Öykü

Ölümden Uyanmak

Durgun ve ıssız denizin ortasında küreksiz usulca hareket eden bir kayık vardı. Kayığın içinden berrak bir kadın sesinin belli belirsiz şarkı mırıldandığı duyuluyor ve suyun yüzeyinden bu sesin arasına karışan iniltiler yükseliyordu. Kayık, denize ağır koyu bir perde gibi inmiş olan sisi yararak ilerlerken önünde asılı duran feneriyle karanlığın içine alev rengi bir ışık yayıyordu. Kayığın burnunda ışığın vurmasıyla görünen uzunca bir siluet duruyordu. Kıpırdamaksızın öylece dikiliyor ve ara sıra omzunun üzerinden bir kuş gürültülü kanat çırpışlarıyla yukarılara gidip daha sonra tekrar olduğu yere dönüyordu.

Sessizliğin soğuk tenine sıcacık değen şarkının sesi kesildiği anda siluetin bedeni geriye doğruldu. Kayığın kıç kısmında bir hareketlenme oldu. Şarkı sesinin yerini soluk soluğa kalmış bir adamın nefes alışverişleri aldı. Siluet tekrar önüne döndü.

“Sonunda uyandın!” dedi kendinden emin bir şekilde.

Adam, paspal kıyafetleriyle oturduğu yerde doğrulmuş hâlâ nefesini toparlamaya çalışıyorken kayığın içindeki bir fener aniden kendiliğinden yanıverdi. Adam bunu görür görmez irkildi ve önündeki kapkara giysili yabancıya gözlerini çevirdi. İçinde duyguya dair tek bir şey yoktu; hissetmiyordu. Varlığını bir sebebe bağlayacak hiçbir hatıra canlanmıyordu zihninde. İlk defa gözlerini hayata açmış gibiydi. Ağzını kıpırdatıp bir şeyler söylemeye yeltendiği sırada gözlerini diktiği yabancı arkasını döndü. Süt renginde teni ve bembeyaz gözleriyle genç ve çok güzel bir kadındı. Elleri, kafasına geçirdiği geniş kapüşona doğru gitti ve bunu yaparken adama gülümseyip simsiyah saçlarının her iki omzuna dağılışına izin verdi.

“Bu kadar çok uyuyacağını tahmin etmemiştim.” okşayıcı sesiyle devam etti, “Bir şey hatırlıyor musun?”

Adam, kadının safi güzelliği ve sesinin huzur verici ahengi karşısında büyülenmişti. Bu simsiyah elbisenin içinde böyle birini beklemiyordu. Duygularını hissetmemesine rağmen bu kadına bir yakınlık duyuyordu. Birden kadının sorusuna uyandığından beri kendinin de cevap aradığını fark etti. An itibariyle zihnindeki tek hatıra bu kayıkta uyanışıydı.

“Ben… Ben bir şey hatırlamıyorum.” dedi gözlerini anlamsızca etrafta gezdirerek. “Sen kimsin?” duraksadı, “Hatta ben kimim?”

“Ey insanoğlu! Bana kayıkçı derler. Buradaki vazifem inançlı ruhları karşıya götürmektir.” keskin siyah kanatlarıyla bir kuzgun kayıkçı kadının omzuna doğru süzülüp konduktan sonra kadın iç çekti, “Sen ise öte dünyanın varlığına inanan son ölümlüydün. Bu yüzden buradasın.”

Kadının söyledikleri onun için bir şey ifade etmiyordu. Adam hiçbir şey anlamıyordu. Ölmüş müydü yoksa dirilmiş miydi? Yaşıyor muydu ya da ölü müydü? Aklında yüzlerce soru cirit atıyordu. Henüz kendisinin bile kim olduğunu bilmiyordu. Dizlerine sarılıp kafasını içine gömdü. Zihninde bir şeyler canlandırmaya çalışıyorsa da hepsinde başarısız oluyordu.

Kuzgun, kadının omzundan etrafı seyrediyordu ki kayığın kenarına süzüldü. Yavaş adımlarla kıç tarafa, adamın yanına giderek kömür gözlerini üzerine dikti. Kadın da o anda sağ elini karnının hizasında ileriye doğru işaret ederek kayığın yönünü değiştiriyordu.

“Öte dünyaya inanan son kişi olman sana epey acı çektirdi, insanoğlu.” adam kafasını kaldırıp kadına dikkat kesildi, “Yaşadığın yerde insanların gönülleri zevk ve umarsızlıkla çalkalanırken sen inancından hiçbir zaman dönmedin. Dua ettin, yalvardın. Senin dışındakiler günlerini gün etmeyi kendilerine dert edindiler. Sarhoş olup eğlenceden eğlenceye koştular. Keyifleri ne istediyse onu yaptılar. Riyakâr oldular, yalan söylediler. Öte dünyayı unutup yaşadılar ve öldüler. Yeryüzündeki o iğrenç gürültülerin arasından bir tek senin sesinin yankıları inciler saçıyordu. İnsanlar sana ve inancına katlanamayınca seni eğlencelerinin kuklası hâline getirdiler. Dışlandın ve yalnız kalıp acı çekmeye mahkûm edildin. Fakat kimseye muhtaç değildin. Kırlara göçtün…” adama döndü, “ve nihayetinde yalnız başına öldün.”

Adam iki elini başına götürdü. Kollarını dizlerine yasladı ve yere bakarak “Madem bunları yaşadım, niye hatırlamıyorum o zaman?” diye mırıldandı, “Anlattıklarının hiçbirini yaşamış gibi hissetmiyorum!”

Kayık biraz hızlanınca altına ve yan taraflarına bir şeyler çarpar oldu. İlerledikleri yönde sis perdesi çekilmeye başlıyordu.

“Bıraksaydım da bu acı anılarınla kahrolmanı mı izleseydim, ey insanoğlu?! Seni acılarından arınana, onları unutana kadar uykuya daldırdım. Hiçbir şey hatırlamaman bunun içindir.”

Kadın, gecede bir çift ay gibi salınan gözlerini karşıda beliren kıyıya doğru çevirdi. Kayığın kenarlarına sürekli bir şeyler çarpıyor ve ilerlemesi zorlaşıyordu. Kadın eliyle kıyıyı işaret ederek adama “Bak!” dedi. Adam yerinden doğrulur doğrulmaz karşıdaki mahşerî kalabalığı gördü. Belki de milyonlarca olan bu insan mahşerinde kimi kendi etrafında dönerek kimi bir ileri bir geri yürüyerek kimiyse oturarak veya yatarak ağlanıp sızlanıyordu. Gri bir buğday tarlasına benzeyen bu insan kıyısı manzarası dehşet vericiydi. Kıyının yanında ilerledikçe keskin pis bir koku yayılıyordu. İnsanların çoğunun kıyafetleri ya yoktu ya da üzerlerinde zoraki duran yırtık bez parçaları vardı. Kalabalıktan müthiş bir gürültü yükseliyordu. Çığlıklar ve duaların arasında suya en yakın güruh kayığın yaklaştığını görünce daha çok bağırmaya başlayıp kayığa doğru yüzmeye koyuldular. Bu sırada uzun süredir kayığın kenarına tüneyen kuzgun kanatlarını açtı ve kıyının üzerinde daireler çizmeye başladı.

Kadın, “Bu gördüklerin öte dünyayı unutanlardır.” dedi hepsine acıyarak baktıktan sonra. “Ölümü görünce buraya gelirler ancak öte dünyaya inanç beslemeyen kimsenin bu suyun ötesine geçiş hakkı yoktur. İşte bu yüzden sonsuza kadar burada bekletilirler.”

Adam bakışlarını kadına çevirince kadının ona gülümseyerek baktığını fark etti.

“Kendini şanslı say, insanoğlu! Nice zamandır bu kayığa senden başka kimse binmedi.”

Kayığın etrafına bedeni çürümüş onlarca insan toplanıyordu. Hepsinin dudaklarından “Affet!”, “Kayığa al beni.”, “Kayıkçı!” gibi kısacık laflar dökülüyordu. Seslerinin zorlukla çıktığı çok belliydi; bazıları sanki fısıldıyordu. Yüzlerce beden kulaç atarak kayığın etrafına yığılıyordu. Kayıkçı kadın kayığın yönünü değiştirirken bazıları kayığın kenarlarına tutunmaya çalışıyordu. Adam suya bakarken bu çürük bedenlerden bir tanesinin ona doğru ellerini uzattığını gördü. Hemen geri çekilip yerine oturdu. Ama beden kayığa çıkmakta ısrarcıydı ve elleriyle tutunarak kendini yukarı çekti. Kadın, kayığa binmeye izni olmayan bu bedene delici bir bakış fırlattı. Kuvvetli bir rüzgâr bedene doğru uçtu ve onunla beraber beden saniyeler içinde kıyıya doğru savruldu. Ardından kayığın etrafındaki bütün bedenleri savuran bir rüzgâr belirdi. Suda oluşan dalgalar durulunca kayık daha hızlı ilerlemeye başladı. Başından beri içinde bir şey hissetmeyen adam heyecanlanıp korkmuştu. Yine az önceki gibi kafasını içine gömmüştü ama bu sefer ağlıyordu. Hem de hıçkıra hıçkıra ağlıyor, olanları bir türlü sindiremiyordu. Kayıkçı kadın önüne dönmüş gittikleri yolu seyrediyordu. Adam bir müddet ağladıktan sonra kafasını kaldırdı.

Gözleri dolmuştu. Burnunu çekeler hâlde, “Kaç yıldır uyuyorum ben?” diyebildi.

Kadın, yüzünü tekrar adama döndü ve cevapladı, “Yaklaşık on bin yıldır.”

“Bunca zamandır hep burada mıydım ben? Bütün her şeyimi, acılarımı unutmam için on bin yıl mı gerekti?” dedi hayretle gözlerini açmışken.

“Evet, insanoğlu. Sizler tuhaf yaratıklarsınız. Yaratıldığınızdan bu yana hiç değişmediniz. Acılarla yaşamayı öğrendiniz de onları yok etmeyi bir türlü öğrenemediniz. Hepiniz aciz şeylersiniz. En büyük zayıflığınızın yüreklerinizin köklerine yer etmiş acılar olduğunu kabullenemediniz. Mağrur olup ıstıraptan kaçtınız. Dayanılmaz acılar çektiğinizde sadece mutlu olmayı dilediniz. O anları unutmayı istediniz. Senin yeryüzünde yaşadığın zamanlarda bile böyleydi. Seni bulduktan on bin yıl sonra gelen ruhların sönüklüğü de siz insanların ne denli aşağılık yaratıklar olduğunuzu anlamamı sağladı. Başlangıçtan bu yana acıdan kaçma isteğinizin, mutlu olma çabanızın size öte dünyayı unutturduğunu göremediniz. Halbuki sizin yaratılışınızda dahi bir acı var.”

Adam ağlamaya devam ederken kayık büyük siyah dağların çepeçevre dizildiği devasa bir vadiye doğru yol alıyordu. Kuzgun ise sisli gökyüzünün göbeğinden fırlayıp tekrar kadının omzuna süzüldü. Kuzgunun sesini duyan adam karşılarında büyüyen bu koca dağların altında ürktüğünü hissetti. Soğuk hafif bir yel esiyordu vadinin girişinde. Karanlığın ortasında yalnız başına dolaşan bir ateş böceği gibi görünüyordu kayık. Adam sakinleştikten sonra elleriyle gözyaşlarını sildi. Gayet hüzünlü bir hâlde “Bütün bunları neden anlattın bana? Neden gösterdin bana o insanları?” dedi.

Kayıkçı kadın hiç tereddüt etmeden, “Her ne kadar seni hatıralarından arındırsam da anlattıklarımı bilmeni, öte dünyaya inanmayanların sonunu da görmeni istedim. Bunların gideceğin yerde sana ıstırap vereceğini ya da aklının ucundan dahi geçeceğini sanmıyorum. Endişelenme.” dedi vadinin içine doğru eliyle işaretler yaparken.

Adam anlamsızca kadına baktı. “Bir yere mi gideceğim?”

“Tabii, bir yere gideceksin. Ebediyen bu kayıkta duramazsın.”

Kayık vadinin içine doğru girmiş, ahşap iskeleye doğru yaklaşıyordu. Kadın sağ eliyle yaptığı birtakım işaretleri bitirdikten sonra iskeleden itibaren başlayan upuzun bir yolda sıra sıra yanan meşaleler gözüktü. Yol masmavi bir çizgide aydınlandıktan sonra kayık iskelede durdu.

“Nereye gideceğim? Beni burada yalnız mı bırakacaksın? Uyandığımdan beri hiçbir şeyi anlayamıyorum! Neyin nesi bütün bunlar?”

“Sadece ışığı takip et, insanoğlu! Hatırlamadığın inancın sana doğru yolu gösterecektir.”

Adam ayağa kalkıp iskeleye adımını attı. Bunu yaparken öyle zorlanmıştı ki iskeleye çıkar çıkmaz yere kapaklandı. Tüm eklemleri kopuyormuşçasına ağrıyordu. Yerden doğrulduktan sonra kadının kayığı çevirdiğini ve gitmeye hazırlandığını gördü. Adam kendini alamayıp kadına seslendi, “Bütün her şey rüya olamayacak kadar gerçek ama gerçek olamayacak kadar da rüya gibi! Sana teşekkür etmem lazım mı bilmiyorum kayıkçı. Daha beni getirdiğin yolun nereye çıkacağını bile bilmiyorum!”

Kadın, kayığın arka kısmına geçip adamın durduğu tarafa döndü. Kayık suyun üzerinde yavaşça ilerliyordu. Kadının beyaz gözleri biraz sonra sisin içinde kalmaya başlayacaktı.

“Merak iyidir, insanoğlu! Türün yeryüzünde bunun sayesinde hayatta kalabildi. Bana teşekkür etme konusuna gelirsek…” dedi kayıkçı, “Belki bir gün karşılaşırsak sana bunu hatırlatırım. Ama ben bir süre daha buradayım. Her ne kadar alçak yaratıklar olsanız da içinizden bazen bir mucize doğabiliyor! Senin gibilerin varlığına dair umudum bir gün tükenirse bu kıyıya varıp kayığı ateşe vereceğim.”

Kadın neredeyse gözden kayboluyordu. Sesi yankıyla beraber kıyıya yarım yamalak vuruyordu. Beyaz gözleri hâlâ sisin içinde havada asılı duruyordu.

Adam kendi isminin ne olduğunu sormamıştı. Aniden aklına gelen bu soruyu kadının duymama ihtimaline karşı bağırarak sordu. “İsmimi söylemedin! Yeryüzünde benim ismim neydi?”

Kadın artık görünmüyordu. Kayığın ışığı da yok olmuştu. Sapsarı aydınlanan suratı şimdi yarı karanlık yarı mavimsiydi. Kadının sesi pürüzsüzce vadinin içini doldurdu. “İsmine bir daha ihtiyacın olmayacak, insanoğlu! Öğrenmen faydasız.”

Bunu söyledikten sonra o güzel sesiyle bir şarkı söylemeye başladı kayıkçı. O, bu köhnemiş diyara ait tek güzellikti. Onu gören ve duyan bütün bedenler, cazibesine kapılıyor ama yanında olamadıkları için yeryüzündeki günahlarından daha çok pişmanlık duyuyorlardı. Söylediği bütün şarkılar da canlı cansız bütün karanlık diyarın gönlünü dağlıyordu.

Geçip gitti buradan o eski bahar yeli,

Bilmedi hiç, hissetmedi onu insanoğlu.

Değip bitti topraklardan her bir tanrı eli,

Bilmedi hiç, göremedi onu insanoğlu.

Adam kollarını önünde bağdaştırdı ve şarkıyı dinledi. Bedeni üşümesine rağmen bu ses içini ısıtıyordu. Gözlerini kısarak epey yukarıdaki uçsuz bucaksız koyu dağlara baktı. Sanki tüm heybetleriyle göğüslerini germişler onu bekliyorlardı. Her yanını bir ürperti sardı. Önünde tepeye doğru bir patika uzanıyordu. Geldiği vadide sadece büyük kayalar ve yerde kül rengi yumuşak bir toprak vardı. Yol boyunca seyrek bir şekilde uzanan kayaların kenarlarındaki meşaleler biteviye yanıyordu. Bir süre etrafına bakındı ama meşaleli yoldan başka her yer zifiri karanlıktı. Nitekim yürümeye koyuldu. Yürüdükçe daha çok üşümeye başladı ki patikada kollarını bağdaştırmayı hiç bırakmadan yol alıyordu. Korkudan etrafını kolaçan ederek hızlıca yürüyordu. Yürüyor, yürüyor ve yolun bitmek bilmemesi onu daha da çok korkutuyordu. En sonunda, ufukta görünen o yüksek heybetli dağların tam ortasında dikey bir çizgi belirdi. Yolun iki yanındaki seyrek hâlde duran sarp büyük kayaların arasında artık neredeyse koşar duruma gelmişti. Nihayet uzunca bir süre sonra dikey çizgi bir ışık huzmesi olarak suratını aydınlatmaya başlamış, etraf mavi ve beyaz renklerin alacasında boyanır olmuştu. Uyandığı andan beri içinde duyduğu duyguları yavaşça yeniden tanıyor olmasına rağmen o an büyük bir heyecan kaplamıştı içini. Biraz daha yürüyünce önüne birkaç basamak belirdi. Her yer koyu taşlardan ibaretti. Bastığı yer o kadar soğuktu ki basar basmaz neye uğradığını şaşırdı. Şimdi düz bir alanın üstündeydi ve karşısındaki kör edici ışığın önünde duruyordu. Yine heyecanla çevresini kolaçan etti. Meraklı gözlerle ışığın geldiği yeri incelemeye çalıştı. Işığa doğru yaklaşınca kafasını yukarı çevirdi ve bunun aralık duran devasa bir kapı olduğunu fark etti. Keskin şekilde işlenmiş taştan devasa kapının üzerinde anlam veremediği çizgiler, desenler vardı. Ansızın ışığın içinden küçük zerreler hâlinde kar tanesi gibi parçacıkların çıktığını ve üzerine yapıştıklarını gördü. İrkilip geri çekildi. İrkilmesine rağmen huzur verici bir melodi geldi bu sefer kulaklarına. Ve melodiden bir kadın sesi duyuldu. Birkaç saniye sarhoşçasına olduğu yerde durdu. Bu sefer irkilmesine sebep olacak başka bir ses duydu. Sanki bir zincir yerden yere vuruluyor ve sürünüyordu. Ardından güzel melodinin içinden çığlık sesleri de duymaya başladı. Bunları duyunca korkusundan kapıdan geri geri uzaklaşmaya başladı. İlk seferde üzerinde duyduğu huzura şimdi korku da karışmıştı. O geriye doğru uzaklaştıkça beyaz zerrecikler vücuduna daha fazla yapışmaya başladı. Çığlıklar atıyordu. İçinde salt korku barınıyordu artık. Düşünmeden kaçmaya başladı. Basamaklara gelir gelmez ayağı takıldı, tökezleyip düştü. Çaresizce ayağa kalkmaya çalışırken ve çığlıklar atmaya devam ederken kapının ardına kadar açıldığını gördü. Kulakları sağır edici bir ses yayıldı. Kapı ardına kadar açılınca ilk geldiği zamanki melodi çoğaldı, çoğaldı ve bütün vücudu huzurla dolmaya başladı. Küçük sıralar hâlinde sürüyle beyaz zerrecik sanki onu içeriye çağırıyordu. Bir anda korkuyu unuttu. Gülümsüyordu şimdi. Yavaş adımlarla zerreciklerin üzerine yürüyerek devasa ışık huzmesinin içine daldı. Kaybolup gitti. Onun kaybolmasıyla beraber kapı aniden kapandı. Meşaleler söndü. Zifiri karanlıktan ve soğuktan başka bir şey yoktu. Vadide kayıkçı kadının nağmeleri yankılanıyordu sadece.

Semih Berber

1999 yılında Bilecik’te doğdu. Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü son sınıf öğrencisi. Ayrıca antropolojiye büyük bir ilgisi var. Yazmak işine lisede şiir ile başladı. Son zamanlarda da kendi çapında öyküler kaleme alıyor, öğrendiği, okuduğu şeyleri öykülerine yansıtmaktan büyük bir keyif duyuyor. Yazmaya çabaladığı bir bilimkurgu novellası ve bir fantastik romanı var. Bunlar haricinde evde vakit geçirmekten ve okumaktan başka bir şey yaptığı yok. Keşfedilmeyi beklerken keşfedilmeye çalışıyor.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for SJack SJack says:

    Merhaba Semih Bey

    Seçkinin temasını yansıtan duru bir öyküydü Ölümden Uyanmak. Anlatımınız gayet güzel ve anlaşılır. Ölüm ve inanç üzerine güzel bir çalışma olmuş.

    Kaleminize sağlık.

  2. Üslubumu bilhassa sade tutmaya çalışmıştım, demek ki başarabilmişim. Klasik bir mit karakterini alıp değiştirerek ancak bu kadar öyküleştirebildim. Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim :slight_smile:.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for SJack Avatar for Saralondes