Öykü

Tüm Kitapların Anası

İbrahim bu kokuyu çok iyi biliyordu.

Ahşap raflarda yan yana sıralanmış kitaplardan yayılan o tozlu kokuyu ciğerlerine çekti. Giriş kapısının önüne gerileyip dükkana şöyle bir baktı: Ebabil Kitabevi… İsminin sahibi dedesi görse gurur duyardı.

Akşamüstü yapılan o tantanalı açılıştan sonra, nihayet tek başına kalmıştı. Gerçi yalnız olduğu pek söylenemezdi, anılarıyla birlikteydi. Bir de dükkanın emektarı, sokak kedisi Şems vardı içeride. Her zamanki gibi kasanın yanında, yerdeki sepetinde kestiriyordu.

Çocukluğu, bu dükkanın tozlu raflarını keşfederek geçmişti. Beş basamaklı katlanır merdivene tırmanır, üst raflardaki kitaplara uzanmaya çalışırdı. Sararmış sayfaları ve kalın ciltleriyle, o kitaplar daha ulaşılmaz görünürdü gözüne. Dedesi Hacı İbrahim Efendi defalarca ikaz etmişti torununu. Bir gün ayağı kayıp düşecek, -Allah korusun- bir yerini incitecekti bu gidişle…

O zamanlar daha çok dini kitapların satıldığı bir yerdi burası. Ama İbrahim, okumaya meraklı bir çocuktu. O yaştaki çocuklara pek de uygun olmayan hadis kitaplarını, risaleleri, menkıbeleri, çeşitli hocaların sohbetlerini merakla okurdu. Okuduklarının çoğuna anlam veremezdi. Bu yüzden bazen uykusu kaçardı. Dedesine Allah ile, cehennem ile, özellikle de kıyametle ilgili bitmek bilmeyen sorular sorardı.

Lise yıllarında okuduğu kitapların türü değiştikçe, dedesini ve onun öğrettiği İslam dinini sorgulamaya başladı. Bu sorgulama onu zaman içinde ateizme ulaştırdı. Artık dedesiyle Cuma namazlarına gitmiyordu. Bu dönemde İbrahim Efendi ile şiddetli tartışmaları hâlâ hatırındaydı. Bu tartışmalarda babası arabulucu rolünü üstlenir ve konuyu kapatmak için çaresizce çabalardı.

Bu sahneleri hatırlayınca gülümsedi. Koca kupadaki kahvesinden bir yudum aldı. Köprünün altından çok sular akmıştı. Attığı hiçbir taş yerini bulmamıştı. Arka arkaya yaşadığı aksilikler sonucu kürkçü dükkanına dönmüştü işte… Hayat ona çok şey öğretmişti. Artık ateist değildi, ama dedesi kadar mutaassıp da değildi. Cuma namazlarına gidiyor ama arada iki tek de atıyordu. Dünyayı siyah beyaz görmeyi bırakmıştı. O asi günlerinden geriye bir tek, dedesine inat deldirdiği kulağındaki gümüş küpe kalmıştı.

Boyatıp, tamir ettirip yeniden açtığı bu dükkânı, 35 yıllık ömründeki tek başarısı olarak görüyordu. Dede İbrahim’den torun İbrahim’e bir miras… Burası her türlü kitabın okuyucuyla buluştuğu bir yer olacaktı. Belki kapı önüne birkaç masa-sandalye atar, gelenlere kahve de ikram ederdi ileride.

Hava kararmış, genç adam da dükkânın ışıklarını yakmıştı. Nispeten küçük, mütevazi bir mekândı burası. Bir ara sokakta bulunuyordu. Şehirdeki zincir kitap mağazalarıyla boy ölçüşemezdi tabii. Yine de İbrahim, bunun sorun olacağını düşünmüyordu. Ne diyordu Hacı İbrahim Efendi: “arayan mevlasını da bulur, belasını da.” Gülümsedi. Masaya oturdu. Şems bunu fırsat bilerek kucağına çıktı. Keyifle mırlayan hayvanı okşamaya başladı.

Sokakta bir motor sesi duyuldu. Soluk soluğa kalmış genç bir adam dükkâna girdi. Elinde büyükçe bir paket vardı. “Selamın Aleyküm abi,” dedi. “İbrahim Hacıoğlu siz misiniz?”

“Benim kardeş, buyur?”

“Size bir paket vardı da abi… Şöyle vereyim…”

İbrahim paketi alıp masaya koydu. Bir kağıda imza attı. Kargocu “hayırlı işler” dedikten sonra geldiği gibi çıkıp gitti. Genç adam paketi eline alıp inceledi. Muhtemelen bir kitaptı bu. Ama kimden gelmişti? Paketin üstünde herhangi bir kargo şirketinin logosu yoktu. Nereden gönderildiği de yazmıyordu. Küçük, beyaz bir etikete el yazısıyla kendi ismi ve dükkânın adresi yazılmıştı. Paketi açtı. Tahmini doğru çıkmıştı. Deri ciltli, yaldızlı, ip ayraçlı eski bir kitaptı elindeki. Dükkândaki tüm kitaplardan kalındı ve sayfaları zamanla sararmıştı. Boş paketi çöpe atacakken, yere düşen zarfı farketti. Açtı. Dörde katlanmış kâğıttaki el yazısını tanıdı. Heyecanla okudu:

“Bismillahirrahmanirrahim.

Kıymetli torunum İbrahim;

Eğer bu mektubu okuyorsan, ben öte aleme intikal etmişim demektir. Bilirsin, bu teknoloji denen meretle aram pek iyi değildir. Bu yüzden oturup bizim usul kâğıt kaleme davrandım. İnşallah el yazımı okurken zorlanmazsın.

Elinde tuttuğun bu kitap son derece mukaddes bir eserdir. Rabbim, bu eseri koruma ve gözetme görevini benim alnıma yazmış. Ben de şimdi bu kutlu görevi sana, adımın sahibi torunuma devrediyorum. Geçmişte ne kadar münakaşa etsek de, fikirlerimiz birbirine ne kadar ters düşse de; bu vazifeyi senden başka verebileceğim kimse yoktur. Sana bıraktığım bu mirası (Allah’ın izniyle) cansiperane koruyacağına inancım tamdır. Kitabı sana, seni, yanında hiçbir emanetin kaybolmadığı Allah-ü Teala’ya emanet ediyorum. Rabbim yar ve yardımcın olsun yavrum.

Deden İbrahim

Not: kitabı açmadan evvel sana Ümmü’l-Kitab hakkında anlattıklarımı hatırla.”

Son satırdaki not, torun İbrahim’in merakını cezbetti. Kirli sakalını sıvazlayarak düşündü. Ümmü’l-Kitab, “tüm kitapların anası” demekti. Peki “cansiperane korumak” derken neyi kastediyordu? Bu kitabın peşinde birileri mi vardı? İbrahim Efendi nasıl bir işe bulaşmıştı?

Dedesinin emanetini eline aldı. Kitabın kabartmalı sırtını şöyle bir okşadı. Kapakta, hep hayran olduğu hat sanatının muhteşem bir örneği bulunuyordu. Kimisi düz, kimisi kıvrımlı çizgiler, desenler, bezemeler sanki dans ediyordu. Kuran kursu yıllarından kalma bilgisiyle, yazıyı zar zor çözdü. Bir ayetti bu. Neml Suresi 75. Ayet: “Vemâ min ġâ-ibetin fî-ssemâ-i vel-ardi illâ fî kitâbin mubîn(in)” Yani; “Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın.”

Merakını yenemeyip kitabın kapağını açtı. Nereden geldiğine dair hiçbir ibare yoktu. Okumaya başladı. Nefes nefese sayfaları çeviriyor, satırları adeta yutuyordu. Bir noktada kitabı açık olarak masaya bıraktı. Gözlüğünü çıkardı. Gözyaşları kendiliğinden yanaklarında süzülüyordu. Ağlamaya başladı.

Bu tuhaf kitapta, dünyaya gözlerini açtığı günden bugüne dek torun İbrahim’in hikâyesi anlatılıyordu. Hem de -her nasılsa- şimdiye kadar okuduğu en güzel cümlelerle. İşletme Fakültesi’nde hocayla kavga edip okulu bıraktığı… Babasının -ve dedesinin- desteğiyle kurduğu şirketin iflası… Düğün hazırlıkları sırasında Meliha’nın son anda nişanı atması… Dedesinin ani kalp kriziyle vefatı… Hepsi, önündeki bu tozlu sayfalarda apaçık yazılıydı.

Gözyaşlarını sildi. Ürpererek sayfaları çevirdi. Nasıl bittiğini görmek istiyordu.

“Ön kapıdan hızla çıkıyor İbrahim… Koşmaya başlıyor. Dedesinin emanetini göğsüne bastırmış. Kollarını kenetlemiş kararlılıkla. Arka sokağa sapıyor. Kalpleri kara, giysileri kara adamlar hemen peşinde. Emaneti teslim etmeyecek onlara… Her ne pahasına olursa olsun. Yangın merdivenine tırmanıyor. Çatıya çıkıyor. Koşarken bir şeye takılıyor ayağı, dengesini kaybediyor. Yere kapaklanıyor olanca ağırlığıyla. Ayağa kalkıyor güç bela. Adamları görüyor yine. İki metre ötedeler ondan. Uğursuz silahlarının namlusu İbrahim’e doğrultulmuş…”

Kapıdaki çıngırağın sesiyle başını kitaptan kaldırdı. Tepeden tırnağa siyah giyinmiş, takım elbiseli iki adam dükkâna girdi. Onlarla birlikte, kış akşamının keskin soğuğu da içeri doldu. İbrahim ayağa kalkıp gülümsedi.

“Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim? Daha yeni açıldık ama…”

Adamlardan biri -daha iri ve uzun olanı- masanın üzerindeki kitaba gözlerini dikti.

“Şu masanın üstündeki, ne kadar?”

“Ha, o mu… Maalesef satılık değil.”

“Bir fiyatı vardır yahu!” dedi diğeri, “Sen bize rakam söyle!”

“Bakın, anlamadınız galiba, o satılık değil. O benim kitabım!”

Adamlar sinirlenmeye başladı. İbrahim masaya doğru geriledi. Kitaba siper oldu. Uzun boylu adam, ufak bir hareketle belindeki silahı gösterdi.

“Bak kardeş, asıl sen anlamadın… Biz bu kitabı senden alacağız. Ya seve seve, ya da…”

“Güzel dükkân. Allah muhafaza, bir yangın çıksa… İçinde de sen…”

“Bura sana mezar olsun istemiyorsan ver şunu!”

İbrahim ön kapıdan hızla çıktı. Koşmaya başladı. Kalın ciltli kitabı göğsüne bastırmıştı. Kollarını kenetlemişti. Arka sokağa saptı. Siyahlı adamlar hemen peşindeydi. Kitabı teslim etmeyecekti onlara… Her ne pahasına olursa olsun! Yangın merdivenine tırmandı. Çatıya çıktı. Bu sırada içinden Ayet-el Kürsi okuyordu. Koşarken ayağı bir şeye takıldı. Dengesini kaybetti. Kitabın üstüne, yere kapaklandı. Güç bela ayağa kalktığında adamları gördü. İki metre ötedelerdi. Silahlarının metali ay ışığında parlıyordu. Namlular ona doğrultulmuştu.

“Kitabı bize ver!” diye bağırdı iriyarı adam.

“Vermem! Allah şahidim olsun vermem!”

“Aptal! Aynı deden gibi aptalsın!”

Şiddetli bir rüzâar esti. İbrahim, yerin ayaklarının altından kayıp gittiğini hissetti.

Zekeriya Ünal

1988 yılının soğuk bir Ocak akşamında, ana rahmindeki yuvamı terkedip, Dünya'ya "merhaba" dedim. Ağzımdan çıkan ilk söz, çoğu insan yavrusu gibi "ınga" oldu. Sözcüklerle yolculuğum böyle başladı. Yıllar içinde resim, müzik, yazı, fotoğraf gibi farklı sanat disiplinlerinde kendimi aradım durdum. Sonunda, en iyi yapabildiğim ve yaparken en çok keyif aldığım şeyin yazı yazmak olduğuna karar kıldım. İlk gençlik yıllarımdan beri yazı yazarım. Bazı yazılarım yerel gazetelerde, fanzinlerde, e-dergilerde ve internet sitelerinde yayınlandı. 35 yaşındayım ve hala sözcüklerle serüvenim sürüyor.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for huseyin huseyin says:

    Merhaba @ZekeriyaUnal

    Hikayeni beğendim. Güzel ve akıcı bir dili var. Daha uzun bir hikayenin başlangıcı gibi geldi bana. Eğer öyleyse ne güzel; değilse de devamını mutlaka yazmalısın. Güzel bir çalışma olur.

    Kalemine sağlık.

  2. Çok teşekkür ederim Hüseyin bey, kim bilir belki bir gün yazarım devamını. :blush:

  3. Heyecanla okudum. Bir dizi gibi sürükleyiciydi. Bana da devamı gelecekmiş gibi geldi. :blush: Kaleminize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for acimatriyarka Avatar for zekeriyaunal01 Avatar for huseyin