Öykü

Burun Delikleri ve Nohutlar

Bu, dediler. Bana baktılar, Bu! dediler. Titreyen dudaklar. Hepsi onların piçliği zaten…

Annem:

Kara kara gözleri. Saçları öyle omuzlarına düşmez, gül suyu kokmaz; hep öyle derler ya analarınkine, hiç değil; her daim kısa, yağlı. Beni o çürük kokan göğsüne bastırıp olduğu yerde beşik gibi sallanışı… Güçlü kollarına kendimi bırakışım, ter, sirke ve çürümüşlüğün o tarifsiz rayihası; annemin o kendine münhasır tütüsü. Dağlanan ciğerim… Ne de huzurluydum. Annem… O… konuşmayı bilmezdi; Deli Emine derlerdi. Deli değildi ki.

Babam eve pek az gelirdi:

Kel kafası terden ışıldar, göbeği ondan önde gider. Sarı atleti hep sarı, gözlerime giren aklı karalı göğüs kıllarının arasında uyuklayışım. Taraklı ayakları ne de çirkin. Hep aklımda, çıkmaz hiç; hem de hiç. Bir gün beni yere serip karnımı gavura vurur gibi tekmelerken de gene aklımda; neden ayakları böyle şekilsiz, eğri büğrü? Savurduğu tekmelerle nefesim kesilince, minderin üzerine iki büklüm… yığılıp kalınca, yattığım yerde bir yandan uğunurken öte yandan gözlerimi alamadığım o eşsiz iki ayak, oradan buradan çıkan çapraşık parmaklar, taşlaşmış tırnaklar. Babam derin derin solurken, sayrı bir köpek gibi solurken -yazık… belki de sahiden öyle, şu sürekli camii duvarına pisleyen, hocanın çifteyle vurduğu köpek- usulca, Ayakların çok çirkin baba, demiştim: Eciş bücüşler.

Suratıma anlamazca bakakalışı… Titreyen eller, donuk gözler. Üstüme eğilip saçlarımı güzelce yana tararken, evet kendinin yok diye herhalde, kıskandığından herhalde, çok severdi saçlarımı, kelinden alnına damla damla ter kayarken, Ayakkabılardan, demişti: Abime küçük gelen ayakkabıları giymekten. O benim abimdi ama benim ayaklarım daha büyüktü.

Benim ayaklarım pek güzeller.

Bir bebek kardeşim vardı:

Babam ona tahtadan beşik yapmıştı; çirkin, her yanında budak izleri… eğri büğrü bir şey. Doğru düzgün sallanmazdı bile. Gıcırtı, gıcırtı… Ama Ali, yoktan yere başımıza musallat olan patates, o beşikten başkasında uyumuyordu işte. Evde kimsecikler yokken, tabii nenemden öte, o hep evde, beşiği ocağa attım; kararışı, kabuk kabuk dökülüşü; bükülüyor alevler, titreşiyor; mutlular, sıcacıklar. Nenem, olmayan dişlerinin arasından, Ecinniler! demişti babama: Ecinniler çaldı beşiği.

Sürekli ağlayan Ali, hep ağlayan zırlak… İşte yine!.. Ağlıyor, ağlıyor! Kulaklarımı tıkayışım, gözlerimi yumuşum, kafamı minderlerin arasına sokuşum… faydasız. Zırlama sesi boğuyor, gırtlağıma yapışmış. Debelenişim, kesilen nefesim, kulaklarımdan içeri girip beynimi siken, yani şey… beynimi kemiren sıçanlar. Ölüyor gibiydim. Sanki…

Beni hışımla ayaklandıran, boynuma doladığı yularla günaha sürükleyen kara şeytan. Valla o! Hem mühürlemiş beni. İstersen gösteririm. Burnuna nohut soktum. Ali’nin iki burun deliğine de nohut soktum. Ağlıyor. Hâlâ ağlıyor. Kollarıma yapışmaya çabalayan minik eller. Koli bandı hep testilikte asılı durur. Ağzını bantladım, bir kez değil, üç dört kere doladım; susmuyordu, ne yapsaydım? Morarıp gitti, ama ölmedi piç.

Ağzını topla!

Dudaklarımı ısırdım, yüzüm yere düştü…

Neyse. Babamın rakı şişesini minderlerin üstüne fırlatıp aceleyle koşuşu. Yerlere saçılan içki. Odaya yayılan eşsiz rayiha… Babamı tay sanışım. Her adımında sağa sola sallanan göbeği… Ali’nin ağzındaki bandı bir çırpıda söktü ama burun deliklerine soktuğum nohutları çıkarmak… güç iş. Sonunda bana dönüp kan içinde kalan eliyle… elinin tersiyle suratıma öyle bir yapıştırdı ki boynum çatırdadı, yere yıkıldım. Tekmeliyor. Tekmeliyor…

Nenem… Sürekli gülerdi:

Dişleri yoktu, hem de hiç! Elimi ağzına sokup damaklarının her yanını yoklayışım, tek bir tane bile bulamayışım. Hem de kör. Soyunuk ya da giyinik olmamın onun gözündeki manasızlığı; yanında anadan doğma oturuşum. Gerçi görse ne, görmese? Bunaktı. Beni eski âşığı sanırdı. Ona, Seni kaçırcam Zeynep, demiştim: Bohçanı topla, ikindiye damda gözle beni, demiştim… Gülüyor, hep gülüyordu. Artık gülmesin, hiç gülmesin istemiştim. Ecinniler deyip gülüyordu. Onu kandıracaktım, beni damda, elinde bohçasıyla bekleyecekti. Gitmeyecektim. Artık gülmeyecekti. Gülmesin.

O gün dama çıkmadı, ikindi oldu, gün öldü, gece çöktü de yok. Bohçasını bile düzmedi. Ama… Zeynep demiştim. Zeynep, seni kaçırcam… Yolumu gözle…

Dememiş miydim?

Manasız gözler, tombiş eller.

Sinirden ne yapacağımı bilemedim. Dama çıkmıyordu. Bohçasını düzmüyordu… Ama gülüyordu. Ecinniler… Bekleyişim, bekleyişim… Sonunda kıvrılıp uyuyakalışım. Nenemi, sabaha karşı toprağın üstüne kurbağa gibi yapışmış buluşumuz. Damdan düşmüş. Elindeki bohça ölü parmaklarında sımsıkı. Babamın içini çeke çeke ağlayışı… Ahh! Çıplak olmamın ya da olmamamın onun kör gözündeki manasızlığı… Geceyle gündüzün, vakitlerin onun gözündeki manasızlığı; ne bilsin nenem? Gülmüyordu ama. İşte, işte artık gülmüyor. Ta ki…

Üç beş kadınla annem nenemi yıkarlarken sindiğim soğuk bucakta, gülmeyen nenemin yadsıdığım çehresine alık alık dalmışken annem; o âna dek ciğerime izmarit basasıya sevdiğim, o andan sonraysa ötemdeki varlığından bile hazımsızca tiksindiğim o kadın, elindeki maşrapayı yanlış bakraca daldırdı! Kulak zarımı yırtan çığlıklar. Sarkan göz kapakları. Nenemin ölü suratına dökülen kaynar su. Seğiren, kımıl kımıl gerilen, sonra, işte sonra yine sırışan dudaklar. Anırır gibi haykıran gassal kadın… Nenem gene gülüyordu işte, kefenine sarıldığında bile, dizili dokuz tahtanın, küreklerce toprağın altında bile gülüyor. Düşlerime çöken kara gece, olur olmadık yerde önüme dikilen, bastonuna dayalı ak dastarlı nenem; beteri yanı başımda yarı çıplak yarı kefenli uyuyan, kaynar suyun eğdiği çehresiyle gülen nenem. Genç olsa neyse ama… Annem olacak o kadından hep!..

Yeter.

Hı?

Bu ilk miydi?

Şapkası ne güzel, desenli desenli. İlk miydi? Neyin ilki?

Sen sıyırmışsın, dedi: Kaç yaşındasın ki? On beş mi?

Imm.

Bir şey söyle.

Valla kör şeytan, dedim. Hem… hem mühürlemiş beni. Minicikliğimden beri o şey…

Baktı, zeytin gözleri hissiz, botlarını çapraz etmiş. Arkasına yaslanırken dudağını yaladı. Topal İsmet’i andırıyor sanki. İsmet ki; gecenin bir kör saatinde, eline doladığı kestane saçlarla gözümde Allah gibi. Peşi sıra sırtüstü sürüklenen kızın çığlıklarıyla ılık ılık yunan ben. Tüm ahali perdelerin arkasında sinerken peşlerinde yalnızca ben; göğsüme konan öpücüklerle titreyişim. Ümmü’nün çıplak topukları kurtulabilme çabasıyla eşiniyor; ama mümkün mü? Tırnakları toprağa gömülüyor, kendini sağa sola çarpıyor da hiç olası mı o tapılası adamın elinden kurtulmak? Ah bende ne arar İsmet Emmi’deki bilek; kollarım çilpi, ümüğüm çıkık. Arkalarından iz gibi, süs gibi serilen saçlar; peşleri sıra tel tel topladığım… yumak edip kokladığım. Genzime dolan güllü sabun ıtırı… Babası, pamuk çuvalı gibi sürünen Ümmü’yü samanlığa sokup karnını tabanıyla çiğnerken içerdeki ufacık başın ezilişini tüylerimde duyumsayışım. Sonra… ah sonra kızın karnına saplanıveren dirgen. Çöp gibi parmakların arasından akan, fasalları ıslatan sıcacık kanlar. İsmet’in al yanaklarına kayan yaşlar; zaten nasıl ağlamaz insan? Ben de ağlarım; hem de öyle ağırbaşlı değil, hıçkıra hıçkıra ağlarım.

Öksürdü, ayılttı beni; ılık bir mayışıklıktan çekti aldı, gazel oldu yele kapıldı düşlerim. Jilet gibi gömlek, başıyla boynu bir, öküz gibi herif, yiyecek gibi bakıyor bana. Ellerim terli, sırtım kaşınıyor. Sandalyeye çaktırmadan sürtünürken, Göstereyim mi? dedim.

Neyi?

Mührü işte…

Başını salladı: Göster.

Ama… Yutkundum: Öyle hoş bir yerde değil.

Nerede?

Gözümle arkamı işaret ettim: Sol yanağımda.

Yüzünü ellerine gömdü, Hay Alah’ım bana mukayyet… diye mırıldandı. Dindar adam belli; bizim hocayla iyi anlaşırlardı; tabii ölmese. Burnunun yanında içimi gıcık eden kocaman et beni; uzanıp da sıktıramadığım. Halbuki naylon iple boğsan kurur iki güne.

Dik dik bakıyor: Olsun, göster.

Ehh… Sandalyeden kalkıp sırtımı döndüm, rükuya varıp pantolonumu sıyırırken aklıma sıralanan ufaklığımın nadide anları. Bu çokça alışık olduğum duruş… Hoca Efendi mührümü çok severdi. Sürekli öpmek isterdi.

Küçücük, hem kuşa benziyor, değil mi ama?

Yan yan dururken görebildiğim yarım yamalak yüz, pek yaklaşmadan, öteden bakıyor kuşuma. Evet, dedi, gerçekten de kuşa benziyor.

Acaba öpmek ister mi? Sormadım. Çekip pantolonumu yerime geçince karşıma kuruldu o da; yorgunca duruşuyla, abdest eli sandalyesinin kolunu çırımlıyor, diğeri de çenesini okşuyorken sordu: Kaç kişi olduğunu biliyor musun?

Kaç kişi mi? Annem, bir de babam, bir de Ali… Bir de… bir de öbürleri işte.

Öne atıldı, Öbürleri dediğin neredeyse tüm köylü! diye tısladı. Yüzüme saçılan tükürükler… Tikledim, yüreğim çıkacaktı: Niye kızdı şimdi bu?

Kara şeytan, dedim hemen: Valla ben…

O sıra aralandı cennetin kapısı, bir kızıl paket çıktı gün yüzüne, haleler, şavklar içinde. Çekti bir tane; dudaklarına koyarken… ah sevdiceğimin kınalı ayasını öpmeye meylederken ciğerime ciğerime gömülen devlet babanın copları: Tamam devam et, diyor bir de, insan vermez mi şu garibana da. Gök görmedik herif.

Anneni de… Bebeği de. Hepsini anlat.

Sol gözümden debelenerek kurtulan bir tuzlu damla ayak ucuma tıp diye yapıştı. Be- ben… diye kekeledim: Deli Emine derlerdi ona…

Osman Eliuz

Yazım sanatının her türünü okuyor, deniyorum. Hangi tür olursa olsun gerçeğin kıyısında gezen anlatıları seviyorum. Üslubum genel olarak karaktere yaslanır. Olaydan öte hikaye ediş ilgimi çeker. Sanırım bendeki sıradan bir öyküde renk bulma çabası, yahut ona bir renk uydurma çabası. Yazmanın yakamı bırakmayacağı besbelli, o açıdan direnmeye lüzum görmüyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for ozbabur ozbabur says:

    Merhaba,
    Öykünü üç kez okudum. Anlatımının fark edilmemesi mümkün değil. Hep iyiydi kalemin evet ama şunu fark ettim, kelimelerin bildiğin dans ediyor artık. Anlattığı ne olursa olsun güzel bir metin okumanın, özenilmiş, üzerinde çalışılmış bir öykünün okura verdiği keyif bambaşka. Ve hep üstüne koyarak ilerliyorsun. Başarı bu değilse nedir?
    Bir kelime var, o olmasa daha iyi olurdu sanki… Bir de öykünün adı böyle sert bir öyküye pek uymamış fikrimce. Bu ikisi haricinde “olmuş” sayın yazar; yeteneğin yolunu aydınlatsın inşallah.
    Bir öykü dosyası hazırlayıp yayınevlerine başvurmalısın, henüz denemediysen.
    Kalemine sağlık.

  2. Merhaba

    Çok iyi bir anlatımla yine çok iyi bir öykü okudum. Tabulara dokunmak kolay değildir, herkes de cesaret edemez. Ölçüsünü kaçırdınız mı, ağızda metalik bir tad bırakır. Ben, insanların yüzüne tokat gibi çarpan anlatımları ve kurguları seviyorum. Yukarıda yazdığınız öyküyü, düz bir anlatımla başka biri yazsaydı, sıradan bir üçüncü sayfa haberinden öte gidemezdi belki. Ama sizin zengin dilinizle böyle bir şölene dönüşüyor. Tebrik ediyorum.
    Sadece bu kısmı, metnin ağırlığından kopmuş gibi algıladım: Bu çokça alışık olduğum duruş… Hoca Efendi mührümü çok severdi. Sürekli öpmek isterdi. Ama belki de çocukluğundan bir anı olduğu için, anlatım böyledir. yazarın takdiridir.
    Nene’nin yıkanma bölümünü ise gıptayla okudum.

    Yukarıdaki yorumda bahsedilenlerden kitap kısmına katılıyorum. Öykü adı ise bana göre çok oturmuş. Sert bir öyküye tezat oluşturduğu için.

    Elinize sağlık

  3. Avatar for Senaa Senaa says:

    Merhaba @Osman_Eliuz,

    Öykü içinde öykücükler okudum sanki. Anne, baba, nene, kardeş… hepsiyle olan ilişkilerden farklı farklı ve yine bu güzel tatta öyküler doğabilirmiş.

    Öykünün adını okuyunca böyle bir konu çıkacağını tahmin etmediğim için kendime şaşırdım açıkçası. Tüm kurgu çok keyifli ve tadında bir anlatımla taçlanmış.

    Kaleminize sağlık :pray:t2:

    Sevgiler,

    Sena

  4. Wowww

    Çok sert, çok güçlü ve çok duygusal bir öykü. Ve de çok karanlık.
    Sanat zaten had safhada kendini belli ediyor da zanaat da ondan aşağı değil.

    Çocuk nefret bir şey. Soru şu, neden? Başına gelenlerden mi, genden mi, psikolojik sorunlardan mı?

    Hepsinin sonunda çok ilgi çekici. Ama… Bu tür hikayelerde figüranların hayatını kaybetmesi biraz da haksızlık gibi geliyor bana… Ölüyorlar düpedüz bir kişinin iç hesaplaşmaları yüzünden. Ya onların iç hesaplaşmaları?

    Osman senin bu seçkideki favori yazarlarımdan olduğunu biliyorsun. Ben de arkadaşlara katılıyor seni artık raflarda da görmemiz gerektiğini düşünüyorum.

    Ellerine sağlık
    Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…

  5. Ahlaki bozukluk yaşayan deli bir kişinin ustaca anlatılmış öyküsünü okudum. Öykü olduğunu bilmesem delinin hayat hikayesinden bir parça sanacağım. :thinking:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

19 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for Umutunjelibonu Avatar for gayekcelik Avatar for Senaa Avatar for MuratBarisSari Avatar for ebuka Avatar for Muge_Kocak Avatar for ozbabur Avatar for Osman_Eliuz Avatar for nkurucu Avatar for Arokan Avatar for UlianaHippogrief Avatar for Ilhan_Kahraman Avatar for Yuzuri