Öykü

Kuşlar, Telaşlar

Yusuf’a

Üç kez kustum, üçü de farklı renkti. Ne diye o eti yedim ki! Attılar öylece önüme; düşünmezler. Olacağı buydu. İnsanın öyle bol ki kuytusu. Benden küçükleri bu yüzden hep tembihlerim: Kimseye güven ol-maz. Olmamalı. Su akıntısı söylemişti: “Yeme onu kız, yüreğim kadar pis.” Dinlemedim. Dinlemem. Anam da peşimde az miyavlamadı. Gelen geçene kendini sevdirirdi manyak karı. (Bizimkiler adını soykaya çıkardılar bir de.) Neden sonra kendisine motor çarpıp da ağzından burnundan kan gelirken, onu “psi-psi” diye seven insanların hiçbirini görmedim ya çevrede. Ölüsü iki gün sokak lambasının altında kaldı. İyi kedi ölüsünü göstermez, diyemedim. Ben korkudan yanaşmadım ama izledim uzaktan uzağa. Sokak lambası “Kız ananın ölüsü öyle orta yerde bırakılır mı canını almayasıca!” diye alkış etti, duymaza verdim. Mahallenin çocukları, oyunlarını bozan kokuya dayanamayıp onu gömdüklerinde sol bacağı ve kuyruğu yoktu. İnanır mısınız o kazadan sonra motorları ve çocukları ayrı bir incelikle sevdim.

Evvelce (artık yanaşmıyorum çünkü) kapısı, penceresi açık unutulan evlere, bir gölge gibi mışıl mışıl girerdim. Huzurlu bir yuva hasretim değil de yemek kokuları olurdu beni davet eden. Soylu bir kedi olmanın verdiği gururla her davete icabet ederim. Bir insan ne kadar nemrutsa yapıverdiği yemek de bir o kadar davetkardır: “Gel; gel şöyle, bak kimse yok, acıktın mı sen?” Giderim. Serde serserilik de var yalan miyavlamayacağım şimdi; bir girdim mi işime gelmezse etrafı da bi’ güzel dağıtırım. Kokular bildik fısıltıyla “Hakkımı ver, hakkımı ver ama…” der farklı dillerde. Ah bir de ikna edicidirler! Elimden gelse onların dillerini yerim. Lezzetin ödüllendirilmesi taraftarıyım esasen. Mutfağı bulur, payımı yer, kenarı çekilirim. Ha yemek ulaşamayacağım bir mevkide veya kendini yedirtmeyecek bir pozisyonda ise sözüm ona bir yere kıstırılmışsa o zaman etrafı darmaduman ederim işte. Ortada ne anahtarlık bırakırım, ne masa lambası, ne fotoğraf, ne çerçeve… Gücüm yeterse çocukların oyuncaklarını kırar, odalarını dağıtırım. Demin yine kustum. Azıcık kan da geldi bu sefer. Ne pis! Arabalı sokağı hızlı hızlı geçip cadde bitene kadar aşağı seyrettim. İyi gelir ümidiyle, toprakta oyuklar açan serçeleri izledim bi süre: Minik kafaları ve şaşkın bakışları beni delirtir. Mecalim olsa üzerlerine de atlardım. Ne vakit onlara rast gelsem, uçan balon görmüş bir çocuk gibi anadilimde tuzağa düşerim. Çenem takırdar, dudaklarım titrer, kekelerim. Etrafta gezinerek onların oyunlarını bozmak bile keyfimi yerine getirmeye yetti. Basit yaratılıştaki her kedi gibi keyfim; yerini ezbere bilir de çabucak buluverir.

Mernuş Abi, “Bizimkilerin kaderi bu” derdi, “Özgürlüğün tadına varmak için önce bi’ dört duvara ihtiyaç duyarlar. Kimisine de öyle gerek canım. Aptallar. Herkes hak ettiğini…” O yaşta onu suçlardım. Doğuştan sokak çocuğuydu o, ne bilsindi. Evet, yedi mahallenin hikâyesi ondaydı, evet, mangal yürekliydi, eşrafını tutar, pöçüklere doğruyu yanlışı öğretirdi. Ama ev gibisi var mı? Hiç. Yediğin önünde yemediğin arkanda. Aklım almazdı. Neden sonra pencerenin tekine tutulmuş bi’ yazarın yazıhanesinde kaldım. Uzunca. (Beni pek sevmezdi ama bir kedim bile yok demedi en azından.) Kendini yazdıklarına fazla kaptırıp baktığı her yerde, her yüzde, bir pencere gördü; kiminin camını kırdı, kiminin perdesini sıyırdı. Benimle alakayı kesti. Sonra gitti kendini korkuluğun tekine astı.

Benimki de merak: Nedenini aradım. Yalnızlığın bağrına dikilmiş o korkuluğun yanına vardım ama ser verdi sır vermedi. Ben sordukça sustu. Şehirdeki eşi, dostu, akrabayı sordu. Beni boş boş miyavlattı. Neden sonra odadaki kilime dikkat etmemi söyledi. Ağzının sıkı yüreğinin renkli olacağı konusunda uyardı. Kilimse onca zaman beraber değilmişiz gibi muskasını, çengelini, kartalını, eli belindesini benden gizledi. Sinirlendim. İnatla üzerinde tepindim ama motiflere baktıkça yavaş yavaş çözüldüm, kendim olmaktan çıktım. Ne olduğunu kestiremedim de. Öylece dolandım, durdum. Sesi ve sözü kovmuş renkler vardı. Kiraz dalı olup kilimde açtım sonra kışı kovup bir yandan da sanki kendimden kaçtım. Bir sidik gölünün ortasında uyandığımda bomboştu yazıhane. Beni de öldü sanıp almadılarsa gelin tükürün yüzüme!

Mernuş Abi’ye hak verdim. Çok çok sonra. Hak verdiğim gün, önümde gururla tüten duvarlara da kin giyindim. Kaderse kader, kinse kin.

Kahveleri, parkları, lojmanları geçtim. Görüp de yemediğim yeşillik kalmadı. Midem ters döndü ama bulantım da az dindi sanki. İllet. Önüme bi tanıdık çıksa miyavlayamam. İnsanlarsa miyavlarımın altında hep bir anlam arıyor. Patimi sağa atışımda bir gizem, boşluğa bakışımda bir mana… Ne alaka? Beklenti, diyorum herkesin birbirine laf attığı çöp tenekesi buluşmalarında bizimkilere; beklenti, kedileri de yorar. Gülüyorlar. Yanan kız yurdunu geride bıraktığım sıra “Bu kırmızı da neyin nesi?” dedi kaldırım taşı. Durdum. Şıp şıp kan oldu yerler. “Kız yüreğin üzerime döküldü, bir silkelen.”

Yeter! Yüz yirmi sekiz milyar kez yeter.

“O ne be! Al şu pisini çabucak üzerimden.”

Halbuki kaldırımı sevmem.

Renkleri sevmem.

Sizi sevmem.