Öykü

Soltu ve Doğuç

Güzel bir gün doğsa da bu gün yeryüzünde ilk öldürme suçu işlenecek. Sebepsizce kardeş kardeşini öldürecek. Doğuç, çift sürmek için tarlasının yoluna koyulmuş. Ama çok mutsuzdu. Kıskançlık ve öfkesi, onun kalbini kemiriyordu. Yorucu bir çalışmadan sonra yere uzandı. Doğuç, büyük hınçla uzakta koyunlarını mutlu bir şekilde güden Soltu’yu izlemiş. Biraz sonra yerinden kalkmış. Hem düşünüyordu, hem de yürüyordu. Çünkü Tanrı, onun hediyesini kabul etmekle onun daha üstün olduğunu işaret etmişti. Suçu hiçbir zaman kendinde bulmamış. Çünkü kötü kalpliydi. Bütün öfkesi, kardeşi Soltu’ya dönmüştü.

Erlik, gelmiş onun kulağına “Kardeşini öldür, Soltu’yu öldür!…” diye fısıldamış.

Başını kaldırınca Soltu’nun mutlu mutlu koyunlarını göttüğünü görmüştü. Erlik durmadan “Soltu’yu öldür! Soltu’yu öldür! Eğer onu öldürsen babanın sevgisi yine sana kalır.” diyerek onun aklını karıştırmıştı.

Koşarak kardeşinin yanına gelmiş. Hırçın bir şekilde “Seni öldürmeye kararlıyım!…” diye bağırmıştı Doğuç.

Soltu, ona hayretli bir şekilde bakarak “Niçin beni öldüreceksin?” diye soruvermişti.

“Çünkü babam, seni benden daha fazla seviyor. Tanrı da seni benden üstün tuttu, senin hediyeni kabul etti. Benimkimi kabul etmedi. Ayrıca ikizinle evlenmekte ısrar etmedin.”

“Beni öldürmekle sen ne kazanırsın? Beni öldürsen babam seni hiç sevmez. Ayrıca Gökçen de senin olmak istemez çünkü senin gibi yanlışta ısrarcı değil. Tanrı’nın öfkesi de sana daha fazla artar!”

Doğuç, öfke ile Soltu’nun boğazına sarılarak “Senden kurtulmak ve rahat etmek istiyorum. Onun için öldürmem lazım!” diye haykırmıştı.

Kardeşinin onun boğaz sıkmasından dolayı soluk almaktan zorlanan Soltu, ciddi bir şekilde “Beni öldürsen rahat yüzü göremezsin.” diye karşılık vermişti.

Gözü donmuş Doğuç, sinirli bir şekilde “Asıl seni öldürmedikçe rahat edemeyeceğim!” diye bağırdıktan sonra onun boğazını iyice sıkmıştı.

Soltu, kardeşinden daha kuvvetli olduğu halde sakin bir şekilde “Sen beni öldürmek için elini uzatsan da ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Elimi, senin kanına bulaştırmam çünkü ben, âlemlerin tek efendisi olan Tanrı’dan korkarım!” deyince Doğuç, ellerini onun boğazından çekivermişti.

Soltu, tekrar koyunlarıyla mutlu bir şekilde ilgilemeye devam ederken Doğuç ise başını yere eğmiş, ayakta durmuştu. Kardeşine olan sebepsiz öfkesini ve kinini yenememişti. İçi içini yiyordu. Erlik’in vesveseleri, adeta onu ele geçirmişti.

Erlik yine onun yanında belirivermişti. Onun kulağına “Soltu’yu öldür ki rahat edesin! Öldür Soltu’yu! Öldür Soltu’yu!” diye fısıldamıştı.

Huzursuzluk içinde direnirken Erlik bu kışkırtmaları da bitmek bilmemişti. Birden başını kaldırıp ilerisinde Soltu’yu mutlu bir şekilde koyunlarla ilgilenmesini gördükçe onun öfkesini daha da kabartmıştı.

Soltu’nun kalbi huzur içindeydi. Kimseye kötülük düşünmediği Tanrı’na sunduğu kurbanı da kabul edilmişti. Ondan daha mutlu kimse olabilir miydi?

Erlik her fırsat değerlendirmişti. Yine Doğuç’a “Fırsat bu fırsat! Öldür, onu öldür ki rahat edesin!” diye bağırmıştı.

Doğuç, etrafına bakınmıştı. Orada duran bir kaya parçasını alarak kardeşinin yanına gelmiş. Soltu, ona bakınca elinde kaya parçasını görmüş. Doğuç da kaya parçasını kardeşine doğru fırlatmıştı. Kaya parçası, Soltu’ya isabet edince Soltu oracıkta cansız bir şekilde yere yığılmıştı. Bu yeryüzüne düşen ilk kandı. Toprağa damlayan kan, toprağa kahverengi rengini vermişti.

Doğuç, kardeşinin cansız bedeni görünce içinde fırtınalar kopmuştu. “Ne yaptım ben?” diyerek büyük bir pişmanlık duymuş. Çok kötü bir iş yaptığını anlamış. Soltu hiçbir kötülük yapmadığı halde, onu nasıl öldürmüştü?!

Kardeşi çok iyi bir insandı, iyilik yapmayı severdi. Şimdiye kadar kendisinden hiçbir kötülük görmemişti. Ama o, insanın yapabileceği en büyük kötülüklerden birisini yapmıştı. İşte şimdi kardeşini öldürmüştü. Onu öldürmekle ne kazanmıştı? Hiçbir şey kazanmadı? Aksine her şeyini kaybetmiş. Korku ve pişmanlık duygusu his ediyor, elem ve ıstırap ateşi içini yakmıştı. Bütün rahatı, mutluluk ve huzuru kaybolmuştu. Esen rüzgâr bile ona “Katil! Katil! Kardeşinin katili!” der gibi acı acı esmişti. Ağaçların sallanması ona “Katil! Katil!” der gibiydi.

Ormandaki yırtıcı hayvanlar, kendisine “Ey katil! Ey katil!” dercesine hırlamıştı. Etrafındaki her şeyden etkilenmişti. Korku içindeydi. Silkinmiş, ayağa kalkmış. Ayakları kendisini taşıyamamıştı. Kardeşinin yanına yığılıp kalmış. Cesedini dürtmeye ve bağırmaya başlamıştı.

“Soltu! Soltu!”

Lakin Soltu’dan ses seda yok; hiçbir canlılık işareti yok! Cansız cisim gibi hareketsiz yatmıştı.

Doğuç ayağa kalkmıştı. Ölen kardeşinin önünde şaşkın şaşkın durmuş. Ne yapacağını bilememişti. Soltu ölmüştü. Ne kalkabilir, ne de yürüyebilirmiş.

Şimdi Doğuç ne yapacaktı? Kardeşini açıkta, yırtıcı kuşlara, hayvanlara mı bırakmalıydı? Düşünmüş, düşünmüş, bir şeye karar verememiş. Nihayet kardeşini yüklenip oralardan götürmek aklına gelmiş. Soltu’nun cesedini omzuna almış. Kararsızlık içinde yürümüş, cesedi ne yapacağını bir türlü bilememişti. Yoruluncaya kadar yürümeye devam etti. Dinlemek için kardeşinin cesedini yere koymuştu. Üzüntülü bir şekilde yanına oturmuş. Bir tarafta cesede bakmış, bir taraftan ne yapacağını düşünmüştü. Kardeşini öldürdüğü için kendine kızmış, keşke onu öldürmemiş olsaydım, demişti.

Bir müddet dinlenmiş. Tekrar kardeşini sırtına almış. Fakat kendini bir türlü bağışlamamıştı. Böylece yürümeye devam etmiş. Yorulunca kardeşini yere koymuş. Dinlenmek üzere oturmuş.

Kardeşini sırtına almış, yoruldukça yere koymuş; sonra dönmüş tekrar yine yüklenmiş, nereye gittiğini, kardeşini ne yapacağını ve ondan nasıl kurtulacağını bir türlü bilememişti. Issız ovada şaşkın şaşkın dolaşmıştı.

Böylece yoluna devam ederken ölü bir karganın yanında duran canlı bir karga görmüş. Dikkat etmiş. Baktı ki canlı karga, gagasıyla ve ayaklarıyla yeri kazmaya başlamış. Büyükçe bir çukur kazdıktan sonra ölü kargayı o çukura çekip koymuş. Toprakla üstünü örtmüş.

Doğuç, karganın bu durumu görünce hayret etmiş. “Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olamadım. O bile ölüsünü toprağa gömüyor. Bu niye daha önce benim aklıma gelmedi?” dedikten sonra kalkıp yerde bir çukur kazmaya başlamış. Daha sonra da öldürdüğü kardeşini o çukurun içine koymuş. Üstünü toprakla örtmüş.

Törüngey, oğullarını aramaya çıkmıştı. Doğuç, babasının kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce korkmaya başlamış. Babasının, kendisini bağışlamayacağını bilmişti. Kurtuluşu kaçmakta bulan Doğuç, babasının önünden kaçıp uzaklaşmış. Törüngey, Doğuç’un kaçmakta olduğunu görünce hayret etmiş. Bir de etrafına baktı ki ne görsün; yerde Soltu’nun kanları… Yüreği cız etmiş, kalbi burkulmuş. Doğuç’un Soltu’yu öldürdüğünü anlayınca çok üzülmüş. Gözyaşlarını tutmamış ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış. Ağlanaklı bir şekilde “Doğuç, kardeşine ne yaptın?” diye bağırarak Doğuç’un arkasına düşmüş. Doğuç da bütün dünyanın kendisine bağırdığını sanmış.

Törüngey, durmadan Doğuç’un peşinden koşmuştu. Doğuç bir uçurum kenarına varmış, titremişti ve çok korkmuştu.

Törüngey, göz yaşlarını silerek “Doğuç rahat yüzü görme. Kendi önüne felaket kapıları açtın. Git, huzur ve mutluluktan sonsuza kadar uzak ol. Gördüğün hiçbir varlıktan emin olma!” diye feryat etmiş. Törüngey’in feryadı yeri göğü inim inim inletmiş.

Doğuç, üzgün bir şekilde “Kardeşim haksız olsa da o bu sonu hak etmedi. Çok pişmanım.” diye karşılık vermiş.

Törüngey, ciddiyetini bozmadan “Kardeşin hiçbir zaman haksız olmadı çünkü gönülden Tanrı’ya bağlı olduğu için çok güzel bir insan oldu. Kardeşini öldürmen de Gökçen’i kazanmadın. Senin gibi lanetliyi kızımı vermem çünkü onun ahiretini yakmayacağım.” diyerek bağırdıktan sonra oradan ayrılmış.

Doğuç da Aon denilen bölgeye kaçmış çünkü babası tarafından evlatlıktan red edildiği için eve geri dönmeyi istememiş. Aon’a gelen Doğuç, kalacak bir mağara bulmuş. Tam yüzyıl boyunca hiç gülemedi.

Bir sabah uyandığında baş ucunda Erlik’i bulmuş. Doğuç, onu karşısında görünce çok şaşırmış. Erlik Han ona dönüp “Ey Doğuç! Biliyor musun Soltu’nun kurbanını neden ateş yuttu? Çünkü o, ateşe tapıyordu. Sen de ateşe tap ki Tanrı’nın sevgili kulu olasın.” deyince Doğuç sanki etkilenmişçesine “Evet. Neden bunu düşünemedim.” diye karşılık vermiş.

Erlik, ona nasıl odun yakılacağını öğretmiş. Doğuç da Erlik’ten öğrendiği gibi ateş yakıp ona tapmaya başlayarak içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulmayı istemişti. Ama bilmemişti ki yolunu sapıtmış olduğunu. Ateş ancak onu o soğuk mağarada sıcak tutmuştu. İçinden bulunduğu sıkıntıdan kurtulmanın yolu Tanrı’ya yüzyıllarca bağışlanmayı dilemesidir.

Doğuç ateşe tapmaya başlarken birden naif bir ses “Doğuç! Tanrı hatadan dolayı pişman olduğu için seni bağışladı. Beni de sana hediye olarak gönderdi.” deyince Doğuç, sesin nerde geldiğini bulmak için etrafına bakınırken mağaranın ağzındaki dalgalı kızıl saçlı, kızıl gözlü, uzun boylu ve uzun kızıl giysili kadını görmüş.

Erlik sinsi bir şekilde “Beni dinleyip ateşe taptığın için Tanrı’nın sevgili kulu oldun. O da sana hediye göndermiş. Haydi kalk. Onun yanına git” diyerek vesveseleriyle iyice onu zehirlemişti.

O kadının güzelliği ve Erlik’in vesveseleri etkisindeki Doğuç, gözlerini mağaranın ağzındaki kadından ayırt etmeden ayağa kalkarak onun yanına gitmişti. O kadının elini tutarak “Sen kimsin? Senin bir adın var mı?” diye sormuş.

Kadın etkileyici kızıl gözleriyle Doğuç’un gözlerinin içine bakarak “Adımı bilmiyorum. Tanrı’ya şükrediyorum ki senin gibi yakışıklı bir gencin hediyesi olduğum için.” diyerek onu cezbetmeye çalışmıştı.

“O zaman adın Kızılca olsun. Ben de çok şanslıyım ki Tanrı’nın beni bağışlayıp seni bana gönderdi.” diyen Doğuç, iki eliyle Kızılca adı verdiği kadının yanaklarını okşamaya başlamıştı.

Kızılca, sinsi bir şekilde avına bakarak “Seninim… Seninim…” dedikten sonra ona iyice yaklaşıp onunla öpüşmeye başlamış. Zavallı Doğuç, battığı günah bataklığına gittikçe dibe çökmüş.

Doğuç’un bu denli güçsüz iradesi olduğunu gören Erlik, sinsice içinden “Zavallı insanoğlu, bu kadar güçsüz iradeye sahip olduğunu bilmiyordum. Öpüştüğün kadının, babanla birlikte yaratılan Alkarısı olduğu bilseydin benim insanlığın düşmanı olduğumu anlardın.” diye söylendikten sonra gözden kaybolmuştu.

Aylar birbirini kovalamış. Kızılca doğum sancısı içinde kıvranırken Doğuç ne yapacağını bilmemişti. Ailesinin yanına dönememişti. Mağara çevresinde sağa sola dolanıp Erlik’i aramıştı. Birden kopan çığlığın ardında ağlayan bebek sesleri işitmiş. Hemen yerinde duran Doğuç, mağara gitmiş. Kızılca’nın koynunda ikiz yaratığı görmüştü. Ne Doğuç’a ne de Kızılca’ya benziyordu. Turkuaz renkli, turuncu saçlı ve yüzünde tas büyüklüğünde tek gözü olan bebeklerden birini kucağına almış. Kucağındaki bebeğe şaşkın şaşkın bakarken Kızılca endişeliydi çünkü Doğuç’u gerçekleri öğrenmesi an meselesiydi.

Kızılca, bitkin bir şekilde Doğuç’a bakarak “Çocuklarımız bize benzemediğin için kaygılanma çünkü onlar seçilmişlerdir. Sen Tanrı’ya laik bir kulsun.” diyerek onu iyice zehirleyerek etkisi altına almaya devam etmiş.

Doğuç ise şaşkınlığın üzerinden atarak “Haklısın. Onların bize benzememesi kusur değildir. İyi ki de yanımdasın. Erkek bebeğe Tepegöz adını veriyorum. Tas büyüklüğündeki tek gözü olduğu için.” dedikten sonra Kızılca’nın koynundaki kız bebeğe bakmaya başlamış.

Kızılca da koynundaki kız bebeğine bakarak “Pis kokulu olsan da sen benim yavrumsun. Demirden tırnakların olduğu için sana Demirkıynak adını veriyorum.” deyince Doğuç gülerek “Tam ben de onu diyecektim.” diyerek karşılık vermişti.

Ertesi yıl Kızılca ona ikiz bebekler vermiş. Erkek bebeğe Kirgis ve bedeni baştan başa kıllarla örtülü kız bebeğe de Karatırnak adı vermişler. Doğuç, Kızılca’nın etkisinde olduğu için bu ilginç durumdan hiç haberi olmamış çünkü insanoğlu tek başına savunmasızdır ve cadıya karşı nasıl direnecekti. Yıldan yıla günah denilen çukurun dibine doğru çökmüştü Doğuç.

Bir sonraki yılda ise derisi koyu kahverengi, çelik gibi tırnakları olan, keçi tırnağına benzeyen ayak tırnakları olan Yaztırnak adında erkek bebek ile demir kolu, demir bedenli ve demir burunlu Yaztumşuk adında kız bebek doğurmuş Kızılca.
Doğuç ise bu tuhaf çocuklarının gizemini bilmeden yıllarca yaşamış.

* * *

Törüngey, Doğuç’u evlatlıktan men ettikten sonra hıçkıra hıçkıra eve doğru yürümüştü. Gözünün önünde Soltu’nun doğumundan bu yana geçen anılar canlanmıştı. Göz yaşlarına hakim olamayan Törüngey, hıçkıra hıçkıra ağlayarak “Beni bağışla oğlum Soltu! Seni ağabeyinden koruyamadım.” diye bağırmış. Dağlar onun bağırışını yankılamıştı. Yeryüzünde ilk kez evlat acısı yaşanmış. Törüngey’in yüreği kor şişle dağılmışçasına yanıyordu.

Ece ve kızları, bir yanda işler yaparken diğer yanda sohbet etmişler. O sırada ağlamaktan sonra gözleri şişmiş Törüngey çıkagelmiş. Ece, evdeşini bu şekilde görünce Soltu’nun başını kötü şeyler geldiğini sezmiş ve ayağa kalkıp Törüngey’in yanına gelmiş.

“Soltu’nun başına kötü bir şey mi geldi? Doğuç nerede?”

Törüngey ise hâlâ bir yanıt vermemiş. Onun suskunluğu, Ece ve kızları tedirgin etmeye başlamış. Gökçen, babana kızarak “Konuş baba? Soltu ve Doğuç nerde?” diye soruvermişti.

“Doğuç, Soltu’yu öldürmüş. Ben de onu evlatlıktan men ettim.”

Ece, ağlayarak “Soltu ile ilgili gördüğüm karabasan gerçekleşti.” dedikten sonra bayılmış. Bayılan Ece, yere düşeyazarken Törüngey onu tutmuş. O an da kızlar, babanın yardımına gelmiş.

Kızlar, bayılan annelerin koluna girerek onu kulübeye getirmişler. Onu yere yatırmışlar. Gökçen, panik bir şekilde “Anne! Anne! Uyan Anne!” diyerek onu uyandırmak için onun yanaklarına hafifçe tokatlamıştı.

Gömek de eliyle başını tutarak üzgün bir şekilde “Ah Doğuç! Neden bunu yaptın? Soltu’nun sana zararı olmadı.” diyerek sağa sola dolanmıştı. O sırada Kübey ve İnehsit gelmişti.

Bir müddet sonra Ece, kendine gelince üzgün bir şekilde “Ah oğlum Doğuç, neden bunu yaptın?” deyince Törüngey, olağanları baştan ayağa kadar anlatmıştı. Anlatılanlar karşısında Ece ve kızlar, göz yaşlarına hakim olamamışlar. Gelinleri de biri Gökçen’e ve diğer sarılarak onlarla birlikte ağlamışlar. Hele de Kübey’in yüreğini yakan ateşi hiç kimse bilemezdi çünkü o kız kardeşi gibi evlendiği kişi görmemişti. O ilk kez Soltu’yla karşılaştığı gün aşk ateşi onun yüreğini cayır cayır yakmıştı.

Dünya’ya gelecek diğer oğullarının da Soltu’nun yazgısına sahip olacağından korkan Törüngey ve Ece, tam yüz otuz yıl boyunca birlikte olmaktan kaçınmışlar. Bu süre boyunca Soltu’nun yokluğu onlara hançer gibi batmıştı. Ailece onun mezarının başına gidip ona bol bol dua etmişlerdi. Kübey, Soltu’nun ikiz kız kardeşi olan Gömek ile adeta abla kardeş olmuşlar çünkü Gömek aşırı derece de Soltu’ya çok benziyordu. Belki de Kübey, Gömek’e bakarak sanki Soltu hiç ölmemiş gibi bir hisse kapılmıştı.

Tanrı seçtiği Törüngey’in soyunun devam etmesi için yüz otuz yıllık sessizliğe son vermek için Törüngey’in yüreğine Ece’yle birlikte olması için karşı konulmaz ateşli bir ihtiras göndermiş çünkü Targutay ve ailesi dışında başka kimse Törüngey’in yalvaçlığını kabul etmemişler ve diğer insanlar, Targutay gibi akıl denilen hazineyi daha keşfetmemişler. Tanrı’ya inananların hak yolu mücadelesine kayıtsız şartsız kalmışlar.

Öyle ki eskiden Ece’nin yokluğundan cinsel dürtüsünü kontrol edebilen Törüngey’in kalbinde, o sıra çok uzaklarda bulunan Ece’ye karşı dayanılmaz bir istek duymuş. Tanrı’nın “Üreyin ve çoğalın” şeklindeki buyruğunu da hatırlayan Törüngey, Ece’yle tekrar birlikte olmuş ve bu birliktelikten ikiz kız kardeşsiz bir bebek doğmuş. Bu bebeğe “Tanrı’dan gelen iyilik veya hediye” anlamına gelen Kayra adını vermişler. Törüngey’in alnındaki nur, bu bebeğin alnına geçmişti. Bu nur, son yalvacın müjdeleyicisiydi…

Tanrı’nın sayısını bileceği yıllar geçmişti. Bir gün Törüngey, oğlu Kayra’ya şöyle buyurmuş; “Oğlum! Alnından parlayan bu nur, son yalvacın yaruğudur. Tanrı senin için İnehsit’i helal kılmış ve onunla evleneceksin.”

Kayra, mutlu bir şekilde “Son yalvacın nurunu taşımaktan gurur duyuyorum.” dedikten sonra meraklı gözlerle “Peki neden Kübey ile evlenmiyorum.” diye soruvermişti.

Babası kalkıp sağa sola dolanarak “Oğlum, ölen Soltu’nun eşi olduğu için sen de Soltu’nun yerine tartık (hediye) olarak verildin.” diyerek yanıt vermiş.

O sırada Ece, kızlar ve gelinler çıkagelmiş. Ece, baba ile oğlun sevgi dolu muhabbeti görünce çok mutlu olmuştu. Neşeli bir şekilde “Törüngey! Tanrı, Kayra için kimi eş olarak seçti?” diye sormuş.

Törüngey, Ece’nin sorusunu yanıtlayınca Kübey’in yüzünden bin parça düşmüş çünkü unutamadığı Soltu’ya Gömek’ten sonra Kayra çok benzediği için Kayra’ya karşı bir ilgisi varmış. Tanrı’nın yalvacından duyduğu buyruk karşısında itaat etmek geliyor. Üzgün bir şekilde kayınpederinin karşısında saygıyla eğilerek “Ey Tanrı’nın yalvacı, kayınpederim! Tanrı’nın buyruğuna karşı gelemem çünkü Tanrı neylerse güzel eyler. Kadagan ile evleneceğim. Sizden küçük bir ricam olacak.” deyimce Törüngey, ona şaşkın ve güler yüzlü bir şekilde bakmış. Meraklı bir şekilde “Buyur benim güzel gelinim.” diye karşılık verdi.

“Doğacak torununuza Soltu’nun adı vermek istiyorum ey Tanrı’nın yalvacı çünkü Soltu’yla karşılaştığım günden beri onu çok sevindim. Bu sevgiyi kalbime gömeceğim. Tanrı’mın buyruğu doğrultusunda Kadagan’ı çok seveceğim.” diyerek ricasını sunmuştu Kübey. Törüngey ve Ece, bu rica karşısında yüzlerinde bir parça düşmüş. Üzülerek gelinlere bakamamışlar.

Gömek, üzgün bir şekilde “Güzel yengem, ikizimi unutmadığını biliyorum. Kayra’nın ona benzediği için senin ona nasıl baktığını görüyorum. İnehsit yerine sen Kayra ile evlenmek istediğini de anlıyorum ama Tanrı böyle buyurmuş. Soltu adı da annemin gördüğü karabasan üzerine ona verilmişti. Ondan dolayı bu adı ne torunlarına ve daha sonraki çocuklarına vermek istemiyorlar. Soltu’nun sevgisi ve acısı sadece kalplerimizde olacak.” diyerek açıklamış.

Kadagan, mutlu bir şekilde “Annem ve babamın izni olursa eski yengemin daha doğrusu eşimin ricasını gerçekleştireceğim çünkü onun gözlerinde hâlâ Soltu’yu görüyorum. Ağabeyimi görmesem de o gözlerdeki resimde onu görüyorum. Soltu adındaki torunları için endişelenmesin çünkü Doğuç burada değildir. O yolunu seçti. Oğlumun canına kıyarsa Tanrı’nın izniyle gerekirse Doğuç’u öldürürüm.” diyerek Kübey’in ricasına destek olmuş.

Devam edecek…

Bleda & Kai

3 Eylül 1989 yılında Diyarbakır'da doğdum ve Keldani kökenli Türk vatandaşıyım. İlköğretim ve lise eğitimimi Diyarbakır'da aldım. 2011 yılından itibaren Ankara Bilimyurdu DTCF Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünü okuyorum. Okuduğum bölüm sayesinde Azerbaycan Türkçesi'ni severek öğrendim. Hikaye ve kompozisyon yazmayı çok seviyorum. İç dünyamı yazılarımla okurlarım ile paylaşmaktan zevk alıyorum. Kaan Güler ile tanışmamla ara verdiğim yazı çalışmalarıma yeniden döndüm. Bu dönüş bana çok şey kazandırdı. Yazdığım eserleri wattpad platformunda paylaşıyorum. Türkiye'de Hayran Kurgu Edebiyatı'nın temsilcilerinden biri olmak istiyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Sanırım bir üslup denemesi yapılmış. Arka arkaya gelen cümlelerde farklı zamanlar kullanılmış. Doğrusu beni rahatsız etti. Hemen öykünün ilk paragrafından örnek verilebilir. Öykü başlar başlamaz “işlenecek” “öldürecek” “koyulmuş” “mutsuzdu” “kemiriyordu” “uzandı” “izlemiş” “kalkmış” fiilleriyle biten cümleler arka arkaya. Belli ki bilinçli bir tercih ama bence öykünün akıcılığını zedelemiş bu uygulama.

    Yazarın önceki ay yayınlanan öyküsünü okumamıştım. Sonradan fark ettim ki bu öykü “devam edecek” ve sanırım öncekinin de devamı. Bu haliyle ben öykünün içine giremedim. Emeğe saygı duyuyor ve ellerinize sağlık diyorum.

  2. Gözlerim değmişken önceki öyküleri de okumak istedim ve doğru karar vermişim çünkü öyküler arası devamlılık varmış.

    Tepegözlerin, Alkarısının ve Erlik’in Kabil ve Habil hikâyesiyle birleşimi oldukça başarılı olmuş. Türk mitolojisiyle İslami ögeleri iç içe yazmak özgün bir fikir olmakla birlikte başarılı bir şekilde uygulanmış. Ayrıca Kadagan’ın Kehaneti adlı öykü de anlam kazandı bu başlangıç öyküsünü okumamla. Bu kurguda roman olma potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Emeğine sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Figo_Waits Avatar for BledaKai Avatar for acimatriyarka