Öykü

Faili Meçhul Destan

Uzun zaman sonra tekrar bir şeyler yazmak için cesaretimi toplamak hiç kolay olmadı ama cesaretimi topladığımda da yaşadığım bir diğer zorlukla baş başa kaldım. Beynimin içi binlerce düşünceyle doluydu ve hepsi birbiri ile yarış halindeydi, gel gelelim ki beyaz bir kağıt üzerinde mantıklı bir silsile oluşturmuş değillerdi. “Belki de biraz uzaklaşmalıyım buralardan” diye düşündüm. Arabama atlayıp yol beni hangi sakinliğe götürecekse orada bulmalıydım kendimi. Kendimi ve cümlelerimi… Bir an bile tereddüt etmemeliydim artık. Aklıma eseni aklıma estiği an yapmayı bıraktığımdan beri kaybetmiştim onları. İlham perilerimi…

Yol beni daha önce adını hiç duymadığım bir yere götürdü. “Yadigarlar yerleşkesi” diye bir yerde buldum kendimi. Efes harabelerini andıran yapılar mevcuttu. Bir yanıyla da hayalet kasaba gibiydi. Çekici ama bir o kadar da ürkütücü. Aklıma bir önceki gece bitirdiğim polisiye romandaki cinayete kurban giden kadın karakter geldi. Yazar olan bu karakter aynı benim gibi yeni romanını yazmak için sakin, huzur dolu bir yer ararken soğukkanlı bir katilin hedefi olmuştu. “Her neyse” diyip kafamı salladım. Bu benim saçma düşüncelerden kurtulmak için yapmış olduğum rutin bir refleksti. Romanımı yazacağım yeri bulmuştum. Artık arabadan inip kendime kalacak bir yer bulmaya karar vermiştim ki, arabamın kapısını açmam ile birinin kapıya çarpması ve tiz bir çığlık sesini duymam eşanlı olmuştu. Yerde yüzü koyun yatan bir adam ve hemen yanında dokuz on yaşında çocukların bile zor sığacağı kadar küçük, kırmızı bayraklı, tekerleklerinde kırmızı boncukları olan bir bisiklet gördüm. Hızla adama doğru koştum.

– İyi misiniz?

– Kırmızı bisikletimi alamazsın, bayraklı bisikletime dokunma. Onu alamazsın, kırmızı bisikletime dokunma!

– Ta tamam sakin ol –herhalde deli- kırmızı bisiklete dokunmuyorum, seni merak ettim iyi misin?

Deli olduğuna kanaat getirdiğim 1.70 boylarında, dağınık saçlı, eski püskü kıyafetli adam hızla bisikleti yerden kaldırdı. Küçük cüssesiyle bisiklete binip söylene söylene gitmeye başladı

Kırmızı bisikletimi alamazsın, ona dokunamazsın, kimse alamaz, ona dokunamaz, kırmızı bisiklet benim, benim…

Arabanın kapısı içine çökmüştü. Kendime kalacak bir yer bulduktan sonra onunla uğraşabilirdim ama karanlık iyice bastırmadan hızla bu tuhaf yerde kalacak bir yer bulmalıydım. Kocaman bir çınar ağacının altında beş altı masalı küçük bir kahvehaneye rastladım.

– Merhaba.

Tüm gözler üzerime çevrildi. Bu oldukça memnuniyetsiz gözler bana herhangi bir şey demek yerine uzun uzun bakmayı tercih etti.

Ee şey duymadınız herhalde, merhaba!

– Duyduk. Merhabana merhaba!

Ellili yaşlarında, pos bıyıklı bir amca elindeki tesbihi ile oynayarak oldukça kayıtsız bir biçimde kurmuştu bu cümleyi.

E şey ben…

– Dur tahmin edeyim, yazarsın dimi?

– E evet nereden bildiniz?

– Bir tahminde daha bulunayım. Yeni bir roman yazacaksın ve ilham neyin bulmaya geldin.

– Yani tabi öyle de denebilir ama siz?

– Ben bunu nereden biliyorum? Sahi Emin, Saffet, Yakup ben bunu nereden biliyorum? Bu hanımı tanıyor olabilir miyim? Kitabını mı okudum? Tüh yanımda olaydı da kitabı imzalataydım.

– Yok Harun Dayı sen okuma yazma bilmezsin ki.

– O zaman bana malum mu oldu?

Bir grup halinde gülmeye başladılar. İyiden iyiye sinirlenmiştim. Hem bu kadar şeyi nasıl bildiklerini merak ediyordum hem de neden böyle alaycı bir biçimde konuştuklarını düşünüp sinirleniyordum. İçlerinde nispeten daha makul tavırlar içinde beni izleyen, genç bir beyefendi ayağa kalkıp yanıma geldi ve bana elini uzattı.

– Merhaba Hanım efendi. Ben Yadigarlar yerleşkesi muhtarı Emin Mümtaz. Bu beyleri de köyümüzün ihtiyar heyeti üyeleri gibi değerlendirebilirsiniz. Az önce Harun Dayı sizi biraz incitebilecek şekilde konuşmuş olabilir ama niyeti kötü değil emin olun. Buraya daha önce sizin gibi bir kaç tane yazar geldi. Kimi söz verdi buranın güzelliklerini yazmadı, kimi yazdı ama yazmasa daha iyiydi. He kimi de olmayan şeylerle, hurafelerle süsledi kitabını. Bizimkiler de burda köyün gençlerine büyük heveslerle okuttukları kitaplar için aynı büyüklükte hüsran ile kapattılar yazarlara hürmet sayfasını.

– Anladım. Hoş olmamış tabi. Her neyse. Şey benim kalacak bir yere ihtiyacım var yardımcı olabilir misiniz? Bir otel ya da ne bileyim bir pansiyon var mı?

– Saffet Dede’nin pansiyonu var bu zamanda da boş olur ama…

– Bana vermez mi?

– Vermem ya doğru dedin (Saffet olduğunu anladığım tombik Dede söze dalmıştı)

– Saffet Dede’m kadın başına sokakta mı koyacaksın misafirimizi ayıp olmaz mı, günah olmaz mı?

– E şey yok ben zorlamak istemem. Gideyim başka bir yer bulurum elbet. Teşekkür ederim.

– Dur (Saffet Dede durdurdu beni) Emin götürsün seni, Hatçe’den alın anahtarı. İstediği odada kalsın.

– Teşekkür ederim.

Emin Bey ile yola koyulduk. Arabanın yan tarafını gördüğünde yaşadığım tuhaf hadiseyi ona da anlattım.

Hızlı bir giriş yapmışsınız Yadigarlar’a. Görmüş olduğunuz gencin adı Üveyiz, gariptir. Buraya yadigarlar derler, buranın her köşesinde ayrı bir hikâye, ayrı bir öykü yatar. Destanları bilirsiniz elbet, siz de yazarsınız. Kimi acı, kimi tatlı, kimi gurur verici bizden hikâyeler. Üveyiz de bu destansı hikâyelerden birinin geride kalan kahramanı.

Saffet Dede’nin pansiyonuna gelmiştik. Emin bey benden arabamı da yaptırmak üzere anahtarı aldı ve gitti. Giderken ona Üveyiz ile ilgili bir sürü soru sormak istediğimi fark ettim ama çok yorucu bir günün ardından uyumam gerektiği için arabayı ondan alırken sormaya karar verdim.

Ertesi sabah erkenden kalkıp bilgisayarımı da alıp, Saffet Dedenin pansiyonunun şahane orman manzaralı balkonuna geçip ilham perilerimin ne alemde olduğunu yoklamaya karar verdim. O esnada adının Üveyiz olduğunu öğrendiğim kırmızı bisikletli genci tekrar gördüm. Bu sefer oldukça sessiz bir şekilde sürüyordu kırmızı bisikleti. Hemen aşağı inip onunla konuşmaya karar verdim. İndiğimde pansiyonun girişinde buldum onu.

Merhaba.

– Kırmızı bisiklet benim, kırmızı bisikleti vermem!

– Tamam kırmızı bisiklet senin, çok da güzel bu arada. Zaten ben binemem ki.

– Binemezsin evet, kırmızı bisiklete binemezsin.

– Evet o senin, kırmızı bisiklet senin…

Üveyiz ilk defa yüzüme bakmıştı. O an çok garip bir bağ hissettim onunla aramda. Neden böyle olmuştu? Hikâyesi neydi? Bir şeyler yapılabilir miydi onun için?

Üç gün Yadigarlar yerleşkesinde su gibi geçmişti. Saffet Dede’nin pansiyonu gerçekten muazzam bir yerdi. Sessiz, sakin, alabildiğine yeşile doyduğunuz huzur dolu bir yer. Sabahları erkenden kalkıp Üveyiz ile yürüyüş yapıyordum. Daha doğrusu o kırmızı bisikletini yanımda usul usul sürüyordu. Hiç konuşmamıştı benimle ama artık bağırmıyordu da bana. Hatta bir keresinde kırmızı bisikletine dokunmama bile müsaade etmişti. Fakat hâlâ hikâyesini öğrenebilmiş değildim. Emin beyin şehir dışında bir işi çıktığı için henüz görüşebilmiş değildik ben de ondan başkasına soracak cesareti bir türlü bulamıyordum kendimde. Saffet Dede’nin eşi Hatice hanıma sormak istedim ama o da “Delidir kızım ne yapacaksın hikâyesini. Sen çok elleşme yine de sağı solu belli olmaz” diyerek geçiştirdi beni. Ama içimden bir ses bu çocukta çok daha fazlası olduğuna inandırdı beni hep. Ben de bu süreçte Emin beyi beklemenin beni en doğru cevaba götüreceğine kanaat getirdim ve romanımı yazmaya koyuldum. İstanbul’da üç ayda bir sayfa bile yazamadığım düşünülürse, burada yüz elli sayfayı geride bırakmış olmam inanılmazdı. Üstelik yazdıkça yazasım geliyor, bir sonraki kitabım için bile notlar alıyordum. İnanılmaz bir yerdi. Burası benim için ilk geldiğimde hayalet kasaba olarak adlandırdığım yer olmaktan bir hayli uzaklaşmış, ilham perilerinin cirit attığı bir cennet halini almıştı. Nihayet beşinci gün Emin bey pansiyona gelmişti. Elinde Volvo’mun anahtarları ile karşıma dikilmişti.

– kusura bakmayın acil bir işim çıktığı için sizi bu kadar beklettim. Bu arada adınızı da hiç sorma fırsatım olmadı.

– Siz kusura bakmayın lütfen. Benim de söylemem gerekirdi. Ben Miray Deren Aksu

– Adınızı daha önce duyduğuma eminim. Ünlü bir yazarsınız değil mi?

– Yani öyle de denebilir. Emin bey araba için de ayrıca teşekkür ederim. Hesap numaranızı alabilirsem borcumu ödemek isterim.

– Benim kayınço halletti. Bizim Üveyiz’in bir hatası ile oldu madem ee köyün muhtarı olarak benim bunu telafi etmem gerek. Sizi borçlu yapmaz bu.

Konu tam istediğim yerden açıldığı için ısrarcı olmak istemedim.

– Teşekkür ederim. E şey Emin Bey müsaitseniz bir kahve içelim mi? En azından size bir kahve ikram etmeme müsaade edin.

– Bakın o olur.

Kahvelerimizi yudumlarken artık daha fazla zaman kaybetmek istemiyordum.

– Emin bey benim merak ettiğim bir konu var. Üveyiz ile ilgili. Üveyiz’in destansı bir hikâyesi olduğundan bahsetmiştiniz. Yani çok özel değilse bana da anlatabilir misiniz?

Emin beyin yüzü düştü. Sorumdan ziyade hatırladıkları onu üzmüş gibiydi. Derin bir nefes aldı. Kafasında söyleyeceklerini ölçtü, biçti ve cebinden sigarasını çıkarıp önce bana ikram etti. Ben başımı istemiyorum anlamında sallayınca, sigarasını yaktı ve sigarasından derin bir nefes çekti.

– Bundan on, on iki sene evveldi. Üveyiz, anası, babası bir de küçük kız kardeşi köyün girişinde gördüğünüz çınar ağacının arkasından dümdüz gittiğinizde görebileceğiniz dağlık alanda, küçük bir kulübede yaşıyorlardı. Üveyiz o zamanlar on dört yaşlarında filandı. Babası odunculuk yapardı. Annesi de dikiş nakış. Kız kardeşi de sekiz yaşlarında, sarışın, lüle saçlı, bulut gözlü, çok güzel bir çocuktu. Üveyiz’i de gördünüz o haliyle bile parlaktır, güzeldir yani.

Sigarasından derin bir nefes daha aldı. Yutkundu. Gözleri yaşardı. Gökyüzüne baktı ve devam etti.

– O dönem rahmetli babam muhtardı. Kimse ne oldu ne bitti anlamadı. Bir sabah Üveyiz’i sabahın körü denebilecek bir saatte çınar ağacının altında ağlarken bulduk. Ağlamak eksik kalır inanın. Çocuk uluyordu resmen. Koştuk tüm ahali. Yanına vardık. Soruyoruz yok, kızıyoruz yok, bağırıyoruz yok. Çocuk şoka girmiş. En son kim ama hatırlamıyorum biri tokat attı kendine gelsin diye de “Öldüleeer” diye bağırarak koştu gitti. Hemen evlerine doğru koştuk. Kimse yoktu. Ne bir insan, ne bir iz, ne bir hengame … Ardından biri koşun diye bağırdı. Üveyiz’i uçurumun kenarında yakaladık. O her zaman yanında gezdirdiği hani size çarptığı kırmızı bisiklet varya işte o da yanındaydı. Uçurumunun kenarında.

Boğazım düğüm düğüm olmuştu. Bir şeyler söylemeye çalıştım ama sesim çıkmadı.

– Peki onlara ne olmuştu?

– İşte destan da tam olarak burada doğdu. Bilmiyoruz…

– Nasıl bilmiyoruz?

– Kimi onların uçurumdan atladığını ve Üveyiz’i geride bıraktıklarını söyledi, kimi onları Üveyiz’in öldürdüğünü söyledi, kimi küçük kızın düştüğünü ve anne babasının da o üzüntüyle ardından atladığını söyledi. Kimisi de olur olmaz hikâyeler uydurdu. Yok üç harfliler, yok iyi saatte olsunlar, yok sihirler, bir sürü safsata. Jandarma Üveyiz’i aldı götürdü, çocuk yargılandı serbest kaldı. O günden beri de böyle. Kız kardeşinin bisikleti ile gezer durur.

– O aileye biri ya da birileri bir şey yapmış olmalı. Bir aile, bir gecede kayıplara karışmış olamaz. Bu nasıl bir zafiyet böyle.

– Bilemiyoruz ki. Burası unutulmuş bir yer. Böyle hikâyelere inanmak çok daha kolay. Kimse araştırmak için çok çabalamadı.

Duyduklarıma inanamamıştım. Emin bey birkaç şey daha anlatıp gitmişti. Çok dinlememiştim bile artık. Çünkü beynim uyuşmuştu. Hemen odama koştum. Birkaç telefon görüşmesi yaptım ama olayın üzerinden bu kadar zaman geçmiş olması ve benim sınırlı insan ilişkilerim elimi kolumu bağlıyordu. Benim de aklıma bir fikir gelmişti. Yazdıklarımın hepsini bir kenara koyup yeniden yazmaya başladım. Durmadan yazıyordum. Daha doğrusu zihnim hiç durmuyordu. O bana öyle bir silsile oluşturmuştu ki ben sadece ellerimi kullanarak onları bilgisayarıma aktarıyordum. Yaklaşık bir ay boyunca gece gündüz yazı yazarak ve Üveyiz ile konuşarak geçirdim günlerimi. Bir tek ben konuşuyordum ama biliyordum o da beni anlıyordu. Yadigarlar’dan ayrıldıktan sonra İstanbul’a döndüğümde kitabım artık basıma hazırdı. İçinde Üveyiz’in hikâyesi vardı. Sonunu okuyucularıma bıraktığım bir hikâye olmuştu bu. O kadar ses getirmişti ki yüz binlerce son yazıldı bu destansı hikâye ile ilgili. Ve bu yazılan hikâyeler emniyeti harekete geçirmişti. Bir dizi ekip ve basın yadigarlara akın etmişti. Onlarla birlikte aylar sonra Yadigarlara döndüğümde bu sefer ihtiyar heyeti beni ayakta karşılamıştı. Emin bey gözlerinde büyük bir minnet ile bakıyordu yüzüme. Harun Dayı, Saffet Dede… Üveyiz kırmızı bisikleti ile yanıma geldi herkesin şaşkın bakışları arasında bana sımsıkı sarıldı.

Artık kırmızı bisikletin sahipleri için gerçek bir son yazılacaktı…

Merve Demirok