Öykü

Yemekte Ne Var

Aralığın son günleriydi, dersten yeni çıkmış yemekhaneye gitmiştim. Sınav dönemine girmek üzereydik, ondan iyi beslenmeye dikkat ediyordum. Şansıma, Kartal ve Berrin’e denk gelmiştim; her zamanki masaya oturmuşlardı. Tabii onlar da o zaman bir öğrenci filmi çevirmeye uğraşıyorlardı. Ben masaya geldiğimde fark etmemişlerdi bile, hararetli bir tartışmanın ortasındayken. Tepsimi masayı bırakıp, diğer yanıma defterlerimi, notlarımı serdim. Ne konuşuyorlar diye dinlemeye başladım.

Gözü pek Kartal, “Kemal’i vuranın Cüneyt olması şart. Başka bir yolu yok.” diye masayı dövüyordu. Gözlerinin etkisinde kalmamak için, kendi başını öbür tarafa çeviren Berrin’e gelince, onun da cevabı hazır. “Benim orada itirazım yok ki. Bu hikayeyi, tamamen o ikisi arasındaki manevi kardeşlik üzerine kurduk.” Sesini gürleştirerek devam etti. “Fakat diyorsun ki; daha ilk sahneden, daha seyirciler ne Kemal’i ne de Cüneyt’i tanımadan, film Cüneyt’in Kemal’i vurmasıyla başlasın. E iyi de..” Elini yanağına vuruyor Kartal. “Yani filmi çocukluk yıllarından mı başlatalım?” Bir kez daha. “Öyle yapınca da bu sefer, yozlaşmış bir dünyayı anlatan dramı toz pembe bir giriş ile açmış oluyoruz.” Berrin “Ya şimdi—” diye toparlayamadan, önce Kartal’ın gözleri, ardından da Berrin’inkiler yavaştan başka bir tarafa kayar.

“A bak kim oturmuş soframıza?” diye karşılanırım nihayet. “Selam Çetin!” Ben de, “Size de afiyet olsun,” diye onlara dönüp gülümsedim. Kartal, bir tepsi yemeğin yanında bir tepsi kağıdı fark edince sordu “E nasıl gidiyor? Sınavlarla uğraşıyorsun herhalde?” diye. “Evet, vizelerle boğuşuyorum. Asıl sizi sormalı. Kemal kim, Cüneyt kimdir? Hangisi hangisini vuruyordu?” Bu kadar şeyi okuyabileceğimi sanmıyordum, daha çok o notları görenler rahatsız etmesin diye siper niyetine taşıyordum. Berrin heyecanlı heyecanlı söyledi “Ay şey ya, bir ders için kısa film çeviriyoruz.” diye. Hemen oradan Kartal “Ben yönetiyorum.” diye atıldı; o der demez de Berrin tamamladı, “ben de yazıyorum”.

Biraz abartarak sordum “Ya?”. 2-3 dakikadır burada otururken, ne oluyor diye çözmüştüm aslında. Ama laf olsun, hoşlarına gitsin diye azcık tecahül-i ârif. Başını eğdi Kartal “Öyle. Sen ne yapardın Çetin?” Bu kez de doğruldu. “Duydun heralde Kemal ile Cüneyt kısmını.” Of, nasıl da nefret ediyorum böyle çıkmazlardan. Fakat şansıma, geçenlerde izlediğim bir filmden bir şeyler gelmişti aklıma. “Düşünüyorum bir dakika. Ben olsam…” İşte tam orada şimşek çarptı! “Filmin başında da sonunda da aynı sahneyi gösterirdim. Fakat farklı açılardan.” Bir kolumu uzattım “İlkinde yalnızca vurulanın şaşkın ifadesini gösterirsiniz,” diğer kolumu uzattım, “sonundaysa, vuranı da alacak başka bir açıdan.” Kartal parmaklarını şıklattı, “Yurttaş Kane gibi!” İzlediğim film o değildi ama “Aynen” diyiverdim.

Bunun üzerine, “Peki sizin filmin adı ne olacak?” diye merak ettim. Kartal’ın tebessümü bir tık daha sinsice bir şekle büründü “Gedik!” Sanki o anda yanına ışınlanan Berrin yine lafı tamamladı “Gediği çıktın mı inemezsin!”. Göndermeyi anladıktan sonra hafif güldüm. “Üşenmediniz mi ya?” Kartal’ın ifadesi ciddileşti, ama çok hafif. “Özenmek gerekiyor, bundan not alıyoruz sonuçta.” Bende aklıma ilk şeyi söyleyiverdim “Kötüymüş ya, her hafta kaç saat harcıyorsunuz? Vaktiniz heba oluyordur resmen!” “Diyene bak!” diye bağırdı Berrin, önümdeki notlara işaret ederek. Savunmaya geçtim “A, ama ben sadece 1-2 haftayı böyle geçiriyorum, sizse koskoca dönemi.” Berrin dudaklarını büktü. “Asıl vakti ölen sensin! O kadar saat çalışıp geçip geçmeyeceğin belirsiz bir sınav veriyorsun.” Ve bu sözü ciddi bir samimiyetle söyledi. “Bizse, ne not alırsak alalım, tekrar tekrar dönüp izleyebileceğimiz bir eser koyuyoruz ortaya.”

“Biterse tabii,” diye kikirdedim. Kartal kaşlarını yükselterek sözü aldı. “Şu senin favori dizin yok mu? Bilmem ne kasabası.” Şimdi de ben kaşlarımı yükselttim, ama ben sözü alamadan, Kartal devam etti. “Mesela onun yapımcısı, işte, öğrenci filmleri niyetine çektiği skeçler için yarattığı karakterleri mezun olduktan sonra kendi dizilerine koymuş hep…”

Anlatmaya devam etti, ta ki ben teslim olana kadar. “Yaptığınız boşa gitmiyor diye ısrarlınız o zaman” Berrin’den “Sonuna kadar!”, Kartal’dan da, “Aynen.” çıktı. Hani kulaklarım kadar, aklım da yorulmuştu o noktada. Dediklerini kabul etmiştim gibi. “Komik geliyor aslında. Hani senaristlik düşünüyorsam da Edebiyat okuyorum.” Berrin sanki alınmış gibi “E neden ki?” diye sordu. “İşte üniversite puanları, aile baskısı cart curt.” Üstelik notum daha da yüksek olsaydı, hukuk okuyordum. “Sürekli okumaktan, metin yazmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Metin dediğim de, hani Orta Türkçe dersinde bize tarihi öykü yazdırtmıyorlar; karşılaştırmalı edebiyat filan.”

Kartal, bu defa daha sevecen bir edayla “Demek hep başkalarına yorum getiriyorsunuz.” beni zayıf noktamdan vurdu. “Ama size söz hakkı düşmüyor, öyle mi?” İkinci kursun da Berrin’den gelmişti. Evet, bu benim için öyle bir dertti, öyle bir belaydı ki bazen okul kime hizmet eder diye soruyordum kendi kendime. Öğrencilere eğitim veriyor, ama bu iş dünyasında bir garanti değil. Hocalara para veriyor, fakat öğretmenler okula hizmet eder, tersi söylenebilir mi? Beni o aç aç çalıştığım günlerde dahi, besleyen bile okul değil, yemekhaneydi. Sanki aklımdan geçenleri okuyormuş gibi Berrin devam etti “İyi de, yazarlığın okulu bölümü mü olurmuş? Hiç üniversiteye devam etmeden—”. “Bilmez olur muyum?” Muhsin Hoca mesela, senelerce tiyatro ekipleriyle dolanmış. Derslerde alay ederdi resmen, tiyatro sınıfta öğrenilmezmiş, sahne başında yaşanırmış diye. Bu defa da ben anlatmaya başladım.

Neyse, tepsileri bırakmaya giderken, Kartal omzumdan yakaladı beni. “Unutmadan Çetin! Sana bir şey sorcaktım. Bizim şu Nahit var ya? O kendi çapında, bizden ayrı bir şeyle uğraşıyor. Öğrenciler için tiyatro yarışması mı neymiş. Madem aradığını okulda bulamadıysan, belki dışında…”

Nahit’le bizim ortaklığımız, işte böyle mürekkep olmuştu…

Çıngırak