1
(1240-Antalya-Şehir Şahnesinin Konağı)
-“Bu işi çözmek için ipten kazıktan kurtulma adamlar bulmak lazım gelir.” dedi Ermenekli Subaşı. Şehrin kadısıyla göz göze geldiler.
Sıcak bir Antalya öğle üstünde, şehri gören bir mevkide, Antalya kethüdasının konağındaydılar. Konağın şehre bakan tarafında, üç yanı kapalı bir eyvanda kaz tüyünden mamül sedirlere oturmuşlar, kethüdanın Kilikya Ermenilerinden devşirilme hizmetlisinin sunduğu şarap kadehleri ellerindeydi. Konya medreselerinden yetişme kadı şarap kadehine el sürmemiş, testiden dolma ballı şerbete talim etmişti kendini.
Antalya kadısı İsfahanlı Reşid şerbet tasını hizmetliye verdikten sonra diğerlerine bakınarak sordu:
“-O iş kolay. Ben her dama bir sipahi koyarım. Olurda eski itikatları tutar diye başlarına göçerlerden okur üfler büyücü taifesinden adamlar da koyarım. O sorun değil. Beni asıl düşündüren meselenin siyasi olup olmaması.”dedi.
Ermenekli Subaşı:
“-Orası beni de düşündürüyor. Memleket casus yatağına döndü. Bizanslısı, Latin’i, Eyyubisi hatta Tatar’ı! Yedi düvelin gözü bu topraklarda. Sultan hazır hristiyanlarla anlaşmışken ve ticaret bu denli ilerlemişken işlerimize çomak sokmak isterler. Sınırı geçmeye çalışan kaç adam yakalıyorum bir bilseniz!” dedi.
Şahne Şerifüddin:
“-Beridler uyur mu oldu?” dedi.
Kadı sözü duyar duymaz Şeytan’ı görmüşçesine tiksintiyle:
“-Aman adlarını anma! Onların ne yaptığı belli değil. Sahte fermanların, ayak oyunlarının, kesilen kellelerin haddi hesabı yok. Berid beridlikten çıktı. Onlar devlet oldu devlet! Hiç karıştırmayın onları. Eskiden casus kovalarlardı artık beyleri ağaları kovalıyorlar! Siyasi felan çıkarsa mesele üzerimize yıkıp alayımızın kellesini alırlar!” dedi.
Şahne müstehzi bir ifadeyle:
“-Yahu delinin biri geceleri damdan dama gezer. Hem de kafirlerin yılbaşı gecelerinde, gider kafir evlerinde cinayet işler, birkaç can alır. Delinin teki işte. Ölen adamların birbiriyle alakası bile yok ne siyaseti ne kelle alması!” dediğinde, Subaşı bu alaycı sözler karşısında sertçe bakarak küfreder gibi:
“-Kafirle cenk yokken ya bir başka deli çıkıp “Bu devlet hristiyanların ölümüne müdahale etmiyor, sizi şüphe çekmeden teker teker katlediyor!” diye laf çıkarırsa ne olacak” diye sordu.
Kadı:
“-Ben söyleyeyim. Halk ayaklanacak. Hem de onun yeniden ortaya çıktığı bu zamanda. Sonra Berid bir bakacak Antalya’da isyan var nedendir diye. Bizlerin Sadettin Köpek zamanında iş başına getirilen kadro olduğumuzu görecek. Hazır kendi kadrolarını el altından yerleştirirken bu vesileyle kellemizi alacaklar!”
Şahne:
“-Böyle diyorsunuz ya bu işin arkasında onlar olmasın?”
Subaşı kafasını iki yana sallayarak şunları söyledi:
“-Sanmam. Celaleddin’le aynı dönemde yetiştik. Onun yöntemlerini bilirim. Ortalıkta sahte fermanlar ve birbirinden aykırı üç esrarengiz adam yoksa korkmamıza gerek yoktur. Ama siyasi anlaşılabilir bir mesele. Bir an önce halletmeliyiz.”
Şahne hizmetlisine kafasını salladıktan ve hizmetli koşar adımlarla ayrıldıktan sonra:
“-Siyasi değil bence. Gerçi kadı efendi daha iyi bilir. Ecinni taifesinden şüpheleniyor ahali, buna inanıyor. O bizim deliyi gördüğü halde sağ kalabilmiş bir adam var.” Dediğinde subaşı gözlerini birden şahneye dikti. Sorgular gibi:
“-O kadar takibat yaptırdım benim neden haberim yok? Bu şehrin subaşısı sen misin de olayın şahidini evinde tutarsın?” diye sordu tıslar gibi.
Şahne gözlerini ona dikerek:
“-Günlerdir siyasi siyasi diye diye beni de korkuya saldınız ben ne yapayım. Beridle ilgisi vardır laf çıkmasın diye konakta saklattırdım. Ama bir dinleyin isterseniz. Pek normal şeyler anlatmıyor. Bana kalırsa daha başka bir şey bu. Tafsilatıyla anlatacağım size.” dedi.
Kadı:
“-Cahil Türkmenlerin uydurmaları bunlar.”
Şahne:
“-Ben ötesini berisini bilmem. Aha sen kadı! Aha sen subaşı! Sorarsınız adam gelince.”
Görgü şahidinin gelişini beklerken, eyvana derin bir sessizlik çökmüştü. Aşağıdaki sokaktan gelip geçenlerin sesleri, seyyar satıcıların bağrışmaları geliyordu kulaklarına. Her biri kafasında evirip çevirip “Myra Köyü Hadiseleri”ni düşünüyordu. Tam üç yıl önce başlamıştı her şey. Hristiyanlar’ın İsa Peygamber’in doğuşundan hesapla, güneş yılı hesabına göre hazırladıkları takvimin yılbaşlarına denk gelen son haftada, gece vakitlerinde Myra köyüne bir katil musallat oluyor, birkaç kişiyi parçalayarak kayıplara karışıyordu. İlk yıl olay tesadüfe bağlanmış ama üçüncü yılda tekrarlanınca, halkta huzursuzluk baş gösterince Antalya şehrinin ileri gelenleri Şahnenın konağında toplanma kararı almışlardı. Kendi aralarında “deli” diye isimlendirdikleri katili bu hafta içerisinde yakalayarak olayı bir an önce kapatmak istiyorlardı.
Eyvanın girişinde köylü kılıklı bir adam belirince hepsi düşüncelerinden sıyrılarak adama baktılar. Adam ayakta el pençe divan durmuştu. Adamın halleri oldukça tuhaf görünüyordu. Elleri ve ayakları ayazda kalmış gibi titriyordu. Yüzü hayalet görmüş gibi bembeyazdı. Şahne köylüye dönerek:
“-Bize anlattığın ne varsa noktasına kadar şimdide anlat.”
Köylü boş gözlerle divanda oturan eşrafa bakarak titreye titreye konuşmaya başladı:
“-Gece yarısıydı sanırsam. Su dökmeye diye kalktım kenefe. Dışarıya adımımı atar atmaz onu gördüm. Ay ışığı güneş kadar aydınlatıyordu ortalığı ayan beyan gördüm. Karşı komşumun çatısındaydı.”
Adamın titremesi gördüğü şey tekrar karşısındaymışçasına dahada şiddetlenmişti. Gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı. Kadı köylüye seslendi:
“-Aklına geldikçe besmele çek besmele!”
Şahne müstehzi bir şekilde kadıya dönerek:
“-İstersen kırk yıllık Dimitri, üç kulhü bir Elham okusun kadı efendi! Bir durun adam diyeceğini desin. Korkma sende artık, seni geri göndermeyeceğiz oraya. Ne gördüysen anlat.”
“-Beyim anlat demesi kolay. Bir görseydiniz onu! Ben buralı değilimdir. Ta Sicilya ceziresinden geldim, dedemler felan aslımız Norman’dır. Aileden paralı askeriz. Beş yıl önceye dek Sultan’ın ordusundaydım, ecriyan-ı hor bölüklerindeydim. Çok yer, çok savaş gördüm beyim. Deniz canavarı dahi gördüm! Lakin o gece gördüğüm şey başka. Ben öyle bir şeyi ne gördüm ne duydum. Uzun boyluydu. Şişmandı. Uzun kolları vardı, üstüne giydiği kefen kandan kıpkırmızı ya kesmişti. Uzun, beyaz sakalı vardı. Kızıl gözlü, sivri dişli, çarpık bacaklıydı. Elinde bir çuval vardı ve bacanın üstüne tünemişti. Göz göze gelir gelmez bayılmışım zaten.”
Şahne ona çekilebileceği anlamında bir jest yaptıktan sonra diğerlerine dönerek:
“-Karşımızdakinin o olduğu ne malum diyeceksiniz. O çatıda görüldüğü evdeki çocuklar kayıp dahası bazı kanlı parçalar kalmış geriye. Çuval olayı malum. Her sene belli zamanlarda oluyor. Bu da işin insan elinden çıkmadığını gösteriyor. O yüzden tetkikatı bu yönde sürdüreceğiz. Bugüne kadar ölenler hep çocuklardı, birbirine yabancı ailelerin çocuklarıydı. Hafta boyunca üç yıl devir ile bir sürü ailenin ocağına ateş düştü.”
Kadı, Şahne’ye müstehzi bir ifadeyle bakarak alay eder gibi laflarını birbiri ardına sıraladı:
“-Sen şimdi ciddi ciddi bize kalkmış, bunların failinin ecinni taifesinden olduğunu mu söylüyorsun? Benim bu konuda ilmim der ki, cinler içinde zarar verebilecek çok varlık vardır, vurucu kırıcı taifesinden biri sürü mahlukat vardır, lakin bugüne değin hiçbir kitapta elinde çuval insan uzvu taşıyanını okumadım. O dediklerin çocukları korkutmak için uydurulan masallarda olur.” dedi ve ekledi: “Şayet şöyle bir ihtimal vardır ki bence uydurmadır, bu Diyar-ı Rum’da cahil Türkmenlerin itikatlarından hareketle “cadıcı” diye bir takım adamlar türedi. Bunlar bu kam analar gibi, Türkmen babaları gibidirler, ekserisi okur üfler büyücü taifesinden insanlardır, derler ki öldükten sonra mezarından çıkan cadı yahut hortlak nam mahlukları bunlar defetmekteymiş. Hepside eski kafirlik ve cahiliyeden kalma inançlar. Ölü yakarlarmış Allah’tan korkmazlar! Derler ki bu hortlaklar kişiyi parçalar, kanını içer, ciğerlerini sökerlermiş. Tabi hepsi safsata. Gulyabani vardır, ifrit vardır, hatta gulyabani kan içer ama evlerin bacalarından girmez. İfritler korkunçtur bu adem gerçekten görseydi korkudan ölürdü. Ama zinhar hortlak olmaz!” Sustuğunda bir tartışmada tüm rakiplerini atletmiş alimler gibi oturduğu divanda kurumlanarak diğerlerine bakındı.
“-Bre kadı vallahi seni anlayana aşk olsun! Cin dersin, peri dersin, gulyabani dersin de, hortlağı cadıyı niye kabul etmezsin?” diye sordu subaşı. Kadı gözlerini ona devirerek delip geçen bakışlarla birlikte:
“-Tabi müfteriye çıkmasın adımızda, Ermenek’li Rum kızlarıyla alem yapmaktan dinle diyanetle alakanızı koparmışsınız! Canlıların ruhu mu vardır ki tövbe haşa ölümden sonra kalksın? Kıyamete kadar ölünün dirilmesi vaki değildir! Meğer ki ecinni taifesi insanlara mezardan kalkmış ölü gibi görünür. Ama cin peri taifesi kalkıpta bacadan girip adem canına kıymaz. Bu kişi bir garip delidir olsa olsa!” dedi.
Şahne her ikisine de baktıktan sonra meydan okur gibi:
“-Ne olup olmadığını anlamak için bu akşam Myria köyüne gideceğiz askerle o zaman. Hepiniz gelirsiniz, ne olduğunu görürsünüz.” dedi. Subaşı ona dönerek:
“-Madem hem deli hem de hortlak taifesinden olma ihtimali var, ne olur ne olmaz haber edelim, bu civarda bir cadıcı varsa bizimle gelsin. Myria köyünün çıkışındaki handa toplanırız akşama doğru.” dedikten sonra yerinden kalkarak eyvandan ayrıldı.
2
(Aynı günün gecesi-Myra köyü-Köyün yakınlarındaki han)
Sekiz tane mumun tepesinde ışıldadığı büyük kağnı tekerleğinden yapılma lambanın tepeden sarktığı, genişçe bir salonda tahta masaların durduğu, bir köşesindeki uzun tahta tezgahın ardında konuklarına tedirgince bakan Barba Soufoli’nin durduğu sade görünümlü bir handı. O geceye dek yolunu şaşırmış yolcuların ve birkaç sipahinin uğradığı handa şimdi Antalya’nın eşrafını ve onların adamlarını ağırlamaktaydı. En ortadaki masanın üç kenarına Antalya kadısı İsfahanlı Reşideddin, Antalya subaşısı Ermenekli Yağıbasan’ın Sungur ve Antalya şahnesi Şerefüddin Mahmud oturmuştu. Adamları da onların arkalarında kalan masalara ilişmişlerdi. Kadının arkasındaki masada aldıkları emirle her an harekete geçmeye hazır nursuz sıfatlı, bellerinde kemik kıran kerpetenden adam boğma kemendine, bıçak nevi çeşitli işkence aletleri vardı ki her biri sırtında koca koca palalar taşımaktaydılar. Subaşının arkasında beş tane sipahi ayakta dikilmekteydi. Şahnede ardına şehrin gelir giderinden sorumlu harcamalardan sorumlu katiple, Antalya haznedarını almıştı. İkisi masalara oturmuş hesap defterlerini açmış bekliyorlardı.
Kadı ivedi bir şekilde şahne’ye dönerek sordu:
“-Şehir divanı toplandı da haberimiz mi yok? Zaten alışmışız sedire döşeğe kefere gibi masaya başına çömdük kaldık. Katiplerin ne işi var?”
Şahne hanın açık kapısından açık havadaki tek tük yıldızları seyrederken soru üzerine kadıya dönerek:
“-Subaşının demesine göre bu cadıcılar yaptıkları hizmet karşılığı belli bir ödeme alırlarmış. Yakalayacağımız şeyin ne olacağı belli değil, biz tedbirimizi alalım. Ademse cezasını sen kesersin, cin peri taifesiyse yine sen okur üflersin, ortalığı karıştırmak için Beridhane’nin gönderdiği bir adamsa subaşına teslim ederiz. Yok eğer benim de düşündüğüm gibi hortlaksa o tepeler. Şimdi soracaksın nasıl bu kadar eminsin diye. Sizin bütün raporlarınızı okudum, yetmedi gittim ahaliyle konuştum. O adamı da öyle buldum. Adam bize gelmedi, gören duyan var mı dedim, ısrar edince yeminler okuyarak başladı söze korkmuş gibi bir hali vardı. Bacadan girer çıkar, ayak izi yoktur, tek kiremit kırılmamıştır. Sonra sende dedin ecinni taifesinden öyle şeyler gelmez diye. Geriye kala kala bir tek hortlak ihtimali kalıyor.” dedi.
Subaşı:
“-Bu civarda en iyisi olduğunu dediler bana. Hasan Dağı’nda tekkesi olan bir cadıcı ocağından gelmeymiş. İbrahim bin Hoyseng diyorlar. Hoy’a bağlı Hoyseng köyünden. Tatar fırtınasına kapılıp Anadolu’ya gelenlerden. Pek Türkmen babalarına benzemiyormuş ama medrese hocası gibi görünüyormuş dediklerine göre. Haber saldım ulakla, akşam üstü söylediğimiz hana geleceğini söyledi.” dedi.
Ortalığı bir suskunluk aldı. Hepsi dışarıya açılan kapıya bekliyor, akşamın karanlığında gecenin çökmesini ve cadıcının gelmesini bekliyorlardı. O sırada hancı şahnenin ardından masaya yaklaşarak “İkramımız” diyerek bir kase dolusu portakalı masanın ortasına bıraktı. Şahnenin kendisine ivedi bir şekilde baktığını görünce:
“-Af buyurun beyim ama konuşmanıza kulak misafiri olunca bende naçizane bir şey söyleyecektim.”
“-Bir şeyler mi biliyorsun?” diye sordu şahne.
“-Bir düşünce beyim, belki budur. Benim köyle pek alakam yok ama olanları duyarım. Kadınların ağıt sesleri buraya kadar gelir. O köyün yanında bir tane kilise vardır. Kilisenin mahzeninde Aziz Nikola’nın naşı vardır. Belli ki o yatırı rahatsız etmişlerdir ondan oluyordur.” dedi. Kadı ivedi gözlerle ona bakarak:
“-Ne yani? Gavurun evliyası, kabrinden fırladıda kendi cemaatini mi keser oldu? İşine bak hele çelebi işine bak!”
Hancı el pençe divan masadan uzaklaşarak tezgahının ardına döndü. Yeniden ortalığa sessizlik hakim olduğunda bu kez uzaktan ve derinden gelen bir nal sesi işittiler. Sesler yakına geldiğinde dörtnala koşmakta olan bir atın kişneyerek durduğunu duydular. Bir süre sonra içeriye oldukça garip görünüşlü bir adam girdi. Uzun ve kahverengi, göçerlerin at sırtında giydiği uzun ceketlere benzer deriden bir aba vardı sırtında. Diğer şatafatlı giysilere bürünmüş Antalya eşrafının arasında gariban duruşuyla sırıtıyordu. Başında bazı rum köylülerin giydiğine benzer sazdan yapılma geniş siperlikli bir serpuş vardı. Ak sakalı ve uzun saçlarıyla gece görünse gaib erenlerden sanılacak bir ihtiyar kişiydi ama dinç duruyordu. Yan tarafında çaprazlamasına boynuna asılmış orta boy tahta bir sandık vardı. İçeriye girer girmez “Selamınaleyküm!” diyerek selam verdikten sonra el pençe divan bir şekilde masanın karşısında beklemeye başladı. Şahne’nin boş sediri göstermesiyle oraya masanın boşta kalan ucuna oturdu. Daha sonra yan tarafında asılı duran orta boy sandığı çıkartarak ayak ucuna koydu. Üzerine eğilerek sandığın kapağını biraz aralayarak içinden deri kaplı, eski görünümlü bir kitap çıkartıp masanın üzerine koydu. İbrahim bin Hoyseng:
“-Hortlak var dediniz geldim. Ama önce ücrette anlaşalım beyim, bizimkisi pek meşakkatli iştir. Yine de bazı sorularım var, buradaki şeyin hortlak olup olmadığından emin olmamız lazım. Ona göre hareket ederiz.” dedi.
Şahne:
“-Zaten seni o yüzden çağırttım. Üç yılda bir muayyen zamanlarda çıkıyor, bacadan girip çıkıyor. Köyün içine adamlarımı koydurttum, bir eve geçip bekleyeceğiz. O gelir gelmez haber edecekler. Çıkıp bakarız artık peri midir hortlak mıdır her ne karın ağrısıysa.” dediği zaman İbrahim sanki dövecekmiş gibi şahneye bakarak sordu:
“-Adamlarınız daha önce bir hortlakla karşılaştı mı? Bu konuda belli bir eğitimleri var mı?”
“-Gerek var mı? Bunlar gulamdır, Konya sarayından yetişmedir çoğu. Küffar ordularından korkmazlar, bir hortlakla mı başa çıkamayacaklar?”
İbrahim, şahneye gayet sakin bir şekilde bakarken bakışları daha da sertleşti:
“-Beyim anlaşılan sen daha önce hortlaklara dair pek bir şeyler işitmemişsin! Bunlar cinlere, perilere benzemezler. Mezarından kalkarak, ölümlülerin kanına susamış bir şekilde evlere dadanan, önce çocuklara sonra daha büyüklere dadanarak kendine yeni köleler yaratan bu habis varlıkları hafife almayın. Onlar kadar korkunç ve ölümcül çok az şey vardır. Adamlarınızı geri çekin, işime engel olursunuz.”
Şahne:
“-Hortlakları sorup soruşturdum. Aşırı güçlü olurlarmış. En az kırk gulam var köyde.” dedi kurumlanarak.
İbrahim müstehzi bir ifadeyle sordu:
“-Beyim peki o gulamların karşılarında o “şeyi gördüklerinde kaçmayacaklarının teminatını veriyor musunuz?”
Kadı bakışlarıyla adamı dövecekmiş gibi:
“-En olmadı duada mı okuyamazlar?” diye sordu.
İbrahim parmağını ona doğru sallayarak:
“-İyi bir yöntemdir. Tabi karşısında korkudan dilinizi yutmazsanız. Yahut korkudan duayı unutmazsanız. Yine de bazı tedbirler alabiliriz. Ben yanımda bir hayli getirdim ama yetmez. Adamlarınızın boynuna sarımsak demetleri asmaları lazım. Birde bulursanız Türkmenlerden nazar boncuğu ve kurt büzüğü gibi nazarlıklar alın.” dedi. Kadı ona sert bir şekilde bakarak gürledi:
“-Bunlar kafir adetleri! İslam’ın askerini günaha sokturmam ben!” dedi. İbrahim kadının karşısında olduğunu hatırlayarak kendi kendine sakin olmasını söyledi. Ardından kadıya aynı sertlikte bakmayı sürdürerek ve bir elini sağ kalbinin üzerine koyarak:
“-Medreseli değiliz ama Horasan tedrisatından geçmişizdir evelallah. Siz doğmadan evvel genç yaşımda Sultan Kılıç Arslan’ın sancağı altında Bizans kafirine karşı cenketmişliğimizde vardır o askere zararımız dokunmaz. Ama bu hortlak denen musibet öyle kolay altedilebilecek bir şey değildir. Ben sanatımı atadan dededen öğrendim. Benim mesleğimdir, işinize gelirse!” dedi.
Şahne araya girerek:
“-Münakaşanın sırası değil, vakit geçiyor. Asker sadece haber verecek, cenge girmez merak etmeyin. Önce meseleyi anlayacağız. Hortlaksa şayet sizin dediğiniz tedbirleri alırız. Şimdi köydeki eve geçelim. Her evde bir adamım var. Ahali uyur gibi yapıyor. Bacadan bir ses bir tıkırtı duyar duymaz kapıdan dışarı fırlayacaklar.”
İbrahim:
“-Beyim sözünüzü kestim ama bunu yapmayın. Zira o asker daha kapıyı açamadan o kapı kilitlenir kanır. Ecinniler gibi o da eşyaya hükmedebilir. O yüzden askeri çekin. Biz o kasabayı gören bir yerde pusuya yatalım. O şey çatıya geldiğinde görürüz müdahale ederiz.” dedi. Masanın ortasında duran kaseden bir portakal alarak kuşağından çıkardığı gümüş bir Çerkez kamasıyla ortadan ikiye ayırarak yemeye başladı. Diğerlerinin kamaya baktığını görünce:
“-Bizim ocaktan yetişenler genelde hortlaklarla cadılarla uğraştığından, sıkı bir eğitime tabi tutulur. İyi yetiştirmek için genelde orduya katılırız. Bende bir dönem ilerlemiş yaşıma rağmen Mısır’a gidip el-Ravda’daki Memluk karargahına katıldım. Çerkes Memluklerinden bir arkadaşımın hediyesidir. Ata binmeyi, okçuluğu Kıpçaklardan öğrendim. Bıçak ve kılıç kullanırken dans eder gibi hareket etmeyide Çerkezlerden. Genelde diğer ocaklılarda bir dönem Mısır’a giderler genelde.” dedi.
Subaşı müstehzi bir ifadeyle sordu:
“-Niye bizim ordu karargahlarının suyu mu çıktı?”
İbrahim kamasını paltosunun yenine sildikten sonra yeniden beline soktu:
“-Sizin Selçuklu gulamları iyidir. Ağır silah kullanırlar ve iyi beslenirler. Güçlü ve hantaldırlar. Haçlıların gelişine kadar sizler Tatarlar gibi cenk ederdiniz. Bizimkiler ta o taraftan daha Tatar gelmeden göçmüşlerde rahmetli dedemden dinlerdim. Ok ve kementle. Ne zaman ki ağır zırhlı Haçlılar geldi iki kere bizimkileri geri sürdü ve bizimkiler kale tutmaya başladı, işte ondan sonra siz böyle asker yetiştirmeye başladınız. Sizin askerleriniz güçlüdür ama çevik değildirler, hantaldırlar. Bir devle cenk edecek olsam direkt gulam olmayı seçerdim. Ama hortlaklar bir insana göre daha hızlı hareket ederler. O yüzden çevik olmak iktiza eder. Bizde ekseriya Mısır’a gideriz. Kıpçaklardan bozkır okçuluğunu öğreniriz. Uçanı kaçanı vuralım diye. Çerkezlerden bıçak ve kılıç sallamayı görürüz. Kılıçla dans etmeyi öğreniriz ki rakipten daha hızlı olalım, daha hızlı bıçak atalım veya keselim.”
Cümlesini bitirir bitirmez kolundan bir ufak hançer çıkartıp subaşına doğrulttu. Askerler hızla silahlarını çektiklerinde subaşı onları durdurdu. “İşte demek istediğim buydu.” dedi. “Yaşıma göre hızlı olmamın bir nedeni her gün talim yapmamdır. Biz böyle yetişiriz o yüzden ailede 80’den evvel ölen azdır. Tabi eceli hortlak elinden değilse.” diye de ekledi. Sonra şahneye dönerek sordu:
“-Bu hortlak ortaya çıkalı ne kadar oldu?”
Şahne sakin bir ifadeyle üçüncü yılı olduğunu söyleyince şaşırarak sordu:
“-Köyün nüfusu mu fazlada fark etmediniz?”
“-Üç yıldır var. Her zaman görülmüyor ama. Kafirlerin takvim zamanına göre yılbaşı dönemlerinde görülüyor ve o hafta içerisinde dadandığı evlerin çocuklarını parçalayıp çuvalına koyuyor. Kanlı bir çuvalla görmüşler onu. İlk sene oldu, delinin biridir dedik çünkü bir daha olmadı. İkinci sene olunca yine tesadüftür dedik. Bu sene tekrar aynı zamanda olunca şüphelendik.” dedi şahne.
İbrahim sordu:
“-Yalnız anlamadığım bir şey var. Parçalıyor dediniz. Hortlaklar ceset parçalamazlar, albastıysa loğusa ciğeri yerler ama burundan çıkartırlar, parçalamazlar. Hortlaklar kana susar sadece. Çuval muval garip geldi bana. Neyse. Üç yıl önce bu civarda alışılmadık bir şeyler oldu mu?”
“-Ne gibi?” diye sordu şahne.
“-Vahşi şekilde bir cinayet, bir intihar vakası. Yahut salgın hastalık?” diye sordu İbrahim. Bu soru üzerine subaşı ve şahne birbirlerine baktılar. Kadı yüzünü homurdanarak başka bir tarafa çevirdi. Subaşı ağır bir ses tonuyla:
“-Üç yıl önce buna benzer bir şey oldu ama alakası olduğunu sanmıyorum. Bir göçer obası geldi bu yana. Bunların kızlarından birisi, derede çamaşır yıkanırken mi ne kaçırılmış. Dahası kaçırılmamış, kız boğuluyormuş derede. Kilisenin zangocu görmüş. Değişik bir çocuktu, aşırı şişman olur olmaz her şeye gülen yarı deli biriydi. Ama iyi birisiydi. Kimseye zararı olmazdı. Hatta marangozdu, tahtadan oyuncak yapar fakirin fukaranın çocuğuna dağıtırdı. Aziz Nikola dedikleride öyle yaparmış, o da onun gibi yaparmış. Kızı kurtarmış, kiliseye almış iyileşsin diye. Göçerler kızı arıyor nerede diye. Kilisede buluyorlar. Köyü kılıçtan geçirecekler neredeyse. Mahkeme istediler. Bu göçerlerde zinanın cezasını bilirsin belki. Çocuk yalvardı ben bir şey yapmadım diye ama töre diye tutturdular. Kadıda razı oldu. Çocuğun kollarını ve ayaklarını dört yöne bakacak şekilde atlara bağlayıp atları kamçıladılar. Paramparça oldu. Gömdük. Yılbaşılarının zamanıydı.” Diye yanıtladı İbrahim’i. Yüzünden gelip geçen keder gölgeleri İbrahim’in içindeki şüphe damarını kabarttı. Aklındaki soruları savarak ayağa kalktı. Masada duran kitabın içinden bazı sayfalara baktıktan sonra eğilerek sandığına koydu. Doğrulduktan sonra:
“-Vahşi bir cinayet. Üstelik bir günde yapılıyor bu. Özel bir günde. Hortlak kendilerine sırt çevirmelerinden intikam alıyor olmalı. Eğer başka bir mevzu yoksa kalkabiliriz. Kaç saat olursa olsun hortlağı beklemeliyiz. Askeride unutmadan yanımıza alalım. Büyük ihtimalle hortlak o çocuk olmalı. Keşke sarımsak alsanız yanınıza.” dedi.
Eğilerek sandığını masanın üzerine koydu. Kapağını açıp bazı nazarlıklar taşıyan, kurt büzükleri, boncuklar, çeşitli hayvan kemikleri, tuhaf görünümlü taşlar, üzeri bilinmeyen şekil ve yazılarla bezeli tuhaf kolyeleri boynuna astı. Hepsinin üzerine sarımsaklardan yapılma bir kolye astıktan sonra birkaç tane sarımsağı da yanına aldı. Sandığı kapattıktan sonra diğerlerine bakmaya başladı. Sandığı beline çapraz astığı sırada abasının yan tarafı açıldığında uzu eğik formda bir Türkmen kılıcının belinden sarktığını gördüler. Subaşı’nın ayağa kalkmasıyla birlikte diğerleri de kalktılar. Subaşı askerleri önden göndererek diğer askerleri köyün dışındaki tepeye çağırmalarını söyledi.
Kafile handan çıkarak toprak yolu izledi. Köyün olduğu yöne saparak aralarında fazla bir mesafe bulunmayan köye doğru ilerlemeye başladı. Pencerelerinden ufak ışıkların göründüğü, iki katlı evlerin dikili olduğu köyün yakınlarında yükselmeye başlayan tepeye tırmanarak yüksekliğine kanaat getirdikleri bir yerde durdular. İbrahim’in köyü gören bu noktada yere uzanmasıyla birlikte, pusuya yatarmış gibi onlarda köye doğru yere yattılar. Gece yarısına doğru gergin bir bekleyiş başlamıştı.
Ay ışığının ortalığı en az güneş kadar aydınlattığı gecenin ortasında, iyi ısıtılmış hanın salonundan çıkarak, bu soğukta dışarıda olmalarından dolayı bir çoğu halinden şikayetçi bir şekilde köyü seyrediyordu. Bir süre sonra yanlarına subaşının adamlarıyla evlerdeki askerlerde döndü ve onlarda diğerleri gibi tepenin orada pusuya yatarak hortlağı beklemeye koyuldular. Normal şartlarda bir insana angarya gelebilecek bu eylem, işin içine bir hortlağın varlığının karışması nedeniyle insanlara daha başka duygular hissettiriyordu. Herkesin içinde gecenin karanlığıyla pekişen anlatılması güç bir korku vardı. Göçebe kültürü terk edeli sadece dört beş kuşak olmuş bu insanlar, eski Şamanlık dönemlerinin ruhlarını ve cinlerini sağda solda arıyor, bir çıtırtı yada gölgeyi işaret olarak algılıyordu. Köydeki evlerin ışıkları birer birer sönmye başladıkça köyle birlikte bekleyenlerinde yüreği kararmaya başlamıştı. Beklemeleri sürerken Cadıcı İbrahim’in “İşte orada!” diyerek parmakla işaret ettiği yere baktılar.
Ay ışığının ayan beyan parlaklığının altında, köydeki çatıların üzerinde bir şey geziyordu. Bir insana göre oldukça şişman ve uzun kollu görünüyordu. Sallana sallana yürüyor, bir çatıdan diğerine atlıyordu. İbrahim diğerlerine dönerek fısıltıyla:
“-Göz temasını kesmeyin. Yavaşça onun olduğu yere doğru ilerleyeceğiz. Hortlak olup olmadığından emin olmamız gerek.” dedi. Kafile yerinden hızlıca kalkarak, silah şıngırtılarının elverdiği ölçüde bir sessizlikte köye inmeye başladılar. Köye indiklerinde çatıların bir kısmını göremiyorlardı ama köyün ilerisindeki bir evin çatısındaki karaltıyı herkes fark etmişti. Askerler oraya doğru ilerlerken İbrahim’in durmasıyla beraber onlarda durmuşlardı. Hortlak olduğundan şüphelendikleri şey ortadan kaybolmuştu. Askerlerden birisi batıl inançlarının etkisiyle içinden dualar okuyarak başka bir evin duvarına doğru yanaştı. Duvar olduğuna emin olduğu yere doğru ilerliyor, sanki saklanmak istiyordu. Bir şey çarpmıştı ama arkasındaki şey duvar değildi. Bir anda arkasını döndüğünde gördüğü şey dünyada çoğu insanın en son görmek isteyeceği şeydi.
Normal bir insan ölçülerine göre şişman, bembeyaz köse suratında iki ateş kızılı göz ve sivri dişlerinin dudaklarının arasından fırladığı tuhaf bir gülümseme, gereğinden fazla uzun olmasından dolayı çarpık çurpuk kollar ve uzun, kirli tırnakları, mezar kokusu ve ölüm soğukluğu yayan bir beden ile karşısında ayan beyan bir hortlak dikilmişti. Üzerinde tüm bedenini saran, kandan kıpkırmızı olmuş ve sadece kenarları beyaz kalmış bir kefen vardı ki rüzgarda tekinsiz bir şekilde uçuşuyordu. Bir insanı delirtebilecek kadar korkunç bakışlarla karşılaşan asker elini uzattığında o şeye dokunur dokunmaz kulakları tırmalayan korkunç bir çığlıkla gerilemeye çalıştı. Diğer askerle o taraf döndüklerinde korkudan dona kaldılar. Hiçbirinin eli kılıcına gidemiyor, akıllarına dua okumak bile gelmiyordu. Hortlağın tıslamasıyla karşısındaki asker çarpılmış gibi yere düştü. Tuhaf ve ürpertici bir şekilde iki yana sallana sallana masal gulyabanileri gibi askerlerin üzerine yürür yürümez askerler korkudan kaçmaya başladılar. Hortlak Ermenekli subaşının üzerine doğru yürüyordu. Şahne ve adamları çoktan gerilemiş, kadı ve cellatları ise bir başka sokağa doğru koşmaya başlamışlardı bile.
Subaşı korkusundan yerinden kıpırdayamıyordu bile. Hortlak elleriyle boğazına sarıldığında onun ellerindeki mermer soğukluğu tüm vücuduna yayılmaya başladı. Hortlak çürümüş nefesini onun burnun dibinde hissettirecek kadar yaklaşarak tıslar gibi konuşmaya başladı:
“-Senin yüzünden bu hallere düştüm subaşı! Geleceğini biliyordum!”
“-B… be-be…ben… Bilmiyordum. Böyle… böyle olacağını bilemezdim!” derken subaşı korkudan etkilenmiş bir halde o asker gibi olmuştu. Hortlak üzerine her yerden duyulabilecek bir tıslamayla hamle yapınca subaşı diğer asker gibi çarpılarak bayıldı. Dişlerini meydana çıkaran hortlak, subaşının boğazını ısırmak için yaklaştığı sıra bir şeyin onu tutup engellediğini hissetti. Çevresinde insan yoktu ama kulağına gelen davul sesinden bir büyüye maruz kaldığını anlamıştı. Subaşını bırakarak sesin geldiği tarafa döndü hırlayarak. Cadıcı İbrahim, sandığından çıkardığı orta boy bir şaman davulunu çalarak tuhaf dans figürleri eşliğinde hortlağın etrafında dönmekteydi. Hortlak ona dokunamıyordu. Gecenin karanlığında kaynağı belirsiz bir çok yerden gelen elin onu tutup engellediğini hissediyordu. İbrahim’in ayini sürdürdüğünü gördü. Şaman davulunu tutan eline sıkıştırdığı, üstü yazılı bir kağıt parçasını hortlağa fırlattığında kağıdın alev alarak hortlağın nefesine karıştığını gördü. Hortlak bir sürü el tarafından boğuluyor gibiydi. Son bir gücünü toplayarak güç bela yerinden doğrularak kendini geriye fırlattı. İbrahim şaman davulu çalarak ve tuhaf figürlerle dans ederek hortlağı kovalıyordu. Köyün dışındaki eski zamandan kalma kaya mezarlarına doğru kaçan hortlak mezar tünellerinden birine girdiğinde, ardından yetişen İbrahim mezarın girişine bir çizgi çekerek üzerine sandığından çıkardığı üç-beş adet sarımsağı yerleştirdi. Köye geri döndüğünde askerlerin meydana geri toplandığını, subaşıyla bayılan askeri köylülerden birinin evine taşıdıklarını gördü. Kadı ile şahnede maiyetiyle eve doğru gidiyordu. İbrahim’in geldiğini görünce ona doğru yürümeye başladılar.
Kadı:
“-Türkmen babaları gibi davul çalmayaydın iyiydi.” dedi. Cadıcı müstehzi bir şekilde kadıya bakarak:
“-Ben dua ederdim de ulema dururken ne haddimize diye düşündüm. Askerleriniz çil yavrusu gibi dağılmıştı, dua okusam ben hariç hepiniz bunun elinde harcanırdınız.” dedikten sonra şahneye dönerek:
“-Şimdi onu saklandığı mağaraya kıstırdım. Sabahı bekleyeceğiz ve o zaman inine girip halledeceğiz.” dedi. Şahne yan tarafından birkaç kese çıkartarak İbrahim’in davulunun üzerine koyarken:
“-Bu gece bitmesini istiyorum!” dedi. İbrahim mağaraları göstererek:
“-Gecenin köründe hortlağın inine girmek ha? Eskisi kadar iyi olsam bile yine deneyemezdim. Dışarıda olsa kolay olurdu. Atalarımın ruhlarını yardıma çağırabilirim. Ama orası ona ait onun lanetiyle bütünleşmiş bir yer.” dedi. Şahne tehdit eder gibi:
“-Yarını yok. Güneşi bekleyemem. Bu gece bitecek her şey!” dedi.
İbrahim müstehzi bir ifadeyle:
“-Hele içeridekileri bir kendine getirelim, sonra bakarız.” dedikten sonra subaşı ile askerin kaldırıldığı evin kapısından içeri girdi. Basit bir gaz lambasıyla aydınlanan salonda, bir duvar dibindeki sedire askerler tarafından yatırılmış olan subaşı ile askere yaklaşan İbrahim adamların korkudan bembeyaz olmuş yüzlerini ve ifadesiz, boş bakan gözlerini gördüğünde ister istemez bir ürperti duydu. Cadıcı İbrahim’in ardından eve giren kadı ile şahne onun yanına geldiler. İbrahim’in onların hortlağın korku tesiri altında kaldıklarını, bu çarpılma halinden onları çıkarabileceğini söyledi. Yan tarafındaki sandığının içinden bir tutam kurutulmuş defne yaprağı çıkartarak bunlar bir tütsü çubuğuna yaprakları sardıktan sonra askerlerden bir bardak soğuk su istedi. Su dolu bardağı aldıktan sonra bardağı yere koydu. Elindeki defne yaprağı tütsülerini, gaz lambasının ateşinde yaktıktan sonra subaşı ile askerin yanına çömelerek tütsüyü burunlarına doğru tuttu. Diğer eliyle parmak uçlarını batırdığı suyu subaşı ile askerin yüzüne serpmeye ve sanki birine bağırır gibi “Kovuç! Kovuç!” demeye başladı. O sırada askerlerin gözü önünde tuhaf bir olay yaşanmaya başladı. Subaşı ile asker titriyordu. Sanki birden fazla el tarafından tutulmuşta çekiştirilirmişçesine titriyorlardı. Gözleri deliler gibi fersiz beyaza kesmişti. Ellerinden ayaklarından boşalan terlerle sırılsıklam olmuşlardı. Ağızlarının açıldığını gördüler. Ağızlarının içinden tuhaf şekillerde, dumansı varlıkların çıktığını gördüler. O gri dumanın çıkıp havaya karışmasından sonra titremeyi bıraktılar. Gözleri normale döndü. Kendilerine gelmeye başladılar. İbrahim tütsüyü söndürdükten sonra deriden bir torbaya sardıktan sonra sandığına geri koydu. Girdiğinde yere bıraktığı şaman davulunu ve üzerindeki para keselerini eline alıp askerlere bakarak:
“-Kadı, şahne, subaşı kalsın. Diğerleri dışarıya çıksın.” dedi. Askerler şahne ile subaşıya baktılar. Şahne askerlere kafasını sallayınca askerler ve evin sahipleri dışarıya çıktılar. İbrahim kapıyı örttükten sonra subaşıya dönerek:
“-Bana eksik anlattın. Hortlak sadece sana saldırdı. Neden?” diye sordu. Subaşı:
“-Hortlak işte saldırdı. Subaşıyım diye adamı sorguya alacak halim yok ya?” diye sordu. İbrahim:
“-Bu iş şaka değil. Adam haksızlığa uğradığını söylüyor. Vahşice öldürülmesi yüzünden değilde haksızlık nedeniyle hortladıysa işin rengi değişir.” dedi. Kadı:
“-Öyle yada böyle ne fark eder ki? Sonuçta hortlağı defetmeyecek misin?” diye sordu. Cadıcı İbrahim para keselerini göstererek:
“-İşin ne olduğunu, aslını öğrenmediğim sürece bunlar kirli akçedir. Ben kirli işe elimi sürmem. Ben gazilerdenim, emrime toprak tahsis edildi benim üzerimde yaptırım gücünüz yok. Şimdi bu kapıdan çıkar giderim sizde ömrünüzü bu hortlakla geçirmeye devam edersiniz. Bana işin aslını anlatın. Subaşı bir şeyler yaptı sizde saklıyorsunuz.” dedi. Şahne subaşıya be kadıya baktıktan sonra:
“-Anlattıklarımız burada kalacak. Eğer dışarı sızarsa ister gazi ol ister sultan kellen gider! Bu Ermenekli şeytana uymuş üç yıl önce. O göçerlerin kızını kaçırtmış. Tecavüzden sonra üstüne birde kızı öldürmüş. Cesedi yok edemeyince bize başvurdu.”
“-Sizde hepimiz aynı saraya mensubuz, kol kırılır yen içinde kalır diyerek bu deyyusa göz yumdunuz değil mi?” diye gürledi.
Subaşı sinirle ayağa fırlayarak kılıcını çekti. Ama daha İbrahim’in önüne gidemeden İbrahim kolundan çıkardığı bir bıçağı hızla onun gırtlağına dayadı. Subaşı kılıcını indirdikten sonra bıçağını çekmeden sordu:
“-Sonra?”
“-Bir tertip düşünmüş. Cesedi kiliseye bıraktırmış dereye soktuktan sonra. O çocuğun o kıza yardım edeceğini kiliseye taşıyacağını biliyorduk. İyi öyle yap dedik. Çocuk yalvardı yakardı cinayet onun üzerine kaldı öldürüldü.” diye tamamladı gerçek hikayeyi şahne.
Subaşı şahneye bakarak:
“-Asıl hikayeyi hiç biriniz bilmiyorsunuz. Anlatmamam için tehdit edildim!” dedi gürleyerek. İbrahim bıçağı gırtlağından çekmeden sordu:
“-Kim, niye tehdit etti?”
“-Üç yıl önce Celaleddin geldi. Beridçi Celaleddin.” dedi. Kadı ve şahnenin ağzından küfürler savruldu boşluğa. Subaşı yutkunduktan sonra anlatmaya devam etti: “Yanında adamları vardı. Bir kız getirmişlerdi. Hediye dediler, içtik felan bir hayli sarhoştuk. Sonra ne ara oldu bitti koynumda ölü kızı buldum. Onu gördüğümü gizlememi söyledikten sonra beni cesetle bırakıp gitti.” dedi. Kadı bilirmiş gibi kafasını sallayarak:
“-Kulağıma beridçilerin Türkmenlerle Selçuklu arasına husumet soktuğuna dair haberler gelirdi. Beridhane’den birileri söyledi, Türkmenleri kışkırtmaya mı neye çalışıyorlarmış, devletin bekası için hepsini yola getireceğim felan diyormuş. Demek ki bu boku bu yüzden yedi. Bu dansözcüde zokayı yuttu.” dedi.
İbrahim bıçağını geri çektikten sonra sandığını açarak keseleri içine attı. Sonra diğerlerine dönerek:
“-Kirli mirli devletin ayak oyunları beni alakadar etmez. Hortlağı yok edelim diyorsanız şimdi girelim diyorsanız gidelim.” dedi. Şahne:
“-İsabet olur cadıcı. Sabaha kalmasın. Şimdi yok edelim.” dedi. Cadıcı subaşıya dönerek:
“-Sakın askerleri mağaralara sokmaya çalışma. Orada da çil yavrusu gibi dağılırlarsa bize faydalarından çok zararı olur. Katipler ve cellatlarda. Çıkışta beklesinler. Ama siz gelin. Hocanın dualarına ihtiyacımız var. Şahne ile subaşım, sizlerde kılıç gücüyle yardımcı olabilirsiniz. Size yetecek kadar sarımsağım ve nazarlığım var. O mağaralarda bizi nelerin beklediğini bilmiyoruz.” dedikten sonra sandığını açtı. Onlara nazarlıklarını ve sarımsak kolyelerini verdikten sonra bunları kuşanmalarını bekledi.
Ekip hazır olduktan sonra dışarıda toplanan askerleri, katipleri ve cellatları aldıktan sonra mağaralara doğru yürüdüler. Mağaraların girişine geldikten sonra askerlere ve diğerlerine girişte kalmaları talimatı verildikten sonra, dörtlü grup meşalelerini yakarak cadıcının işaretlediği mağaraya girdiler. Duvarlarda kafirin cahiliye zamanlarından kalma putlarının, cenklerinin ve krallarının kabartmalarının olduğu, kimi yerlerde acayip şekillerde yazılarının resmedildiği, içi boş taş mezarlı lahitler duruyor, dipsiz bir tünel sonsuz karanlıkların içine doğru uzanıyordu. Taş koridoru takip ederek dehlizin diplerine doğru ilerlemeye devam ettiler. Bir noktan sonra aşağıya doğru indiklerini hissediyor gibilerdi. Taş koridorlar yerlerini sarkıtlı mağara galerilerine bırakmışlardı. Bir müddet sonra geçidin incelmeye başladığını ve yeniden yerini taş koridora bıraktığını gördüler. Serin ve ürkünç mağarada öylesine ileri gitmişlerdi ki sesleri bile yankılanmıyor, adeta geride bıraktıkları ürpertici karanlık tarafından yutuluyor gibiydi. Bir müddet daha ilerledikten sonra koridorun sonunda demir çivilerle bezeli tahtadan bir kapı gördüler. Cadıcı İbrahim kapının koluna asıldığında kilitli olduğunu gördü. Subaşı diğerlerine geri çekilmelerini söyledikten sonra yanında asılı duran topuzu çıkardı. Topuzu kapının kilit kısmına doğru savurarak sertçe vurdu. Birkaç darbeden sonra kapının kilidini kırmaya muvaffak oldu. Kapıyı kendilerine doğru çekerek açtılar. Oldukça geniş bir sarnıca geldiklerini gördüler. Tepedeki kubbelerden yere dek inen sütunların diplerinde bir sürü tahta kapaklı tabut duruyordu. Şahne burasının kilisenin aşağısı olduğunu, üst kata çıkan merdivenlerin ekibi kilise mahzenlerine kadar götürebileceğini söyledi.
Tabutların arasında gezinirken Cadıcı İbrahim meşaleyi onların yüzüne doğru tutarak bulundukları yerde bir sürü tabut olduğunu söyledi, asıl hortlağı bulmak için başka bir yol izlemeleri gerektiğini söyledi. Sandığını açarak içinden bir ufak faraş çıkardı. Lahitlerden birinin üstüne koydu. Birde kağıt parçası ve divit okka çıkardı. Meşaleyi şahneye verdikten sonra kağıdın üzerine Arapça bir şeyler yazmaya başladı. Tamamını doldurduktan sonra katlayarak faraşın üzerine koyduktan sonra diğerlerine döndü:
“-Bunu yaktıktan sonra en büyük parçanın uçuşmasını bekleyeceğiz. O nereye düşerse hortlak oradadır.” dedi. Sonra ekledi: “Yalnız bana garip gelen bir şey var. Çuval dediniz. Benim bildiğim hortlaklar ceset parçalamazlar yapsalar bile bu parçaları taşımazlar. Çocukların cesedine dair bir iz de yok.”
Cadıcı kağıdı yaktıktan sonra en büyük parçanın uçuşmasını bekledi. Kağıt bütünüyle havaya uçup parçaları bütün tabutlara doğru dağıldığında sunturlu bir küfür savurduktan diğerlerine bağırdı:
“-Sakın yanımdan ayrılmayın! Bunlardan bir sürü var burada! Kolonisini beslemiş dürzü!”
O anda görüp görebilecekleri en dehşet dolu dakikaları yaşamaktaydılar. Ateşin patlamasından sonra tabut kapaklarının yavaş yavaş açıldığını gördüler. Cadıcının göstermesiyle hepsi mahzene çıkan merdivenlere doğru koştular. Meşalelerinin ışığının el verdiği ölçülerde gördükleri şey karşısında akıllarını yitirecek gibi olmuşlardı. Tabutlardan çıkan ölü eller vardı. Kimisinden ölü çocukların çıktığını görüyorlardı. Ölü bedenli,çürümüş gözlü çocuklardı. Ağır aksak adımlarla hırlayarak merdivenlere doğru yürüyorlardı. Cadıcı hocaya dua okumasını söylediğinde adamın korkudan dilinin tutulduğunu gördü. O dehşet anında aklını başında tutabilen subaşının mahzene giden demir parmaklıklı kapıyı açmaya çalıştığını ve şahneninde ona yardım ettiğini gördü. Yürüyen ölülerin merdivenlerden yukarıya doğru yaklaştığını gördüğünde “Ne varsa eskide var” diyerek sandığından bir bakır közngü çıkardı. Bakırdan yapılma bir aynaya benzeyen ama üstünde güneş ışıklarının ışımasını taşıyan bir insan figürünün bulunduğu bu cisim, kadim Türklerin mezarları kötü ruhlardan korumak için bıraktığı eşyaların arasındaydı. Cadıcı, bakır közngüyü çocukların üzerine tuttuğunda onların kendilerine doğru yaklaşamadığını gördü. O sırada son anda kendine gelen hocanın bağıra bağıra, birbiri ardına dualar okumaya başladı. Çocukların tabutlarına doğru gerilediğini gördüler. Meşalelerin ışıklarının elverdiği ölçülerde mağaraya açılan açıldığını ve içeriye hayal meyal üç kişinin girerek ellerinde kılıçlarla yürüyen ölülere saldırdıklarını gördüler. Askerlerden olduklarını tahmin ettiler. O sırada da subaşı kapıyı açmaya muvaffak oldu. İçeriye girerek bir başka mahzen odasına geldiklerini gördüler. Burada iki lahit duruyordu. İkisininde üzerinde kabartmalar duruyordu. Cadıcı kilisenin olduğu üst merdivenleri göstererek:
“-Bu lahitler kiliseden değil, mağaradan sökülmüş lahitler. Burasıda kiliseyle bağlantılı ama alakası yok zira bir hortlak kiliseye sığınmaya cüret edemez. Olsa olsa kilerleridir.” dedikten sonra lahitlerinin üzerine eğildi. Daha sonra hepsini açmadan içindekini bulamayacaklarını söylediler. Soldaki lahidi açtıklarında boş olduğunu gördüler. Diğer lahidi açtıklarında ise cadıcının büyüsü neticesinde tbutunda boylu boyunca uzanarak uyumakta olan korkunç hortlağı buldular. Cadıcı sandığından dişbudak ağacından yapılma büyükçe bir kazık ve tokmak çıkardı. Hortlağın kalbine doğru nişanladıktan sonra çekici vurmaya başladı. Kazık hortlağın kalbine saplandıkça ağzından ve kalbinden oluk oluk kanların fışkırdığını gördüler. Kazık adamın kalbini deşerek lahide ulaştığında tok bir ses çıktı. Daha sonra belinden Çerkez kamasını çekerek hortlağın kafasını kestikten sonra boynundan çıkardığı sarımsaklardan bir iki tanesini hortlağın ağzına yerleştirdi. İşi bitirdiğini söylemek için lahitten geriye döndüğünde görüp görebileceği en tuhaf şeyi gördü. Kadı, şahne ve subaşı mahzenden çıkan üç kişiye bakıyordu. Biri aşırı derecede iri yarı, biri uzun ama daha ince yapılı, diğeri orta ölçülerde bir adamdı ki yüzleri kapüşonlarla sırtlarıda pelerinlere sarılı olduğundan kimin kim olduğunu göremiyordu.
Subaşı bağırdı:
“-Allah kahretsin! Beridçilerinde bu işin içinde olduğunu bilmeliydim!”
Adamlardan orta boylu olanı bir ferman çıkararak soğuk bir ses tonunda şunları söyledi:
“-Seninle işimiz bitti subaşı ama gerekte kalmadı. Saçma sapan işleriniz beni alakadar etmez. Elimizde Saadettin Köpek döneminde ona haraç veren ve destekleyen ümeranın listesi var. Sizinde adınız geçiyor. Ya bize de verirsiniz yada öldürülürsünüz hakkınızda ferman var.” dedi. Şahnenin haraç filan vermeyeceklerini ima etmesi üzerine adamlarına işaret verdi. Cadıcı olduğu yerde temaşa eder gibi olanları izliyordu. İri olan çifte bıçaklarını fırlatır fırlatma kadı ile subaşının yere devrildiğini gördü kanlar içinde. İnce yapılı olanı belinden çıkardığı bıçak şahnenin gırtlağını bir anda kesiverdi. Sonra orta boylu olana dönüp İbrahim’i gösterdikten sonra Farsça bir şeyler söyledi. Ama İbrahim gerisini göremedi. Daha ne olduğunu anlayamadan iri yapılı olanın çıkardığı ucu bıçaklı bir zincirle anında boğazını sardığını ve tek hamlede kopardığını hissedebildi.
Orta boylu olan cesetleri göstererek:
“Bunları yok edin. Lahidin içinde kalsınlar. Sahte fermanlarıda sahiplerine ulaştırın yarın şehrin başına geçsinler. Askere rüşvet vermeyi unutmayın dün geceyi unutsunlar.” dedi. Temizlik işlerini hallettiken sonra o gecelik şehirden ayrıldılar.
Myria köyünün hortlağı efsanesi, nesilden nesile anlatıldı. Demre olana kadar geldi. Efsane ve gerçek, başka masallarla öylesine karıştı ki, ortaya malumunuz olduğu üzere yepyeni bir efsane çıktı.
SON
Mehmet Berk Yaltırık | Wyern
Okuyucuya Özel Not: Bir arkadaşımın sorusu üzerine bu notu yazdım. Celaleddin karakterinin ikinci bir hikayede arzı endam etmesi nedeniyle yazılma sırasında “Gerçekten var mı böyle biri” diye sordu. Esinlenildiği biri vardı. Ufak bir detaydır bu. Osman Turan’ın “Selçuklular Zamanında Türkiye” kitabının 432.sayfasında, meşhur vezir Saadettin Köpek’in ekarte edilmesinden bahsederken şöyle bir bilgi geçer: “Filhakika Gıyaseddin Keyhüsrev, devlet adamlarının birer birer ortadan kalkması, sıranın kendisine de gelmesi ve nihayet efkârın kaynaşması karşısında çok inandığı hassa kölelerinden birini gizlice Sivas sü-başısı Hüsameddin Karaca’ya gönderip…” Gerisi malumunuz, Saadettin Köpek öldürülür. İşte onun ölümünde rol oynayan ve beridlerin başı olarak gösterdiğim tipleme burada geçen o ismi tarihe geçmemiş hassa yani gulamdır. Bu şekilde bir hayali karakter oluşturulmuştur. M.B.Y
bkz. “Harekat-ı Eskalibor” öyküsü.
Osmanlı dönemindeki bir akaid kitabından öğrendiğimize göre İslam hukukuna göre ve o dönemde Anadolu bu tür inançların varlığıyla ilgili karar çıkacağında ölünün yakılmasına caiz gözle bakılmamaktadır.
İslam inançlarında, canlıların ruhu yoktur yani kıyamet zamanından önce bu insani ruhlar dirilemez, dolaşamaz. Bu nedenle görülen şeyler ve ruh çağırma seanslarında görülen olayları cinlerin yaptığına inanılır.
- Çeşmenin Duldası - 1 Ekim 2021
- Paşa, Voyvoda ve Cadı - 1 Nisan 2021
- Şalgamika Nasıl Dağıldı? - 15 Haziran 2017
- Balkanski Grob - 15 Mayıs 2017
- Tahta Kılıçlar Mezarlığı - 15 Ekim 2016
Yine döktürmüşsün üstadım 🙂
Noel Baba gibi bir temadan böyle bir hikaye çıkacak deseler hayatta inanmazdım. Ama işte tam karşımda. Az önce kendimi kaptırmış bir vaziyette okuyup bitirdim hatta 🙂
Kesinlikle çok başarılıydı hikayen. Cadıcı karakterini ve Noel Baba betimlemeni özellikle sevdim. Hikayenin sonunda cadıcıdan biraz daha direniş beklerdim gerçi ama karşısında Beridçiler olunca pek şansı kalmıyor haliyle 🙂
Yazım hatalarını ve -de -da ayrımlarındaki noksanlıklarını da giderdiğini görüyorum bu arada. Bu da sevindirici bir başka şey oldu benim için.
Ellerine ve hayal gücüne sağlık…
Teşekkür ederim hocam okuduğun için ve yorumların için :)Aklıma ilk gelen bir seri katil hikayesiydi ama yine aklım eskilere gitti. Beridçileri kısa da olsa yeniden görmek istedim 🙂 Beridçiler ilk hikayede tanıttığım gibi ipten kazıktan kurtulma adamlar. Eğer e kitap tarzı bir roman yazarsam ilk yazacağım onların maceraları ve hikayeleri olurdu 🙂 Eleştirileriniz ben yönlendirior bunların çok faydasını gördüm, gerçekten tekrar herşey için teşekkür ederim 🙂
Hiç beklemediğim bir son ile nihayete erdirdim hikayeyi. Zaten Noel Baba teması denince hiç mi hiç akla gelinmeyecek ve kırk yıl düşünsem bulamayacağım bir kurgu ve üslup tarzı ile yazılmış, bir de sonunun beklenmedik bitmesi epik olmuş.
Noel Baba’yı tasvir edişin, vampir mitini farklı şekiller ile anlatman, Noel Baba’nın elbisesine “giydiği kefen kandan kıpkırmızı ya kesmişti!” gibi bir tanımlama getirmen… Her biri ayrı güzeldi, hoş çok iyi bitmedi onlar için ama heyhat sonlarında bu yazılıymış diyelim, yerine de uygun olarak…
Ellerine sağlık Mehmet, bu güzel ve seçkiye ayrı bir renk katan öykün için ayrıca teşekkürler.
Ben de klasik bakış açılarından farklı olanları farklı kurguları çok seviyorum. Bu anlamda konuya getirdiğin farklı bakış açından dolayı da, hikayeyi işleyiş biçiminden dolayı da çok beğendim. Keyifle okudum yazını.
Eline, yüreğine ve kalemine sağlık.
Cadıcının ismi yani İbrahim bin Hoyseng, Drakula romanının meşhur profesörü Abraham van Helsing’e bir gönderme içeriyor sanırım.