellerinde meşale ve yanlarında da av köpekleri vardı. Piyadelerin yeşil üniforması ve tüfekleri meşale ışığı altında bariz bir şekilde ortadaydı. Şansa bak! Ne boktan gece ama diye düşünmeden kendini alamadı yolcu.

Kepenekli, piyadelere doğru yürüdü.

“En güzel geceler ve gündüzler sizin olsun dostlarım.” Yüzündeki sahte tebessüm anlaşılmayacak kadar mükemmeldi. Piyadeler sesin geldiği yöne bakarken köpekler birkaç adım gerileyip hırlamaya başladı. Adam olanları aldırmayıp öndeki piyadenin dibine kadar yürüdü ve konuşmaya devam etti. “Sizin gibi cesur yiğitlerin bu vakitte bu ormanda ne işi var acaba?”

Öndeki piyade karşısındaki pis kokulu adamı dikkatlice süzdü. Durumdan hiç hoşnut olmamıştı. “Bizi bırak da sen gecenin bir vakti ne yaparsın burada?” Kepenekli adam dişlerini gıcırdattı. Bu muhabbete daha fazla katlanamayacaktı. Piyade kendinin ne kadar çirkin olduğunun farkında değilmiş gibi birde yolcuyu küçümsüyordu. Yolcu derin bir nefes alıp konuştu. “Ben eskiden çobanlık yapardım efendim. Lakin şimdiki halime bak fakirlikten ağzım kokuyor. Ben sadece evime doğru gidiyorum. Müsaadenizle fakirhaneme doğru yol alabilir miyim?” Bok kafalı! Diye eklemek istese de geceyi sorunsuz bitirmek istiyordu. Piyade yolcuya birkaç saniye baktıktan sonra başıyla onay verdi. Adam, piyade grubunun arasından geçerken köpeklerin hırlamasını duyabiliyordu. Çoban, kurtuldum şu bok kafalılardan diye düşünüp gülümserken piyade arkadan seslendi.

“Bu ormanda efsunlu nağmeler üfleyip insanları büyüleyen bir ifrit varmış. Bir bildiğin var mıdır?” Yolcu arkasına bakmadan konuştu.

“Ben bilmem efendim, hem hurafelere de inanmam. Bunlar hep deli saçması.” Konuşma piyadenin ilgisini çekmekten başka işe yaramamıştı. “Sen eski çobansın. Kavalın falan yok mu senin? Nağme bilmez misin?” Çobanın konuşmadan önce birkaç saniye duraklaması piyadenin elini tüfeğine yaklaştırasına sebep oldu. Çoban aniden arkasını döndü ve kepeneğinin önünü açtı. Piyade ne kadar hızlı olsa da fayda etmedi. Kırmızı duman fırtına gibi esti ve piyadelerin etrafını sardı ardından küçük bir yumağa dönüştü. Duman sahibine dönüp kepeneğe sokulduğunda geriye dumanı tüten üniformalar ve köpek kemikleri kalmıştı. “Yaptığından memnun musun bok kafalı!” diye bağırdı adam. Karışımın saflığı bozulmuş, bunun yanı sıra buluşmaya çok geç kalmıştı. Çoban, sıkıntılı ve yalnız başına patikayı çıkarken yağmur altında küfürler savurmaya devam etti.

* * *

Güneş kel başını dağların arasından çıkarırken çoban durak yerine gelmişti. Hızlı adımlarla mağaraya girdi. Mağaranın derinlerine inince, duvarın üzerindeki altı köşeli yıldız kor gibi yanmaya başladı. Nefes alıyordu sanki. Çoban biraz daha ilerleyince yıldız alev alev yanmaya başladı.

“Geç kaldın!” ses duvarları titretmişti ve çok öfkeliydi. Çoban sesteki öfkeyi hissedip pür dikkat alevlere bakıyordu. Her zamanki gibi büyülenmişti.

“Yolda birkaç bok kafalıyla karşılaştım. Kurtulmak için onları öldürmek zorunda kal…” çoban sözünü bitiremeden duvarlar tekrar sarsıldı.

“Saflığı bozdun mu geri zekâlı! Her neyse. Günlerdir beslenmiyorum bunun için seni affedebilirim yalnız bir dahaki sefere senin canını alırım. Şimdi daha fazla beklemeden işini yap güneş yükseliyor.”

Çoban, kepeneğinin içindeki şişeyi duvarın dibine koydu ve bir şeyler mırıldanmaya başladı. Ateş dönerek duvardan söküldü ve kendi kendini inşa ederek bir insana dönüştü. Uzun boylu, zarif bir adama dönüşmüştü ama yüzünün ortasındaki leke zarif adamın kusursuzluğunu bozuyordu. Karışım saf olmayınca sonuç genelde çirkin olurdu. Efendi, kölesinin kendi payını beklediğini biliyordu ve kusursuz olmasa da iyi iş çıkaran köleye ödülünü verme zamanıydı. Efendi yavaşça köleye yaklaştı ve başparmağıyla kölenin alnına dokundu. Ateş, çobanın damarlarını dolaştı ardından vücudunu terk etti. Çoban bütün kemiklerinin yenilendiğini hissetti, ömrü on sene daha uzamıştı sanki adam memnuniyetle köşesine çekildi. Efendi kölesine bakmadan konuştu.

“Cinleri beslemen için sana bir hafta vereceğim. Bir hafta içinde çevredeki tüm köyleri temizlemeni istiyorum. Gitme vakti geldiğinde enerjiye ihtiyacım olacak. Kavalını üflemeden cinleri salıp saflığı bozma sakın. Ayrıca insan temizleyeceğim diye hayvanları da işe karıştırma. Anladın mı? ” Köle bir şey söylemeden sessizce kafasını salladı ve harekete geçmek için geceyi bekledi.

* * *

Birkaç gün sonra başına geleceklerden habersiz olan köy her zamankinden daha rüzgârlıydı. Birbirine yaslanmış sıra, sıra evlerin arasında kalan dar, ıslak sokaklar zaman zaman bulutların arkasından görünen ay ışığı altında gümüş gibi parlıyordu. Köyün aksine her şeyden haberdar yağmur ise sert yağıyordu. O gece köye bir misafir gelmişti. Yağan yağmurdan kendi payına düşeni almış misafir ve grubu dar sokakta ilerlerken karşılarına çıkan ilk açık kapıdan içeri girdi.

Dışarıdaki yağmurun sesi içerdeki uğultunun arasında eriyip gitti. Misafir ve üç arkadaşı boş gördükleri ilk masanın çevresine doluştular. Kendilerine sıcak yemek söylediler.

Handa çalışan küçük Ömer yemeği getirdiği sırada misafir söze girdi.

“Güzel cevaplara sahip olan biri gibi görünüyorsun dostum. Güzel cevaplar güzel soruları hak eder. Bana katılıp biraz konuşmaya ne dersin?” Ömer, gruptakilere dikkatlice baktı. Konuşan adamın sırtındaki pelerinde birbirine bakan iki hilal vardı. Bu da adamın ordudan olduğunu açıklıyordu. Pelerinin altına kuşandığı silahların haddi hesabı yoktu. Ömer ilk bakışında beş tane saymıştı. Bir o kadar da pelerinin altında saklanmıştı.
Çocuk tereddüt edince masanın köşesindeki kişi konuştu.

“Ordudan geliyoruz çocuk. Sorularımıza cevap vermen işine yarar.” Kadının konuşması ne kadar sert olsa da bir kadın sesi Ömer’in tedirginliğini geçirmeye yetmişti. Misafirin masasına oturan Ömer, ellerini birbirine kenetleyip bekledi. Grubun lideri gibi görünen pelerinli adam konuştu.

“Ben ordunun emriyle buraya geldim dostum. Aldığım duyumlara göre buralarda geceleri efsunlu nağmeler üfleyen ve insanları kaçıran bir ifrit varmış. Ordu beni buraya gönderdiyse olayın gerçekliği su götürmez bir gerçek yalnız senden isteğim bu olayın en son ne zaman nerde ve nasıl gerçekleştiği. Masum gözlerin var dostum ve cevaplarının da masum olacağına inanıyorum”

Çocuk bir süre bekledikten sonra konuşmaya çalıştı.

“Buraya sık sık yabancılar gelir efendim. Ortada olayın nasıl gerçekleştiği yönde tam bir bilgi yok ama hikâye genel olarak aynı. Hep… Hep bir kişinin ya da bir şeyin belirli süreyle geceleri insan kaçırması. Hikâye bundan ibaret…” Misafir, kâsedeki çorbanın üzerine düşmüştü şimdi son kaşığı atıyordu. Adamın bu hızı takdire şayandı.

“Benim zamanın çok değerlidir dostum. Bu yüzden bildiğin her şeyi anlat ve orduya yardımcı ol.”

Çocuk birkaç saniye tahta masaya baktı sonra derin bir nefes aldı

* * *

“İlk söylediğimde kimse beni ciddiye almadı ama gerçek çok geçmeden ortaya çıkacaktı. Bizim köyün çobanı her zamanki gibi koyunları otlatmak için sürüyü önüne aldı ve köyden çıktı. O günün sonuna kadar her şey normal gidiyordu. Fakat çoban, koyunları sahiplerinin evlerine dağıttığı gün bizim koyunların iyi olmadığını gördüm. Hayvanlar çok huzursuzdu. Hayvanın gözlerinin derinliğindeki kanlanmayı görebiliyordum. Olayın seyrini görmek için koyunları ahıra kapattım ve kapıyı kilitledim. O gece yaşadıklarımı başkalarına anlattım ama hiç kimse benim gördüklerimi görmüş değildi. Sabah köy ahalisinin sesiyle uyandım. Dışarı çıkınca bizimkiler dâhil köydeki tüm koyunların kaçmış olduğunu gördüm. Koyunlarla beraber çoban da ortada yoktu. Köylü hemen orduya haber verdi. Ordu her yeri karış karış aradı ama bir şey bulamadı ve olay kayıtlara koyun hırsızlığı olarak geçti. Ama ben bir şeylerin yanlış gittiğinin farkındaydım. Bir gece olanları düşünürken gökyüzünün aydınlandığını gördüm. Hemen pencereye koştum. Gökyüzünde iç içe geçmiş ters iki üçgen yıldız gibi parlıyordu. O geceden sonra bir şeyin –daha çok bir adamın- düzenli olarak köylere inip insanları yok ettiğini öğrendik ve olaylar bu güne kadar devam etti. Gün be gün köylerdeki insanların kayboluşu…”

Çocuk son sözünü söyleyince masadaki huzursuzluğu hissetti. Misafir kendini çocuğa iyice yaklaştırmıştı.

“Peki, dostum, ışık ne renkteydi?” Çocuk biraz düşündü.

“Kırmızı, efendim.”

“Emin misin?”

“Adım gibi efendim.” Misafir, başını anlarmışçasına salladı.

“Peki dostum. Orduya yaptığın yardımlar seni onurlu bir vatandaş kıldı.” Çocuk masadan ayrıldıktan sonra üç kişi dikkatlice masadaki tek kadına baktı. Kadın ne yapması gerektiğini anlamıştı.

“Dostlarım, çocuğun gördüğü bir Davud Yıldızı. Bu sefer dumansız ateşin var ettiği bir iblisle karşı karşıyayız. Kırmızı buna işaret ediyor. Çoban, Davud Yıldızı ile bir kapı oluşturmuş ve kapıyı açmak için adak olarak koyunları kullanmış. Böyle bir iblisi çağırması için ritüele farklı bir şey eklemiş olması gerekiyor. Kolay olmayan bir şey felsefe taşı olma olasılığı yüksek. Sıradan bir çobanın bunu yapması çok zor kapıyı açan, çoban numarası yapan bir efsunger. Numara yapmasının tek nedeni ise ritüele ekleyeceği şeyi bulana kadar kamufle olmak.”

Grubun lideri Tahir düşünceli şekilde kafasını salladı. “Burada işin araştırma kısmı sahiremiz Suzan’a ait. Ali ve Salih, siz çevreyi gezin bakalım bu iblis hakkında ne öğreneceğiz ama sakın köyü terk etmeyin. Birbirinize en fazla yüz adımlık mesafede bulunun bende aynısını yapacağım. İlk nöbeti Salih devralacak. Bu gece hepiniz uyuyup dinlenin. Yarın işe koyulacağız.” Tahir’in kalkmasıyla takımdakiler oda kiralamak için ayaklandı. Suzan’ın serin sesi yine duyuldu.

“İblis çok kurnaz; en kısa zamanda gücüne kavuşup büyük vilayetlere geçmek ve izini kaybettirmek isteyecektir. Enerji ihtiyacını insanlardan karşılıyorsa son bir saldırı ile tüm köyleri yok edip sırra kadem basabilir. Dikkatli olun.” Ali ve Salih yeni duydukları olasılıkla huzursuzlanmışken Tahir sabahın ne kadar zor olacağını bir daha hatırlattı kendine.

* * *

Hayatı için sıradanlaşan küfürlerden bir tane daha savurdu. Bu seferki küfrün sahibi ormanın karanlık yolunun köşesinde duran taştı. Taşın suçu ise zifiri karanlıkta yürümeye çalışan adama engel olmaktı. Çoban, yerdeki kalın bir dala daha takılınca dalı alıp baston gibi kullanmaya karar verdi. Bastonla yolunu bulmaya çalışan çoban sulu bir çamur yığınına bastı ve patikanın sonuna kadar yuvarlandı.

Açıklıktan vuran ay ışığı çobanın kafasından akan kanı daha soluk gösteriyordu. Yaralı adam şimdi öyle öfkeliydi ki küfürler sel olup aktı. Kafasının yarıldığının farkında olmayan adam kepeneğine damlayan kanı görünce eli aniden seyrek saçlı kafasına gitti. Kanın arasında yarayı aradı ama yara çoktan kapanmıştı. Ayın yüzünü aydınlattığı çoban şimdi sırıtıyordu. O kapıyı açtığı için tekrar kendiyle gurur duydu. İşler böyle devam ederse iki dolunay göremeden ölümsüz olabilecekti.

Çoban her şeyi bir kenara bırakıp yoluna devam etti. Şimdi köpek kemikleri ve üniformaların yanından geçiyordu. Birazdan köye ulaşacaktı. Herkesin uyuduğu vakit ortaya çıkacak ve görevini yerine getirecekti. Bu düşünce onu o kadar mutlu etmişti ki az daha zevkten küçük bir çocuk gibi altına işeyecekti. Biraz daha yürüyünce ormanlık alandan çıktı. Köy, adamın durduğu yerden çok iyi görünüyordu. Tahta evlerin bazılarının bacalarından halâ beyaz dumanlar tütüyordu. Küçük pencerelerin bazıları ise altın sarısı rengini kaybetmemişti. Yağmur tekrar çiselemeye başlarken çoban bir kez daha insanlara küfretti ve yola koyuldu. Hızlanmaya başlayan yağmurla beraber hava da kapanıyordu. Yağmur altında yürüyen çobanın gitmesi gereken az mesafe kalmıştı. Kepenekli adam bir süre daha yürüdükten sonra köye iyice yaklaştı. Şimdi sıra kavalı üflemekteydi. Çoban belini yokladı Hayır! Nerde! Ah Lanet! Yuvarlanırken düşürmüş olmalıyım. Çoban geri dönmeden önce tedbir amaçlı son kez köyü yokladı ve işte o zaman gördü. Tahta evin çatısında göz bebeği kadar ufak bir ateş yanıp söndü ve bir saniye geçmeden alnındaki sıcaklığı hissetti. Sıcaklık da göz bebeği kadardı. Çoban şaşkınlıkla yere yığıldı.

* * *

Salih yağmurlu çatıda kapüşonunu kafasına kadar geçirmiş nöbet tutuyordu. Yağmurun ıslattığı dürbünü eldiveniyle kuruladı. Çoban, şanssız gününde ise bu köyü ziyarete gelirdi. Ah şu çobanı namlunun karşısında görsem de sıkıcı geceyi de çobanla beraber bitirsem diye düşündü. Salih düşüncelere dalmasına rağmen dikkati yaptığı işin üzerindeydi. Çobanı gördüğünde onu hemen tanıyacağına inanıyordu eğer çoban iblisle bir anlaşma yaptıysa iblisin rengini almış demekti. Handaki çocuğun söylediklerine dayanarak iblisin renginin kırmızı olacağını tahmin ediyordu.

Salih karanlıkta bir şey gördüğünü sandı yaklaşık üç yüz adım ötedeydi. Çalıların arasında bir hareketlilik vardı ve tekrar gördü; karanlığın içinde zor seçilen bir beyazlık. Salih dürbünü temizleyip bir daha baktı. Kıpırdayan kepenek giymiş bir çobana benziyordu –yâda o kendini çoban görmeye hazırlamıştı.- hızlıca elini tetiğe yaklaştırdı ve durdu. Hedefini daha iyi görmek için dürbünün yanındaki ufak çarkı ileri geri çevirdi.

Gördüğü şey kesinlikle bir insandı. Salih sadece hedefiyle göz göze gelmeyi istiyordu ve istediği oldu. Namlunun ucundaki adam bir anlığına Salih’in dürbününe baktı. Bakışları boştu ve Salih’i görmemişti gözleri kırmızıydı; karanlıkta parlayan kedigözleri gibiydi. Salih tetiğe basarken hiç tereddüt etmedi çünkü karşısındakinin iblisin rengini almış bir köle olduğundan emindi.

* * *

Biri çakmaklı diğeri eski model iki tüfek, bir cembiye, iki hançer, üç çakı, iki çakmaklı tabanca, bir altıpatlar son olarak başı yılandili gibi çatallı kılıç. Tahir’in üzerindeki silahlar bu kadardı. Grupta en çok silah taşıyan kendisiydi. Salih, uzak dövüşte yayına ve dürbünlü tüfeğine, gençliğinden beri başını yukarı kaldırıp birine bakmayacak kadar uzun olan Ali ise bileğinin gücüne ve kocaman balyozuna güveniyordu. Suzan ise ilmin kendini açtığı sayılı kişilerdendi.

Tahir sistemi kuran kişiydi. Savaş içinde kontrolü o sağlıyordu ve her şeyden az az bulundurma gereksinimi duyuyordu. Her ihtimale karşı aldığı bu önlemler en sonunda onu ayaklı cephaneye çevirmişti. Tüfekleri kolayca ulaşabileceği yerlere koyup yatağa uzandı. Silahlarıyla yatmaya alışıktı ama tüfeklerin uzunluğu ve kılıcın ağırlığı onu rahatsız ediyordu. Bu gece kılıcı yanında tutmaya karar vermişti. Ordunun elinde efsunlu kılıcın aynısından üç tane vardı ve Tahir bir tanesine sahip olacak kadar iyiydi. Otuzlarındaki adam ertesi günü düşününce üzerine aniden yorgunluk çöktü ve yatağa uzanıp uyumaya çalıştı.

Çok sessiz! Yorganın üzerine düşen demir bir bilye kadar sessiz. Tahir’i uyandıran bu olmuştu. Tam yukarıdan, çatıdan gelmişti. Yağmurun delercesine çarptığı çatıdan sadece bu sesi seçmişti. Tahir sese yabancı değildi. Üstüne boğa gibi oturan uykunun sersemliğinden kurtulunca sesin Salih’in dürbünlü tüfeğinden çıktığını anlaması sadece birkaç saniye sürdü. Yataktan fırlayan Tahir, tüfeklerini omzuna çapraz yerleştirip kapıya koştu. Kapıyı açtığı sırada Salih’in elini kapıyı tıklatmak için kaldırdığını gördü. Salih, Tahir’in sorgulayan bakışlarına sırıtarak cevap verdi.

“Vurdum namussuzu! Hem de alnının ortasına çaktım mermiyi.”

Tahir kapüşonunu kafasına geçirmiş adama baktı. Pelerininden sular damlıyordu. Koridora önce Suzan sonra da Ali çıktı. Kel ve şekilli kafasını kaşıyan Ali uykusundan tam uyanamamıştı. Kızıl ve bukleli saçları omuzlarına kadar inen Suzan’ın mavi gözlerinde uykudan eser yoktu. Gruptakiler önce Salih’e baktı sonra Tahir’e. Emir hızlı geldi.

“Hazırlanın dostlarım hemen yola çıkıyoruz.”

* * *

Sessizce ilerlemek için yürümeye karar verdiler. Yağmurun altında tek ses; ıslak çamura basan ayakların sesiydi. Tahir, önde giden Salih’e sordu.

“Çok var mı?”

“Yaklaşık iki yüz adım.” Tahir onaylarmışçasına bir şeyler mırıldandı. Salih konuşmaya devam etti.

“ İlerdeki evin yanında olması lazım.” Parmağıyla uzaktaki evi işaret etmişti. Grup bir süre daha yürüdükten sonra evin yanına geldi ve Salih’in gösterdiği yeri aramaya başladı. Ali’nin sesi sıkıntılıydı.

“Nerde bu ceset”

“Bilmiyorum. Tam şurada vurmuştum. Eve pek uzak olmaz. Aramaya devam edelim.” Yağmurun altında Tahir’in sesi silik çıktı.

“Tam buradaymış. Bizim çobanı alnından vurduğuna emin misin? Kaçmış olmasın?” Çobanın cesedinin bulunması gereken yerde yere düşen bir bedenin bıraktığı iz vardı. Salih, Tahir’in yanına yaklaştı.

“Evet. Tam burada vurmuştum. Şu izler çobanın bedenine ait olmalı. Yağmurdan dolayı pek belirgin değil. Belki bir yaban domuzu cesedi almıştır.”

Tahir başını iki yana salladı.

“Toynak izi göremiyorum ama şuradan ormana doğru ayak izleri var.” Tahir biraz soluklanıp devam etti “Kötü bir haberim var kadim dostlarım. Çobanın üzerine işlenmiş bir büyü var ve ölmesini engelliyor.” Tahir konuşmaya devam edecekken Suzan’ın huzursuzluğunu hissetti ve ona baktı. Suzan kaşlarını çatmış ormana doğru bakıyordu; hoşnut değildi. Suzan’ın bu halini gören grup silahlarını iyice kavradı; tehlike çok yakındaydı çünkü Suzan bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı bile.

* * *

Çoban sırt üstü yere yığıldı. Sadece çatıda bir an yanıp sönen parlaklığı hatırlıyordu; düşünemiyordu. Aynı olay gözünün önünde defalarca canlandı. Boğulmaktan ramak kala kurtulan bir adam gibi öksürükler içinde doğruldu. Alnında müthiş bir zonklama vardı. Elini alnına götürdü kanı hissetti ama yarayı bulamadı. Ayağı kalkınca aniden yalpalandı ve tekrar çamura gömüldü. Birkaç denemeden sonra dengesini sağlayınca geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Ormanda yuvarlandığı patikaya ulaşıp kavalını almalıydı. Eğer köy durumu fark edip hazırlanırsa ölümsüz olmak için girdiği onca zahmet boşuna olurdu.

Hızlı olması lazımdı şimdikinden daha hızlı. Ayaklarını biraz daha çalıştırdı. Son bir aydır tökezlemeden yol aldığı ilk gün bugündü ama çoban bunun farkında bile değildi. İçindeki korku git gide büyüyordu. Tüm hayalleri suya düşmek üzereydi.

Çoban şu ana kadar yapmaya cesaret edemediği şeyi yaptı. Kepeneğinin önünü açtı ve kendini çıkan dumanın içine attı. Önce derisinde karıncalanma hissetti, karıncalanma hızla yanma hissine dönüştü. Şimdi duyduğu acı kelimelerle tarif edilemezdi ama hızlı olmak için buna mecburdu.

Dumanla bir olmuş hali çok daha hızlıydı birkaç dakika içinde ormana vardı. Kavalı, belirip kaybolan ay ışığı altında bulması biraz zamanını aldı. Aradığını bulunca sakinleşen çoban çatıdaki adama küfürler savurmaya başladı. “Lanet! Uykusu kaçık! Yapacak başka bir şeyin yok mu? Ama birazdan geriye sadece dumanı tüten kemiklerin kalacak bok kafalı!” Çoban kendi kendine söylenirken köye doğru ilerledi ve işte o zaman gördü. Yere yığıldığı yerde dört insan konuşuyordu seslerini duyamıyordu ama iyi şeyler konuşmadıkları ortadaydı. Çoban içinden lanetler getirerek konuşanların üstüne gitmeye başladı. Eğer öndeki kadın çobanın geldiği yöne bakmasaydı onları gafil avlayabilirdi ama lanet insanlar işleri bozmaktan başka bir işe yaramazdılar.

* * *

Duman, Suzan’ın efsunuyla taşa çarpan nehir misali grubun yanından akıp gitti. İkiye ayrılan dumanın tekrar birleşmesi uzun sürmedi. Grup şimdilik Suzan’ın oluşturduğu kalkanın altında güvendeydi Tahir her zaman ilk hamleyi rakibin yapmasını beklerdi ve grup şimdi ona uyuyordu ve ilk hamleyi bekliyordu. Duman geri çekilip kalkana sertçe çarptı. Kalkanın altındakiler darbenin etkisiyle sarsıldı. Kalkan böyle bir darbeye daha dayanamazdı ve grup saldırıya geçmek için sırt sırta verdi.

Duman şimdi kızgın bir arı sürüsü gibiydi. Huysuzca kalkanın etrafında dönüyor zayıf bir nokta arıyor gibiydi. Duman aniden havalanıp kalkana darbeyi geçirdi. Kalkan darbenin etkisiyle kırıldı ve gruptakiler farklı yönlere koşmaya başladı. Duman bir an ortada kaldı; ne yapacağını şaşırmıştı.

Gruptakilerin farklı kabiliyetleri vardı fakat ortak olan tek özellikleri birbirlerini anlamada gösterdikleri üstün başarıydı ve duman şimdi bu başarının kurbanı olmuştu ya da öyle görünüyordu.

Suzan afallayan dumanın çevresinde kubbeli bir kalkan oluşturdu. Oluşturduğu kalkan, kırılanın tam tersi özellikteydi; içerdekini hapsediyor ama dışardakinin içeriye temas edebilmesini sağlıyordu. Bu; demir parmaklık arkasındaki bir mahkûma taş atmak gibiydi. Grup, bu sırada kubbenin içine saldırdı.

Tahir çakmaklı tabancalarının tetiğine basıyor, Salih dürbünlü tüfeğiyle ardı ardına ateş açıyor, Suzan kubbenin içini buz sarkaçları, ateş ve zehirle dolduruyordu. Ali ise koca balyozunu sırtlamış kubbeye koşuyordu.

Kendini kubbenin duvarlarına vuran duman, kalkanı önce çatlattı birkaç saniye içinde parçalara ayırdı. Kalkan kırdığında Ali, dumanın dibindeydi ve dumanı savunmasız yakalamıştı. Ali koca balyozunu korkutucu bir narayla beraber dumana geçirdi. Duman, olduğu gibi toprağa yapıştı.

Darbeden sonra yerde kalan duman, çobanın üzerinden sıyrılıp adamın yanıklarla dolu vücudunu ortaya çıkardı. Ali, çobanı hemen hemen hepsi yanmış kıyafetinden tutup kaldırdı. “Efendin nerde it oğlu!” Çoban, Ali’nin sorusuna cevap vermek yerine sırıtmayı tercih etti ve ödül olarak ağzının ortasına sağlam bir kafa yedi. Çobanın ağzı şimdi kanlar içindeydi ve öndeki üç dişi yerinden olmuştu

“Sen lanet insan! Şu sesi duyuyor musun?” Yağmurun sesinin arasında ince bir ses vardı. Bir kuşun çıkarabileceği en ince ses gibi o kadar uzaktan geliyordu ki biri söylemese duymak imkânsızdı. Çoban kanlı tükürükler saçarak devam etti.

“O kadar bok kafalısınız ki kavalımın efsunu sizin gibi lanet işe yaramazları silip süpürecek benle efsunum arasındaki güç farkına şahit olunca şaşıracaksınız.” Ali yumruğunu sıktı ve tüm gücüyle çobanın suratına vurdu. Tahir iki adım öteden kafatasının kırıldığını duymuştu. Ali ellerini serbest bırakınca çoban un torbası gibi yere yığıldı. Ses giderek artıyordu ve daha zorlu bir mücadele başlamak üzereydi.

* * *

Çobanın üzerinden sıyrılan kırmızı duman şimdi yerdeki kavalın deliklerinde süzülüyor, kavaldan nağmeler çıkmasını sağlıyordu. Grup durumun farkına vardığında çok geçti. Ses giderek artıyordu Tahir kulaklarını uyuşuğunu hissetti yüreğindeki çarpıntı, uyuşmayı takip eden kulak çınlamasıyla beraber arttı. Göğsünün sıkıştığını hissediyordu; sanki taştan bir kaftan giymiş gibiydi. Dostlarının da aynı şekilde olduğunu gören Tahir düşünmeye çalıştı ama bu imkânsızdı. Düşünceleri uykudan yeni uyanan birininki kadar anlamsızdı. Bunalım ve soğuk ter ağız kuruluğunu takip etti. Tahir son gücüyle Suzan’a baktı. Suzan da aynı şekildeydi ama ağzını oynatabiliyordu. Bir şeyler fısıldıyordu Suzan ama Tahir anlamıyordu ve şimdi aslında Suzan’ı tanımadığını fark etti Tahir’in beyni artık çamurdan ibaretti sanki kafasına ağırlık yapan soğuk ve yapışkan… Tahir daha fazla direnmedi gözlerini kapattı artık yorulmuştu.

Taş kaftan parçalara ayrıldı Tahir derin bir nefes aldı. Öksürük nöbeti ciğerlerini bırakmıyordu. Kendini toparladığı gibi silah dostlarına baktı. Salih’le Ali öksürük nöbetinden kurtulamamışlardı Suzan ise olduğu yere yığılmıştı. Tahir koşar adımlarla kadının yanına geldi. Kadın nefes alamıyordu gözleri buz mavisine dönmüştü. Tahir daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Suzan’ın yanına önce Salih sonra Ali geldi. Suzan’ın vücut sıcaklığı giderek düşüyordu. Salih hızlıca sordu “Ne yapmalıyız Tahir?” Tahir kadının göğüs kafesine iki parmağıyla bastırdı ardından solunum yolunu kontrol etti. Her şey yolunda görünüyordu ama Suzan’ın durumu iyi değildi. Ali telaşla konuştu. “Tahir! Bir şey yapmalıyız elimizden kayıyor.” Hırıltılı bir ses konuştu.

“Suzan dediğiniz kadın kavalımın efsunu altında. Arkadaşınız sizi kurtarmak için tüm efsunu kendi üstüne çekti ve şimdi onu benden başka kimse kurtaramaz. İsterseniz anlaşmaya yapmaya başlayalım.”

Tahir çöktüğü yerden kalktı ve çobana doğru yürümeye başladı. Çoban ölümsüzlüğü ucundan yakalamış ve hayata geri dönmüş olsa da Ali’nin yumruğunun verdiği zarardan kurtulamamıştı. Çobanın bir zamanlar burnunun olduğu yerde ne olduğu belirsiz bir et parçası vardı sadece. Tahir çobana yürümeye devam ederken konuşma sürdü.

“Siz lanet insanlar bir işe bulaşmadan önce sonuçların ne olacağını biliyor olmalıydınız.” Kesik kesik güldü. “Şartlarım şunlar bok kafalı; bu gece bu köyü temizleyeceğim ve ordunun olanlardan haberi olmayacak. İşimi bitirdiğimde siz bok kafalılara şırıngayı yani ilacı vereceğim.” Tahir’in sesi öfkeliydi ve dişlerini sıkarak konuştu.

“Senin o pislik kafanı kesip sonrada şırıngayı alsam ne dersin!” Çoban Tahir’in öfkesine gülerek karşılık verdi.

“Şırınga sadece benim bildiğim bir yerde.”

“İşini yapmana izin verirsem Suzan çoktan ölmüş olur”

“Efsun lanet insanları sadece taşa çeviriyor öldürmüyor ama siz bok kafalılar grubu olarak işimi yapmama engel olursanız ilacı bulamazsınız ve kadın sabaha kadar heykele döner. Yavaş bir ölüm evet güzel.” Çoban tekrar gülmeye başladı ilginç sesler çıkarıyordu. Tahir’in eli sırtındaki ağır kılıcın kabzasına gitti. Hamle çok hızlıydı; çobanın kafası boynundan ayrıldı. Kafa, durumu anlamamış gibi sırıtıyordu. Vücut olduğu yere yığıldı. Havayı keserek kılıcının kandan temizleyen Tahir’in dudaklarından çıkan kelimler Salih ve Ali’nin duyacağı kadar yüksek sesteydi. “Beni affet Suzan.”

* * *

Suzan’ı hızla köye taşıdılar. Köydeki tek hekim yaşlı bir adamdı. Ali, hekimin kapısına sertçe vurdu. Kapı çok geçmeden açıldı. Yüzü çökmüş adamın elinde kirli bir gaz lambası duruyordu. Hekim karşısındakileri görünce kapının ağzından çekildi ve gruba yol gösterdi. Hızlıca, gıcırdayan merdivenleri çıkıp tahta evin ikinci katına vardılar. Adam Suzan’ı masanın üzerine koymalarını söyledi. Hekim çökmüş gözleriyle karşısındaki heybetli adamlara baktı. “Dışarda beklerseniz işimi daha iyi yaparım efendim.” Tahir başıyla onayladı ve merdivenlerden aşağı indi, arkadaşları da onu takip etmişti. Bu gece herkesten çok şey götürmüştü.

Ali yorgun vücudunu sönmüş ocağın önündeki sedire attı. Herkes susmuş yukardan gelecek haberi bekliyordu. O sırada alt kattaki odalardan birinin kapısı açıldı. Kapının eşiğinde genç bir kadın duruyordu. Kadın ocağın önüne gelip birkaç odunu tutuşturdu ve ufak kazanı ateşin üzerine koydu. Tahir’in sesi kendi kadar yorgundu.

“Bana bu köydeki en hızlı at lazım.” Kadının sesi Tahir’inkinden daha dinçti.

“Köyün diğer ucunda çiftçi Rüstem Efendi var. Köydeki tek at sahibi olan o.” Tahir anlarcasına kafasını salladı.

“Salih sen atı al ve Merkez Vilayet’e git. Ben Ali’yle beraber şu şırıngayı arayacağım.” Salih kafasını sallayıp kapıdan çıktı. Tahir ve Ali biraz ısındıktan sonra dışarı çıktı. Hafifleyen yağmura karşın rüzgâr sertleşmişti. İkili hızlı adımlarla ormana doğru yürüyordu. Ali aslında tüm köyün uyanık olduğunu fark etti. Belki dövüşün başından beri uyanıktılar ama gaz lambalarını yakmaya bile korkmuştular. Onlar ormana doğru ilerlerken tahta pencereler bir bir aydınlanıyordu. İkili köyden çıktı ve şimdi ormana daha yakındılar. Ormanın sınırına ulaştıklarında arkadan nal sesiyle karışık insan sesi geriye bakmalarına neden oldu.

“Buldum! Tahir şırıngayı buldum!” Tahir önce ne olduğunu anlamamıştı. Şırıngayı bu kadar kolay bulmaları ona fazlasıyla iyimser gibi gelmişti. Ali’nin suratına yayılan gülümseme Tahir’e de bulaştı.

“Hemen geri dön şırıngayı hekime götür!” Salih yönünü çevirmeden ikilinin yanına geldi mutluluğu yüzünden okunuyordu.

“İlacı gelirken hekime verdim. Şimdi Suzan’ı tedavi ediyor.” Tahir omuzlarından kalkan yükü hissetti adeta. Rahatlığı kelimelerle tarif edilemezdi. “Şırıngayı nerden buldun?” Atın üzerindeki adam hevesle konuştu. “Rüstem Efendiden atı aldım ve yola koyuldum. Köyün sınırından çıkarken parlak bir şey gözüme takıldı. Ay ışığı altında gümüş gibi parlıyordu. Atı oraya sürdüm ve parlayanın aslında bir tütün tabakası olduğunu gördüm. Tabakanın üzerinde altı köşeli bir yıldız vardı beklemeden tabakayı açtım ve şırınga ıslak tütünün arasında bana gülümsüyordu.” Ali ve Tahir’in takdir dolu bakışları Salih’in kendini daha mutlu hissetmesini sağladı. Üçlü köye doğru ilerlerken omuzlarındaki yük silahlarından ibaretti.

Sefa Tursun

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *