Öykü

Bataklık Canavarının Peşinde

Bir varmış bir yokmuş. Küçük bir köyde iki arkadaş yaşarmış. Birbirlerinden ayrılamayan bu iki arkadaşın en sevdiği şey maceralara dalmakmış. İşte şimdi bu iki gencin bir macerasının anlatıldığı kâğıtları okuyorsun sen de. Bu kâğıtta yazılanları sadece masaldan ibaret sanma sakın, sayın okuyan. Çünkü deyiş odur ki kâğıtlara dökülen her hayal gerçekleşirmiş başka dünyalarda. Bu haylazların macerası da hangi âlemde gerçekleşmiş de dünyamıza masal olarak düşmüş kim bilir!

“Yemek!” diye bağırarak çağırır idi anneleri, Aidan ve Eugene’i ikinci e harfini uzata uzata her akşam. Yazları daha güneş batmamış olurdu, kış aylarındaysa karanlık çökerdi anneleri iki küçüğü sofraya çağırırken. Ama onlar her defasında yemeğe birazcık daha geç gidebilmek için çabalarlar ve başarılı da olurlardı. En sık başvurdukları bahane, diğerinin saklambaç oyununda, saklandığı yerden çıkmayarak onu bulana kadar zaman kaybettirdiğiydi. Ancak saklambaç bile oynuyor olmazlardı çoğu zaman. Üstelik ebeveynlerinin bütün çabalarına rağmen tabaklarını da hiçbir zaman tamamen bitirmezlerdi. Ne yazık ki iki çocuk da bu yüzden oldukça sıska idiler.

Eugene, yulaf taneleri gibi saçları ensesine dökülen ve yemyeşil gözleri, tarlalarda biten yabani otları andıran gözlere sahip, yaşıtlarından beş parmak kadar daha uzun bir çocuktu. Cılız olmasına rağmen yanakları etli ve çenesi öne çıkıktı. Aidan’la düzlükte sınırsızca uzayıp giden ormanda dolaşmayı ve arkadaşının arkasından sessizce yaklaşıp onu korkutmayı pek severdi. Ve Aidan da her defasında onun eşek şakalarına yakalanır ve nefes nefese oradan kaçmaya başlardı.

Aidan, kahverengi, dalgalı saçları ve aynı renkte gözleri olan, Eugene’den biraz daha kısa ama aynı kiloda bir oğlandı. Boyu onun, arkadaşından daha şişman görünmesine sebep olduğundan Eugene’ın ‘şişko patates’ diye eğlenmelerine sinirlenir ve onunla çimenlerin arasında boğuşurdu. Ormandaki yaratıklarla savaşmaya, arkadaşını hep Aidan ikna eder ve ilk kaçan da hep o olurdu korkutucu seslerin peşlerinden onları takip ettiğine karar verdiklerinde. Ayakları kıçına vura vura kaçarken rüzgârda savrulan saçları geniş alnını ortaya çıkarırdı.

Nasıl olmuşsa olmuş, Eugene teklif etmiş bu sefer, canavar kovalamayı. Ama bu defasında her zaman gittiklerine değil, köylerinden epeyce uzakta, Ree düzlüğünde uzayıp giden Carnagh Ormanı’na gideceklerdi.

Elbette evlerinden hiçbir zaman bu kadar uzaklaşmayan Aidan, önce bu fikri çok ‘salakça’ buldu. Ama arkadaşının heyecanla anlattığı hikâyeler ve bataklık canavarı efsanesi onun da iştahını kabartmıştı. Elbette yemeğe duyulan iştahtan değil, maceraya atılmak için beslediği açlığa duyduğu iştahtan bahsediyorum burada.

Böylece, o akşam, sabah güneş doğmadan buluşmak üzere sözleştiklerinde yemek masasına oturmak üzere ayrılmışlardı. Ancak ne var ki, her akşam tabaklarının yarısını olsun yiyen Aidan ve Eugene o akşamki heyecanları yüzünden birkaç çatal almış ya da almamışlardı ki sandalyelerini arkalarına düşürüp doğruca odalarına koşturmuşlardı. Hiçbir şeyleri eksik olmamalıydı ne de olsa. Yayları, okları, özenle bileylenmiş bıçakları ve elbette sihir torbalarını unutmamalılardı canavar avında.

“Sen âşık falan mı oldun bakayım?” diye azarladı babası, Aidan’ı. Zira elinde çatal, patatesli omletiyle oynayıp duruyordu. Oturur oturmaz yenen bir iki aceleci lokmanın ardından gelen heyecan, yemeği unutturmuş bataklık canavarına sevk etmişti düşüncelerini

“Ellerine sağlık anneciğim, ben çoktan doydum bile,” dedi ve lafını bitirmeden hemencecik kalkıverdi sofradan. Babasının serzenişlerini duymamıştı bile. Odasının kapısını arkadan kilitledi çünkü teçhizat deposunun yerinin bilinmesini istemiyordu. Yatağının altından ahşap bir kutu çıkardı. Açtı kapağını ve içindekileri yatağının üzerine çıkardı. Her şeyi tastamamdı. Yayını eline aldı ve yakmayı unuttuğu kandiline doğru çevirdi. Bunun işe yaramadığını görünce bir kibrit aşırdı alelacele mutfaktan ve yakınca kandilin isli lambasını, izledi uzun uzun en sevdiği silahını. Ancak birazcık gerilmesi gerekiyordu. Kullanılmaya kullanılmaya gevşemişti yayı. Onu da hallediverdi usta parmaklarıyla ve sadağını da doldurunca kendi elleriyle sivrilttiği oklarla, büyü torbasının sarılı olduğu bezi açtı özenerek.

Bir büyü torbası hazırlamak zor ve zahmetli bir iştir. Çeşit çeşit bitkiler ve envai türde koku bulman, ürkütücü mezarlardan toprak alman, ölü gibi kokan tütsüler yakman gerekir. Özellikle de sadece bataklıklarda yetişen ve kokusu bir mil öteden hissedilen bitkiler vardır ki Aidan ondan bir kök bulabilmek için haftalarca uğraşmıştı. İşte böylesine değerli bir malzemeyi, istenmeyen gözlerden saklamak, düşmanlardan korumak da aynı zahmeti gerektirir. En güvenli yer ise, yatağın altı diye düşünmüştü Aidan. Ve onu, kokusu duyulmasın diye sarmaladığı kat kat bohçayla birlikte, teçhizat kutusunun altına yaptırdığı özel-gizli bölmede tutuyordu. Hala yerinde olduğunu görünce, torbasını aynı titizlikle tekrar sardı ve gömleğinin iç cebine yerleştirdi. Kamasını ise, yolculuğa çıkarken alacaktı yanına. Eğer şimdiden kemerine tutturursa, ‘uyuya kalırım ve bir yerime batar’ diye endişeleniyordu.

Her şeyini tamam ettikten sonra pencerenin önüne geçti ve dışarıyı kontrol etti. Ay daha ancak karşıdaki küçük tepelerin üzerinden birkaç adım yükselebilmişti. Bu, önünde koca bir gece olduğunu işaret ediyordu. Of diye içini geçirdi ve yatağına uzandı. Sabaha kadar nasıl bekleyecekti kim bilir!

Ne var ki bütün gün oyun oynamaktan ve koşturmaktan yorulan küçük beden, birkaç dakika sonra dalıverdi uçsuz bucaksız rüya âlemlerine.

Penceresinden tık-tık diye sesler geldiğini duyunca irkilerek doğruldu yattığı yerden Aidan. Gözlerini açmadan önce, kötü ruhların odasında peyda olduğunu düşünmüşse de hemen hatırladı tamamlaması gereken bir görevleri olduğunu. Pencerenin önünde, onu uyandırmaya çalışan Eugene, “Ne derin uykun varmış be senin de, yerde taş kalmadı seni uyandırana kadar,” dedi gözlerini ovalayarak kendine gelmeye çalışan arkadaşı, penceresinin kanatlarını açarken.

“Uff uyandım işte. Geç kalmadık ya?” diye sordu pelerinini ve silah çantasını kuşanmış olan arkadaşına, aldırmaz ses tonuyla. Ancak yine de, kendisi yüzünden geç kalırlarsa pişman olacaktı bu kadar derin uykulara daldığı için.

“Hayır, geç kalmadık ama biraz daha oyalanmaya devam edersen kaçıracağız!” Arkadaşının serzenişinin ardından, yatağının başucundaki giysilerinin üzerine, geceliklerini çıkarıp fırlattı ve dolabında sakladığı av giysilerini kuşanmaya başladı. Onun da koyu yeşil renkte ve üzerinde bir elf kızı işlemesi olan pelerini vardı. Bu simge, iki avcının özel amblemiydi. Kahverengi ve sağ cebinin üzerinde aynı amblemi bulunduran pantolonunu, kareli koyu bordo gömleğini ve geyik derisinden yapılmış çizmelerini kuşandıktan sonra pelerinini geçirdi sırtına. İçinde büyü torbasının da yer aldığı omuz çantasını geçirip yayını ve sadağını da kuşandıktan sonra anne ve babasına bir mektup yazmak için çekmeceleri kurcaladı. Mürekkep hokkasını ve tüylü kalemi kısa bir süre aradıktan sonra masasının üzerinde bekleyen kâğıda haber mektubunu karalayıverdi.

Pek de okunaklı olmayan el yazısıyla aynen şunları yazmıştı ebeveynlerine Aidan:

“Anne, baba. Beni büyük bir görev bekliyor. Size haber vermeden evden ayrıldığım için özür dilerim. Ancak köyümüzü bataklık canavarının saldırısından korumak için gitmeliydim. Eve sağ salim döneceğimden emin olun. Beni merak etmeyin. Sizi seviyorum. Aidan.”

Kâğıdı ikiye katlayıp tekrar açtıktan sonra yazının olduğu kısım bir çerçeve gibi duracak şekilde yatağının üzerine bıraktı. Pencereden dışarı çıktı ve Carnagh’a doğru yollara düştü ikili.

* * *

Genç adamlar, canavar avına başladığı, yani evden adım attıkları anlarda ortalık gecenin en siyahını yaşamaktaydı. Gözün gözü görmediği bu dakikalar, iki küçük için maceralarının belki de en gergin geçen kısmıydı. Köyün çıkışına giden yolda tek ışık kaynakları, Eugene’ın almayı akıl ettiği küçük yağ lambasıydı. Yürümeleri gereken yaklaşık dört kilometrenin belki de yirmi dakikasını ışığa ihtiyaç duyarak geçirecek olsalar da Eugene eşeğini sağlam kazığa bağlamak istemişti.

Köyün çıkışına vardıklarında artık güneş, alçak tepelerin üzerinde yol almaya başlamış, yağ lambası etkisini yitirmeye yüz tutmuştu. Eugene, ışığı söndürdü.

“Canavarı nasıl öldüreceğiz peki?” Aidan, kemerine yerleştirdiği kamasıyla oynayarak sordu. Çünkü dinledikleri bazı hikâyelerde, ölümsüz yaratıklardan ve sadece özel yöntemlerle yok edilebilecek canavarlardan bahsediliyordu.

“Bence kafasını keserek öldürmeye çalışmalıyız.” diye tavsiyede bulundu Eugene. Çoğu yaratık ancak bu şekilde öldürülebiliyordu duyduklarına göre. Ancak bu bile işe yaramazsa, canavarı kızdırmış olacaklardı. Büyü torbalarıysa her zaman işe yarardı.

Sabahın ilk saatlerinde iki savaşçı, Carnagh ormanının olduğu ovaya varmışlardı. Şu dakikalarda anneleri, onları uyandırmak için odalarına girmiş ve bıraktıkları mektupları görmüş olurlardı büyük ihtimalle.

Güneş sabahın geldiğini haber verircesine yırtıyordu soğuk havayı ışınlarıyla. Köydeki düzlük gibi olmayan, bakımsızlıktan oldukça uzamış ve aralarında yabancı otlar bitmiş olan düzlüğün birkaç yüz metre ilerisindeki Carnagh’a ve sonra birbirlerine baktılar. İşte gelmek istedikleri yere ulaşmışlardı sonunda.

“Hazır mısın?” diye sordu Eugene, Aidan’a. Onun itirazlarına rağmen gelmişlerdi buraya kadar. Hazır olup olmaması aslında pek de umurunda değildi arkadaşının. Ormana girecekler ve o yaratığı haklayacaklardı. Arkadaşı onaylayan bakışlarla göz attığında ona, kısa kılıcını çıkardı kınından ve sağ elinde, dar açıyla tutarak yürümeye başladılar.

Çayırın bitip ormanın başladığı noktada, evlerinde keyifle içtikleri kök şerbetinin yapıldığı ağaçların haşmetli vücutları selamlıyordu onları şimdi. En önde sıralı meyan ağaçlarından bir tanesinde bir tabelanın asılı olduğunu gördü Eugene ve okudu.

“Gizli kalması gerekenlerle dolu bu ormana girenler, başına geleceklerin sorumluluğunu almış demektirler.”

“Sence ne demek istemiş?” diye sordu arkadaşına, işaret parmağıyla tabelayı göstererek Aidan. Gizli kalması gereken şeyler neydi ve başlarına ne gibi kötü şeyler gelebilirdi tahmin edebiliyordu ama merak ediyordu arkadaşının ne düşündüğünü.

“Bu ormanda yaşayan yaratıklar, insanlar tarafından bilinmek istemiyorlar galiba,” dedi Eugene ve devam etti, “Ama bir tanesi kendini açık etti ve biz de onu yeneceğiz!”

“Eh, madem öyle, devam edelim,” anlamına gelecek şekilde omuz silkti arkadaşı ve ormana girdiler.

Upuzun meyan ağaçlarının pürüzsüz vücutları arasına serpiştirilmiş sarmaşıklar ve uzun kaşındırıcı otlar onları bir hayli rahatsız etmişti ilk başlarda ama biraz sonra iyice alıştılar ormana. Bataklık canavarı, sabah saatlerinde, yuvasında uykuda olurmuş genellikle. Ve onu uykuda yakalamak daha kolay olacaktı onlara göre. ‘Öğlen olmadan onu öldürür ve en geç öğleden sonra varırız kasabaya,’ diye düşündüler.

Tabelanın yanından ormana girdikten sonra elli metre yürümüşler ya da yürümemişlerdi ki birkaç metre derinliğinde bir hendeğe ve hendeğin üzerine kurulmuş köprüye rastladılar. Pek sağlam görünmeyen halatlarla asılmış köprüden geçmeleri gerekiyordu.

“Carnagh’a hoş geldiniz küçük şövalyeler!” Sesin nereden geldiğini anlayamayan çocuklar etraflarına seğirtti bir an. Köprünün başında bekleyen cüceyi fark ettiklerindeyse birkaç adım geriye sıçradılar. Boyu kadar sakalı ve yerlere sürünen paltosuyla karşılarında gerçek bir cüce duruyordu. İkisi de bu güne kadar hiç cüce görmemişlerdi ve tehlikeli olup olmadığını da bilmiyorlardı. Yemyeşil gözleri, kırışıklıklarla dolu suratında, yosun tutmuş bir çift kuyu gibi duruyordu. Yıllardır üzerinden çıkarmadığı belli olan paltosu da artık yeşilden çok kahverengiye benziyordu. Bir ağaç dalından eğretice yapılmış bastonunu toprağa vura vura birkaç adım attı kısacık ayaklarıyla ve iki arkadaşın tam karşısına dikilip gözlerini çocukların üzerinde gezdirdi uzunca bir süre.

“Siz ikiniz, şövalye olmak için çok, çok çok ama çok gençsiniz. Siz nesiniz bakayım!” diye gürledi. Sesinde korku verme isteğinden çok çocuklarını azarlayan ebeveynlerin tınısı vardı. Aidan kılıcının kabzasını tutmuş her an saldırmaya ya da kaçmaya hazırdı. Çenesini yukarı kaldırarak konuştu derince yutkunduktan sonra,

“Genç olmak yaratıklarla savaşmamızı engellemez cüce! Bataklık canavarını haklayıp köyümüzü kurtarmaya geldik!” dedi sesini olabildiğince yüksek çıkararak. Bu sırada Eugene arkadaşının bir adım gerisinde, olanları ve olacakları izliyordu. Herhangi ters bir durumda o da savunmaya hazırdı.

“Anlıyorum sizi. Yaptığınız çok onurlu bir davranış. Ancak söyleyin bakalım, anne babanız buraya geldiğinizden haberdar mı?”

“Elbette haberleri var,” dedi Eugene. “onlara mektup bıraktık.”

“O halde ormana girmenize izin vereceğim. Ancak başınıza gelecekler konusunda sizi uyarıyorum. Canavarlar sandığınızdan da güçlüdürler. Büyüleriyle sizi fareye bile çevirebilirler.” Cüce, bastonuyla yerden toz kaldırdı ve köprünün önünü açtı. Yüzünde hafif bir tebessüm belirmişti. Çocuklar bunu fark etmedi.

Savaşçılar, köprüden geçmek için yeltenince cüce bir anda karşılarına dikildi yeniden, “Dikkatli olun çocuklar, bunun şakası yok.” dedi. Aidan arkadaşına bir bakış attı. Gözlerinde endişe ve korku vardı.

“Dikkatli olacağız, söz veriyorum. O canavarı haklayıp geri döneceğiz.” diye karşılık verdi Eugene ve köprüden geçtiler. Bir buçuk metre uzunluğundaki köprünün ortasına varınca arkasına bakan Eugene, cücenin ortadan kaybolmuş olduğunu gördü.

* * *

Aidan ve Eugene, köprüden geçip ormanın derinlerine doğru yarım saat yürüdükten sonra Athill Bataklığına neredeyse varmışlardı. Birdenbire karşılarına çıkıp onları sorgulayan ve ormana girmelerine izin veren cüce hakkında konuşurlarken zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar. Ormanın bekçisi olan cüce, onları büyüye karşı uyarmıştı ve genç savaşçılar, yaratığın büyü yapabildiğini daha önce duymamışlardı. Cücenin uyarısından sonra Aidan, çantasından büyü torbasını çıkarmış ve onu sıkıca elinde tutar olmuştu. Artık canavarın ne gibi yetenekleri olduğu konusunda az da olsa bilgi sahibiydiler.

Meyan ağaçları ve diğer türlü bitkilerin arasında zaman öğle vaktini bulmak üzereydi. İkisi de dillendirmese de aileleri hakkında endişeleniyorlardı. İlk defa ailelerinden gizli yolculuğa çıkmışlardı. Ailelerinin, onları aramaya çıktıklarından eminlerdi.

Upuzun ağaçların arasında bazı sesler duyduğunu sandı Aidan. Seslerin kuşlardan geldiğini düşündü önce ancak tam karşılarında uzanan bir ağacın tepesinden önlerine atlayan şeyi gördüklerinde yanıldığını anladı.

Ağacın tepesinden gürültüler çıkararak çocukların karşısına çıkan şey, solgun mavi derisi ve en az Meyan ağaçlarının damarlı yaprakları kadar yeşil gözleri ve uzun saçları olan bir yaratıktı. Boyu, köprüde gördükleri cüceden birazcık daha uzun, üzerinde kıvrım kıvrım çizgili desenlere sahip mor bir elbisesi olan bir yaratık… Göğsünden boynuna uzanan siyah renkli dövmeleri vardı. Bu dövmeler de tıpkı entarisindeki gibi kıvrımlara sahip çizgilerden oluşuyordu. Bu çizgiler, kah içe doğru daralan çemberlerden kah dallara ayrılıp sağa sola uzanan aynı çemberlerden oluşuyordu. Omuzlarına kadar ulaşan saçları parmak kalınlığında örülmüş yaratık yaramaz bir çocuk gibi bağırıp çağırarak Aidan ve Eugene’in karşısında dans eder gibi hareketler sergiliyordu.

Neye uğradığını şaşıran çocuklar, yaratık önlerine atladığı anda bir adım havaya sıçramışlardı. Kendine geldiklerinde kıçları toprağı öpüyorken buldular bedenlerini ve ayağa kalkmaya çalışırlarken yaratık hala birkaç adım ötelerinde o acayip dansını etmekteydi. Eugene, elinden kurtulup hemen yanına düşen kılıcına sarıldı ve kıçındaki toprakları temizleyerek kalkarken silahını yaratığa doğrultmuştu bile. Aidan da kemerine tutturduğu kamasını aldı hemen ve dans eden şeye doğrulttu o da. Çocuklar canavarı, ya da her neyse onu, silahlarıyla tehdit ederken mavi tenli yaratık dansını bırakmış bembeyaz ama çarpık dişlerini göstererek gülüyor ve çocukların yanına yürüyordu ağır adımlarla.

Acayip şey, kambur gibi yalpalayarak ve sırtını göğe göstererek yürüyordu. Rahatsız edici kahkahasını, genç savaşçıların karşısında belirince aniden kesti ve yüzü somurtkan bir hal aldı.

“Uff çok sıkıcısınız. Siz ne biçim çocuksunuz bee!” diye cırtlak bir sesle bağırdı çirkin yaratık. Yeşil gözlerinin üzerindeki mavi göz kapakları, uykusu gelmiş gibi yarı kapalıydı.

“O ellerinizdeki de ne öyle,” diye aralanan göz kapaklarını sonuna kadar açtı ve şaşmış bir ifadeyle ellerini yüzüne siper ederek baktı. “Küçük çocuklar böyle şeylerle oynamamalııı,” diye devam etti ve parmaklarını şıklatıp anlamsız sözler söylemeye başladı. Eugene, yaratık bunu yaparken, vücudunu sarmalayan o garip dövmelerin altın renginde parlayıp bir anda söndüğüne yemin edebilirdi ki bir an sonra bundan daha şaşkınlık verici bir şey fark etti. İkisinin de bütün silahları yok olmuş, kılıç ve kamayı tutan elleri yapış yapış çamura bulanmıştı.

Aidan, çamurlu sağ elini pantolonuna silerek temizlemeye çalıştı. “Sen de nesin böyle?” diye sordu elinin temizlendiğinden emin olunca. Yüreğinde korku bilinçaltında cesaret vardı. Bilinçaltı baskın çıktı.

“Heey, ben bir cinim seni şapşal, belli olmuyor mu oradan?” diye garip bir aksanla cevapladı cin. Artık silahları yok olan çocuklar, bununla nasıl başa çıkacaklarını bilemiyorlardı. Eugene de temizlenince, göğsünü kabarttı ve cinin üzerine yürümeye başladı.

“Bize zarar vermeye kalkarsan seni cin cehennemine yollarım!” diye haykırdı kısık bir sesle Eugene, cinin yeşil gözlerinin içine doğru. Neye güvenerek bu kadar cesur davrandığını anlamayan arkadaşının hemen büyü torbası geldi aklına ve cebinden çıkarıp avucuna aldı o arada.

“Senin sihirlerin varsa bizim de büyümüz var. Gitmemize izin ver yoksa sana zarar vermek zorundayım,” dedi çatallaşan sesiyle.

“Tek istediğim eğlenmek be sizi aptal çocuklar! Benimle oynayın yoksa sizi maymuna çeviririm!” diye kükredi cin. O ana kadar fark edememişlerdi ama cinin kıçından çıkan bir de kuyruğu vardı. Herhangi bir evcil hayvanınkinden daha kısaydı ve bir kamçı kadar pürüzsüzdü, sadece ucundan bir tutam tüy fışkırıyordu o kadar.

“Bu arada, o elindeki torba hiçbir işe yaramaz küçüğüm, onunla ancak bir karahindibayı öldürebilirsin.” Artık cinin ilginç görüntüsüne alışan çocuklar, heyecanlarını ve korkularını da bir kenara bırakmış, neler olduğunu ve cinin onlardan ne istediğini anlamaya çalışıyorlardı.

Orman hakkında söylenenler, girişteki tabelanın ve köprüdeki cücenin söylediklerinin aksine, karşılarına çıkan bu şey tam bir oyunbaz ve oldukça da eğlenceli görünüyordu. Biraz sinirli davransa da ‘eminim ki yalnızlık onu sinirli hale getirmiştir’ diye düşündü Aidan. Sadece arkadaşının duyabileceğini umduğu şekilde kısık sesle fısıldadı bu görüşünü Eugene’e. Cinin kendilerine zarar vermeyeceğine ikna olmuş gibiydi ama arkadaşı öyle düşünmüyordu ne yazık ki.

Eugene, “Bir yaratığa güvenemezsin,” diye fısıldadı yine aynı şekilde. Cinin kendilerini duymadığını umut ediyorlardı ama yanılmışlardı.

“Ben bir yaratık değilim seni aptal!” diye cırladı cin ve olduğu yerde zıplamaya başladı, muhtemelen sinirden. Ve yine dövmeleri parlamaya başladı birden. Bu seferki, silahlarını yok ettiği zamankine benzemiyordu çünkü etrafı tamamen altın renginden ışınlar bürümüştü.

* * *

“Patrick!” diye seslendi kadın, oğlunun odasındaki kağıdı daha okumadan evvel. İçinde ne yazdığını bilmesine gerek yoktu. Oğlunun yatakta olmadığını görünce neler olduğunu anlamıştı zaten.

Patrick, geceliği üzerinde, Aidan’ın odasına girip karısını, sağ elinde kâğıt, sol eli belinde görünce o da anladı neler olduğunu hemen, zira neden bağırdığını sormaya bile gerek duymadan, “Nereye gittiklerini yazmış mı?” diye sordu. Oğlunun yaramazlıklarından bıkkınlık gelmişti neredeyse adama ama artık bu duruma da alışmıştı. Onlar yaramazlık yapar, yaralanır, aile de artlarını toparlar. Hep aynı hikâye…

“Sanırım nereye gittiklerini biliyorum. Bataklık canavarı avlamaya gitmiş bizimkiler,” diye izah etti Nora. Elbette bataklık canavarı diye bir şey olmadığını biliyordu ancak ikiliyi, sokakta bu konu hakkında konuşurlarken duymuştu. “Carnagh’a gitmişler, inanamıyorum!” diye de ekledi sesini yükseltip titreterek.

“Başlarına bir şey gelmeden önce onları bulmalıyız. Umalım ki geç kalmamış olalım,” derken telaşlanmaya da başlamıştı adam ama telaşı kargaşa getirmiyordu. İçeri geçti, giysilerini değiştirdi ve karısına aceleci davranması gerektiğini söyledi.

Aine ve Declan’ı da evlerinden aldıktan sonra doğruca Carnagh’a yöneldiler. Orada başlarına kötü bir şeyler gelmemesi gibi bir olasılığın olmadığını dördü de biliyordu ve buna karşı hazırlanmışlardı.

Saat öğleyi bulmadan ormana vardılar. Geçiş köprüsünün önünde cüceyi beklemeye başladılar. Bir dakika sonra köprünün ortasında belirdi cüce, toprağı süpüren sakallarıyla.

“Buraya gelen iki çocuğu arıyoruz,” diye konuya girdi hemen Declan.

“Evet, birkaç saat önce buraya iki ufaklık geldi, şimdi ormanda bir cinle sohbet ediyorlar,” diye açıkladı cüce. “Kibarlığınız için teşekkürler, benden de size selam.” diye de ekledi hemen ardından.

“Nasıl izin verirsin ormana girmelerine,” diye yüksek tonla çekişti cüceye Patrick ve ekledi “Onlar daha çocuk! Görevinin ne olduğunu biliyor musun sen cüce!” sesi bu sefer daha öfkeliydi ve bunda haklıydı da. Bekçinin görevi, ormana girme yetkisi olmayan kişileri ormana sokmamaktı.

Cüce, hatasını elbette biliyordu ama yine de açıklamaya çalıştı ebeveynlere, “Onları gözetliyorum merak etmeyin, zarar görmelerine izin vermem,” sesi titreyerek çıkıyordu ama yine de kendinden emindi. Tek çekincesi, karşısındakilerin çok güçlü kişiler olduğunu biliyor olmasından kaynaklıydı.

Lafı ağzına tıkarcasına susturdu ve Aine konuşmaya başladı bu sefer, “Evet kollardın ama şimdi buradasın ve onlar yalnız.” diye açıkladı kadın. Cüce, çocukları takipteyken güvence altında olabilirlerdi ama birileri köprünün karşısında beklemeye başladığında orada bitmeliydi aynı zamanda.

“Sizin yüzünüzden onları yalnız bırakmış olabilir miyim bayan?” yemyeşil gözlerini kadınınkilere dikti.

“Bırakın tartışmayı da çocukların yanına gidelim hemen!” söze giren Nora oldu bu sefer.

Ebeveynler ve cüce, Aidan ve Eugene’i bulduklarında korktukları başına gelmişti. Cin, kendisini kızdıran küçüklerden birini tahtadan bir kuklaya çevirmiş, Aidan ise korkudan olduğu yere bayılmıştı. Cin elinde Eugene’in kuklasıyla Aidan’ın başında ukalaca tek istediğinin eğlenmek olduğunu gevelerken dört yetişkin büyücüyü ve cüceyi fark etmedi. Manzara karşısında oldukça sinirlenen ebeveynlerin büyüsü çok şiddetli oldu!

Bir cinin yaptığı büyüyü bozmak kolay değildir. Aralarındaki en güçlü büyücü olan Nora için, cini hapsetmek için kullanılan meyan ve adamköklerinden hazırlanan kapan ve eski dilden sözlerle onu yakalamak zor olmadı. İşin güç kısmı, cini, büyüsünü bozmaya ikna etmekti çünkü bir cin, canı pahasına da olsa yaptığı büyüden geri adım atmazdı çoğu zaman.

Hazırlıksız yakalanan cin, bütün ortamı sarmalayan beyaz bir ışık huzmesi içinde esir düştüğünde onu ormanın dışına taşıdılar hiç zaman kaybetmeden. Aidan’ın ise hafızasını sıfırlamak zorunda kalmışlardı. Bu yaşta bir gencin böylesi şeylere şahit olması, gelecekte ruhunda derin yaralar açabilirdi.

Aidan yatağında mışıl mışıl uyurken Declan, Aine, Nora ve Patrick; zavallı Eugene’in kuklasını ve cini Eugene’lerin evinin çatısına taşıdılar.

Kapının üzerine cinlerin konuştuğu dilden sözcükler ve büyü simgelerinden oluşan bir koruma çemberi çizdikten sonra küpü demirden bir kafesin içine koyup kapağı açtılar. Böylece hem onun hareket alanını kısıtlamış hem de büyü kullanarak kaçmasına engel olmuşlardı. Sarsılarak parçalara ayrılan küpün içinden özgürlüğe kavuştuğunu sanarak çıkan cin, kafasını demir parmaklıklara çarptığını anlayınca parmaklarını kalın saçları arasında gezdirerek kafasını ovdu ve etrafı süzmeye başladı.

“Yaptığın büyüyü geri almazsan ailen, başına gelecekler yüzünden bizi sorumlu tutamaz!” diyerek hemen konuya girdi Eugene’in annesi. Kadın hala titreyen kollarını göğsünde birleştirmiş duruyordu kafesin tam karşısında.

Neler olduğunu anlamaya çalışan tecrübesiz, genç cin oradan kaçmak için birkaç numara yapmaya yeltendi ama çabasının nafile olduğunu görünce kollarını iki yana sarkıttı çaresizce. Korkuyordu artık karşısında dikilen erişkin büyücülerden.

“Lütfen bana zarar vermeyin, istediğim tek şey birkaç arkadaştı o kadar.”

“Öyleyse bu yaptığını nasıl izah ediyorsun!” diye kuklayı cine karşı salladı Declan. Gözlerinin siyahında, acımasızlık ve kızgınlık belli ediyordu kendini.

“Bunu yapmaya çocuk zorladı beni. Sürekli tehditler savuruyordu. Kendimi korumak istedim.” Cinin sesindeki korku artık bariz bir şekilde gözlenebiliyordu. Üstün yeteneklere sahip bir cin bile olsanız eğer yeterince hayat tecrübeniz yoksa tek başına işlere kalkışmak herkes için tehlikeli olabiliyordu.

“Uzatmaya gerek yok,” diye girdi söze Nora, “Çocuğu eski haline getirecek misin ölmeyi yeğler misin?” diye sordu cine.

Ellerini parmaklıklara dayamış, kaderine razı olan cin, “Pekâlâ, bozacağım ama bana zarar vermeyeceksiniz değil mi?” diye sordu. Pazarlığa girişecek konumda olmasa bile canını garanti altına almak zorundaydı ne de olsa.

“Eugene tekrar et ve kemiğe dönüşene kadar buna garanti veremem,” pazarlığın bu kadar kolay sonuçlanmasına sevinen anne devam etti, “Büyüyü bozarsan ben de kapıdaki tuzağı bozarım. Eğer serbest kalınca haddini aşan şeylere kalkışacak olursan gazabımdan kork cin!”

Çocuklar, genç bir cinle karşılaştıkları için çok şanslılardı. Cin, teklifi kabul ettikten sonra, Eugene’in kuklasını kafese yaklaştırdılar. Cinin büyüyü bozması da yapması kadar kısa sürdü. Vücudunu kaplayan dövmelerden yayılan ışıklar bütün odayı doldurup bir an sonra sönünce Eugene yarı baygın ve kaskatı kesilmiş şekilde yüzüstü yatıyordu. Annesi hemen kucağına aldı çocuğu, doğruca yatağına götürdü ve Aidan’a içirdikleri sıvıdan ona da vererek yaşadıklarını unutmasını sağladı.

Biraz daha büyük olsaydı hafızasını silmezdi oğlanın. Yaşananlar insanlara her zaman ders vermiştir. Olayın iyi ya da kötü sonuçlanması önemli değil, yaşanan her gün bir sonraki günü daha az hata ya da pişmanlıkla geçirmek için bir fırsattır. Ancak henüz dokuz bahar yaşamış bu küçükler için geçerli değildi bu kural. Onlar, yaşayacaklar, eğlenecekler, dizlerini yaralayacaklar anne babaları da hatalarını affedecekti. Ta ki artık sorumluluk taşıyabilecek bir yaşa gelinceye kadar. Çocukların önünde en fazla iki yıl daha vardı olabildiğince hata yapabilmek için.

Declan, oğlunu odasına bırakıp tekrar tavan arasına vardığında Nora, tuzakları silmiş, cinse hızla kaçmıştı oradan.

İşte sevgili okurum, dünyamızdan belki çok uzaklarda, belki dünyamızda ama çok eski zamanlarda yaşanan bu hikâye de böylece bir sona erdi. Sona erdi demek ne kadar doğru olur bilemem, çünkü genç büyücülerin başından daha nice macera geçti. En azından ellerin arasında tuttuğun kâğıtlara yansıyan macera şimdilik bitti. Çocukluklarını doyasıya yaşamak konusunda oldukça başarılı olan Aidan ve Eugene’in başka hikâyelerini de duymak istiyorsan ben buradayım. Tek yapman gereken sayfaları çevirmek olacak.

Şimdilerde sen de çocuksun ya da bir zamanlar çocuktun. Sevgili okur, bazı masallar, okuyucusuna ders vermek içindir. Bazılarıysa sadece masaldır. Eğer sen de yaşamak istiyorsan çocukluğunu, sonuna kadar yaşa. Bu yıllar, hiçbir şeyi dert etmemen için en iyi zamanlardır…

Adil Öztürk

Yazmaya şiirle başlayıp kısa öyküyle devam ettim. Fantastik kurguyla tanıştıktan sonra öykülerim çeşitli edebiyat sitelerinde ve e-dergilerde yayınlandı. Epik fantezi şiiri denemelerim olsa da henüz paylaşmaya cesaretim yok. Her gün bir haiku yazarım. 2015 En İyi Canavar Hikayesi Yarışması ‘nda “Yaltar Han Efsanesi” adlı öyküm birinci seçildi.

Bataklık Canavarının Peşinde” için 10 Yorum Var

  1. Son derece güzel bir hikâye olmuş. Özellikle olayın bir masal gibi verilmesi hikâyeyi daha da ilgi çekici kılıyor. Ellerine sağlık. Sanırım devamı gelecek, yanlış düşünmüyorum değil mi?

    1. Beğendiğin ve zaman ayırdığın için teşekkürler. Masal olarak yazma fikri aslında Roverandom’u okuduktan sonra geldi ve denemek istedim. Devamı gelebilir evet. Sonraki seçki için bu öyküye bir devam ve bir de bağımsız bir kurgu yazmayı düşünüyorum.

  2. Selamlar;

    Masal tadında, değişik bir öyküydü. Cümleleri devrik yazmanız bu masalsı havayı daha da pekiştirmiş, daha hoş bir hava katmış hikayenize. Tek eleştirim maceraya başlamadan önce yaşanan ufak bir zaman-mekan hatasına yönelik olabilir. Çocuklar maceraya atılmadan önce

    “Ancak ne var ki, her akşam tabaklarının yarısını olsun yiyen Aidan ve Eugene o akşamki heyecanları yüzünden birkaç çatal almış ya da almamışlardı ki sandalyelerini arkalarına düşürüp doğruca odalarına koşturmuşlardı.”

    şeklinde bir cümle kurmuşsunuz. Fakat hemen sonraki paragrafta Aidan’ı yine sofranın başında, yemeğiyle oynarken görüyoruz. Bu da okuma zevkini hafifte olsa bir sekteye uğratıyor.

    Kaleminize sağlık…

    1. Selamlar,
      Zaman ayırıp okuduğunuz ve beğendiğiniz için teşekkürler. Haklısınız o kısımdaki bir hata yapmışım. “koşturmuşlardı” değil de “koşturacaklardı” olarak yazmam gerekiyormuş. Bir de sonradan kendi fark ettiğim bir hatam da var,

      “Declan, oğlunu odasına bırakıp tekrar tavan arasına vardığında Nora, tuzakları silmiş, cinse hızla kaçmıştı oradan.”

      Eugene’i odasına taşıyan kişi annesi yani Aine idi ama bu kısımda Nora yazmışım, onu da söyleyip okurlardan özür dileyeyim. .

  3. Kurguyu masal tadında vermen hoşuma gitti. Hem yetişkinler hem de çocuklar için yazılan hoş ve sürükleyici bir hikaye olmuş. Aralarda geçen güzel ayrıntılar da hikayeyi daha çekici kılmış. Umarım böyle güzel kurgularla tekrar çıkarsın karşımıza. Ellerine sağlık.

    1. Teşekkürler, gelecek seçkide öyküyü devam ettirmeyi istiyorum umarım yine okunur ve beğenilirim.. Zamanın ve beğenin için teşekkürler tekrar.

  4. Selamlar,
    Masal tadında güzel bir hikaye oluşturmuşsun. Dil bilgisi hakkında yorum yapamayacağım, çünkü bu konuda epey bir muzdaripim. Beğendim. Kalemine sağlık..

    1. Teşekkürler, dilbilgisi konusunda ben de epk iyi olduğumu söyleyemem ama elimden geldiğince, öyküyü bitirdikten sonra tekrar tekrar okuyup düzeltmeye çalışıyorum ama yine de bir kaç tane gözümden kaçan hata vardır muhakkak.

  5. Öykü benim de hoşuma gitti, masal tadında öyküler her daim hoşuma gider zaten.

    Yalnız şahsi kanaatimce -bir eleştiri değil tabi bu, sadece şahsi bir fikir- direk sevgili okur gibi kısımlar olmayıp tamamen masal tadında gidilseymiş, yani sadece öyküyü okusaymışız da farklı bir duygu verilebilirmiş gibi geldi. Şimdi bir yandan öğüt alıyormuşuz gibi olunca o atmosferden çabucak kopuyoruz dolayısıyla anı yaşıyamadan çocukluğumuzu, yaşadıklarımızı düşünmeye başlayıp öykünün güzelliğinden uzaklara çeviriyoruz düşüncelerimizi.

    Kaleminize sağlık, bağımsız seriler olarak her daim devam edilecek nitelikte olması da ayrı güzel.

    1. Teşekkürler, öyküyü masal tarzında ve de Roverandon’u okuduktan sonra yazmaya karar verdiğim, bir de işte masal olunca neden illa ki bir öğüt vermesi gerektiği düşüncesine kapıldığımdan o kısımlara da ayrı bir özen gösterip uzun uzun düşünerek yazmıştım aslında ama öyküyü bitirdikten sonra devam etmek için içimde bir heyecan belirdi. Devam öyküsünü de yazmaya başladım bile. İkinci bölümde o kısımlar olmayacak sadece öyküye yöneleceğim efendim. 🙂
      Beğendiğiniz, zaman ayırdığınız için ayrıca teşekkür. İlk öykülerime nazaran daha az eleştiri almak sevindirdi beni açıkçası.. 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *