Büyülerin renk cümbüşü ve brutal savaş çığlıkları eşliğinde geçen kanlı bir gecenin ardından, bayram sonrası günün ilk ışığıyla, özellikle kasaba meydanında parçalanmış cesetlerin -huzura ermiş gibi duran yüz ifadeleriyle- her yeri kapladığı ortaya çıkmış; çatı üstü, direk yanı, yalak içi gibi alâkasız yerlerde can vermiş sarışın ve karaşın bedenleri görmek, Aktekin’i rahatsız etmeye başlamıştı. Ben sadece başına ödül konan kötüleri öldürüyorum. Başkalarına keyiften zarar verenleri…
Dün gece olan bitenden uzakta, kuytu bir köşede sabahı beklemişti Aktekin. Pek bilmediği topraklarda, pek bilmediği canlıların arasında sürüp giden bir sürtüşmede taraf tutmak anlamsız gelmişti. Aralarındaki davayı bensiz de çözebilirler. Şimdi ise sabahın köründe, bu ıssızlaşan kasaba sokaklarında olan bitene akıl erdiremeden meydana doğru yürüyordu. Tuhaf renklerdeki kanlardan içi alt-üst olmuştu. Dün akşam gördüğü etli ve renkli sarımsaklar darmadağındı. Tuzlar toz olmuş, alevler göğe karışmıştı. Bu sabahki yola çıkma planını her ne olursa olsun ertelemeliydi. Böyle öğüre öğüre hiçbir yere gidemem. Midesini henüz boşaltamasa da, kasaba çoktan boşaltılmış gibi duruyordu. Ortada kimsenin olmadığı, hatta kalmadığı sessiz çevreyle uyumlu, sakin sakin yürümeye devam etti. Yolda karşılaştığı pestilleşmiş bir at kellesinden, kendi atı Kıhkıh’ı geceden önce, handa bıraktığını hatırladı. İçi dolu ve güvendedir umarım.
Büyük kavgalar sırasında -artık her ne demekse- “içdüşünümlü” sorunlar yaşadığını iddia eden Atasagun, gece başlamadan ortadan kaybolmuştu. Dert çözücü olarak nam salmış alkabarlar bir yana, bu siyahlı genç bir yana, diye düşündü. “Albakar dediğin sorun çözer, arkadaş. Sorunu görünce kaçmaz!” diyebilmeyi çok isterdi Aktekin ama diyememişti. Karanın korkağı, yiğidin ödleği özellikle de albakarsa kötü oluyordu.
Aktekin boğazını tutarak ilerlemeyi sürdürdü. Mor kanın gümüş kanla karıştığı kasaba meydanının göbeğindeydi en sonunda. Yenenin belli olmadığı sözüm ona kutlu bir kapışma uğruna kıyılan bedenleri gördükçe, içinden gelen kusma isteğine engel olamıyordu. Yılların yılgın avcısı gibi, ava hasret, avdan bıkkın… İri cüssesi ve siyah saçlarından anladığı kadarıyla bir yalepifal olan bağırsakları dağılmış yarım bedeni görünce, sesli öğürmekten kendini alamadı. Kargalar ve güvercinler, sabah sabah geri dönen yapay huzuru ve muğlak barışı temsil edercesine, kavga etmeden, paylaşarak, hep beraber aynı bağırsağı yiyorlardı. Aktekin bu nahoş görüntüye dayanamayıp yol kenarına, midesinde ne var ne yoksa boşalttı.
Can çekişen bir yılanı çıkarmaya çalışıyormuş gibi debelenip sonunda sakinleşebilince, bir an her yer tuhaf kokuyormuş gibi gelmeye başladı. İrin gibi, yangı gibi… En azından öyle olduğunu düşünüyordu Aktekin. Ceketinin mendil cebindeki papatya esansını kullansa iyi olacak gibiydi. Çevredeki kokuyu bastıramasa da, hiç yoktan zihnini meşgul edebilirdi. Ufak şişenin kapağını zorlanarak açtı. Önce ellerine, sonra yüzüne, en son da ellerinin erişebildiği her yere sürdü. Pek güçlü bir kokusu yoktu ama idare ederdi. Şişenin dibini eline boşalttı.
“İyi misin?” Bu kasabadakilerin sert aksanına benzer bir şekilde ortak dili konuşan biri arkasından yaklaşıp koluna girdi. Aktekin bir an saldırıya uğramış gibi ani bir savunma hissiyle ses sahibini kafasından tutup geriye itekledi. Hemen dönünce, koluna girenin kendi boylarında karaşın bir kız olduğunu gördü. Elindeki olanca papatya esansını kızın saçlarına sürmüş, ancak kız pek bir şey fark etmemişti. Aktekin ellerini kaldırdı. “Çok affedersin. Henüz dengemi sağlayabilmiş değilim.” Yerdeki az önce çıkardığı şeyleri gösterdi. “Biri saldırıyor zannettim.”
Siyah kâküllerini düzelten kız hiç bozulmuşa benzemiyordu. “Sorun değil. İyi görünmüyorsun. İstersen şu ilerdeki hana kadar sana eşlik edebilirim. Ben de o tarafa gidiyorum.”
“Sağ ol. Şey…” Yeni karşılaştığı birine karşı kızın takındığı hazırlıklı tavırdan, burada eşlik edecek birine ihtiyaç duyanın kendisi olmadığını düşündü Aktekin. Ki kızın sesindeki anlamsız sıcak tondan anlaşıldığı kadarıyla, soğuk tavırlı suspus yalepifallerden olmadığı belliydi. Bir sıkıntısı mı vardı, acaba?!
“Şey, adım Râdilâ. Buralıyım.” Yol kenarındaki çimenlik yükseltiye oturması için Aktekin’e yardım etti. “Yabancısın galiba?” Gözüyle Aktekin’i tartar gibi yaptı.
“İnsanların standartlarında uzun ve iri biri olarak kabul ediliyorum ama sizlerin yanında ortalamanın karşılığıyım sanırım. Evet, maalesef ortalama bir yabancıyım.” Aktekin bir an Râdilâ’nın fuşya gözlerinde, kısa süreli bir duygu değişikliğiyle huzuru bulduğunu düşündü. Çok kısa bir süre… Kıza rahatsızlık vermemek için, başka tarafa bakmaya çalışırken kara cüppeli bir kalabalığın toplu temizliğe girişmişçesine çevredeki cesetleri toplamaya başladıklarını fark etti. “Bunlar da ne?”
“Kuronoşinolar. Daha önce hiç görmedin sanırım. Aslında onlar da macolar gibi zamanında doğudan gelen bir ırk. Yürek biriktirip geceleri tüketmeyi çok sevdikleri söyleniyor. Özel yürekleri… Kafanı indir lütfen. Onlarla göz teması kurmamalısın. Zaten o cüppelerin içinde görünecek bir şey olmadığını söylüyorlar. Kendi aramızda edepli sisler gelecek, diye takılırız. Sakın duymasınlar.” Râdilâ gülümsedi.
“Giyinik toz kümesi demek. Hem de etçiller… Kapışma sonrası derleyip toplama işi mi yapıyorlar? Hiç ameleye benzer yanları da yok aslında.”
“Bir yabancının gözünden olanlar nasıl görülüyor bilmiyorum. Dünkü ayinin son aşaması bu…” Kız Aktekin’i tartmaya devam ediyordu. “Cidden merak ediyor gibi duruyorsun. Dilim döndüğünce olanı özetlemeye çalışayım istersen. Bu arada su falan ister misin?”
Aktekin kaşlarını gerek yok anlamında havaya kaldırdı. “Evet, kafamda bir türlü oturmadı olan biten. Anlat, lütfen.”
“Macolarla yalepifallerin yıl boyu uslu durup cadılar bayramı gecesinde öfkelerini kustuklarını biliyorsundur sanırım. En kötüsü, dün gece öğrenmişsindir.” Muzırca gülümsedi Râdilâ. “Evet, buralılar için bu aslında sevgililerin şiddet dolu kavuşması gibi algılanıyor. En azından birçoğu için öyle. Kanlı bir kavuşma, evet… Kulağa gülünç ve tuhaf geldiğini biliyorum.” Omuz silkti. “Yılın geri kalanında içlerindeki gazabı bastırabilen şeyin bir tür katıksız sevgi olduğu düşünülüyor ve dün gece olan şeyin de çifte intihar olduğu. Ya da çiftli intihar… Neyse, bu taraflarda çok fazla yaşlı yok maalesef, fark etmişsindir. Bayram sonrası geride kalanlar, nasıl desem, görev gereği çoğalıyorlar işte. Gelenek yerini bulsun diye. Sadece bu ırkların başı ulu kağanlar ve onların aileleri bu kavuşmanın dışındalar. Yalgınaylar ve İçiharalar… Uzun bir ömür sürebilenler de sadece onlar.” Anlattıklarım anlamsız gelebilir der gibi, kaşları havada dudaklarını büzdü. “İşte bu edepli sisler, buraların bir nevi kıdemli ruhları ya da cüretkâr olmak gerekirse aldacıları. Herhangi bir canlıya ölümü sevdirebilen yegâne varlıklar. Buradakilerin yüreklerine bebekliklerinden bu yana şiddet dolu sevgiyi koyanların onlar olduğu düşünülüyor. Eskiden iki ırkı da gün be gün birbirine kırdırırlarken, ellerinde fazla kapıştıracak ahali kalmadığını fark ettiklerinden olsa gerek, son meşhur anlaşmadan sonra sadece cadılar bayramı gecesinde güçlerini kullanıyorlar. Gece başlattıkları işi, son hislendirmeyi de, şimdi yaptıkları gibi sabah temizliği ile bitiriyorlar. Ki aslında şu an yaptıkları iş bir tür kışa hazırlık. Canlı kalan yürekleri toplamak…”
“Yürek toplamak mı?” Aktekin ağzı açık dinliyordu. Çaktırmadan ağzının kenarından sızmaya başlayan salyasını koluna silmeyi başardı. “Cesetlerin neredeyse tamamı paramparça. Adamların kafaları, bedenleri başka yerde. Çevrede fazla dolaşamadım ama… Canlı kalan yüreği nerede bulup da topluyorlar?”
“Çiftli intihar tabirini biraz da bunun için kullanıyorlar aslında. İki ırk arasında edepli sislerin yönlendirmesi ile genel bir sevgi mevcut ama bazılarınınki daha özelleşiyor bayram gecesi. İşte birbirlerinin canını alabilen bu özel sevgi dolu ruh eşlerinin yürekleri bir oluyor ve sabaha o yüreği bedenlerden bağımsız, atar halde buluyorlar. Somutlaşan bir tür yıldırım aşkı gibi… Kuronoşinoları memnun edecek kadar yürek çıkıyor her yıl maalesef. Ne çok ne de az…” Râdilâ bu vahşet dolu romantizmden hem rahatsız oluyor hem de hoşlanıyor gibiydi. “Herkese nasip olmuyor tabii. Yüreğe dönüşebilenlerin uçmağın en tepesine gittiği söyleniyor. Önceki yüreklilerle buluşmaya…” Anlamlı bir şekilde Aktekin’e baktı. “Ama sonuç olarak, kimin uçmağa ya da tamağa gittiğini bilemesek de, görünen o ki edepli sisler o özel yüreklerden yiyebilmek için, bu iki bitik ırkla oyuncak gibi oynuyorlar ne yazık ki.”
“Hangi mantar tozundan çektin bilmiyorum, kızım.” demek istiyordu Aktekin ama onun yerine, “bunun kendi başına gelmesini isteyebilecek bir andavalı bizim oralarda bulamazsınız. Çiftli intiharmış… İmkânı yok. Millet gönlü geçince sevdiğini öldürmesi için benim meslektaşları tutuyor parasına acımadan. Ki dün gece karşılaştığım bir eleman, bu sizin sapıkça kavuşmayı binlerce yıldır aranızda çözülemeyen bir anlaşmazlığa, kan davasına bağlıyordu. İşin aslı biraz daha başka imiş demek ki… Buralı birinden olanları dinlemek daha iyi oldu gibi. Hani anlamama yardımcı oldu mu, tartışılır. Ancak artık midem düzene girer girmez, burayı terk etmem gerektiğini biliyorum. Bir an önce kuzey doğuya, ait olduğum, anlayabildiğim yere dönmeliyim. Bu arada ben Aktekin.” diyebildi. “Kelle avcısıyım. İnsan olanından.”
Râdilâ’nın gözleri ışıldar gibi oldu. “Memnun oldum. Tam olarak nerelisin?”
“Çumgallıyım. Geyik sürücülerinin, kurt sürücülerinin bol olduğu yerdenim. Bu taraflar kendine köpekleri dost edinirken, övünmek gibi olmasın biz en adamsı, can yoldaşı kurtlar ile cenge çıkıyorduk. Şey, ben de memnun oldum. Şimdi mümkünse hemen o bahsettiğin yakındaki hana gitmek istiyorum. Bir an önce lütfen.” Ayağa kalkıp kızın koluna girdi Aktekin. Göz ışımasını hoşlanıldığına yormuştu.
“Tabii, şu yoldan.” Edepli sislerden uzaktaki toprak yolu gösteriyordu Râdilâ. Yavaş yavaş, çevreye fazla bakmamaya çalışarak hana gittiler.
Konuşabilen kuzguni sakal kümesi gibi duran hancı, bu tuhaf ikiliye bir oda ayarladı hemen. Rengi kehribardan, bozuk yumurta sarısına dönmeye başlayan Aktekin için de yüzünü ve özellikle üstünü başını yıkayabilsin diye odaya bir kova dolusu sıcak su gönderdi. Daha sonra da bir şeyler yemek isterlerse haber vermelerini tembihledi. Yarı yabancı yarı ortak dilde… Mide bulantısını bastırmada, bol baharatlı sıcak körn çorbalarının üstüne olmadığından bahsetti ve itinalı bir şekilde, hatta fazla kibarca iki genci yalnız bıraktı.
Aktekin sıcak suyla hemen yüzünü yıkadı. Ceketi ile gömleğini de aynı suda çitilemek istiyordu. Duraksadı. Râdilâ’nın yanında bunun uygun olup olmayacağını kestiremiyordu. Hızlı hareketlerle ceketi ve gömleğini çıkarıp üzerindeki hamur tanesi gibi duran şeylerden kurtulmak için hemen kovaya batırdı. Hancı yamağının suyu getirirken kovanın yanındaki tabureye bıraktığı keseyi eline aldı, kokladı. Sabun tozu olmalıydı. Gül yaprağı sabunu. Bir avuç suya ekleyip çitilemeye başladı.
“Bana bırak.” dedi Râdilâ, “Sen şu camın o tarafa otur da az güneş al. Hasta olacaksın.”
Aktekin denileni yapıp cama doğru yaklaştığında içerden bir gürültü sesi geldi. Hanın girişinde bir şey olmuştu. Hemen kapıya gidip içeriye kulak verdi. Belini yokladığında yalmanı tamgalı kılıcı kurganı, atıyla birlikte diğer handa bıraktığını anımsadı. Gece gece savaşa tanık olacak biri için yapılan en aptalca şeylerden biri olmalı, diye düşündü. İnce işçilik ürünü uzun kılıcının yaban ellerde dikkatleri çekmemesi zor oluyordu. Aktekin de fazla tehditkâr durmamak için onu handa bırakmıştı. Yanında şimdi sadece hançerden biraz daha uzun ağır kılıcı vurgu vardı. Bedenleri kesmektense, kemik kırmada etkili kılıcı… Bir de acil durumlar için yedekte tuttuğu, kemerine dizili ufak bıçakları vardı tabii. Buna şükür. “Râdilâ, bırak o işi de saklan şuraya!” Yatağın altını gösterdi.
Kesik kesik ulur gibi konuşan biri “O sulu kan buraya gelirse bize kesin haber vereceksin!” diye bağırıyordu. Yine bir gürültü oldu. Masalardan birini kırdılar herhalde, diye düşündü Aktekin. Sulu kan… Sabahtan beri çevrede doğru dürüst hiç kimseyi görmediğini düşünürken, yatağın altındaki Râdilâ ile göz göze geldi. İnsanı sakinleştiren fuşya gözleriyle… Sulu kan, diye düşündü tekrar. Yalepifallerin kanı mor renkteydi. Sulu mor da, olsa olsa fuşya olurdu herhalde. İçini bir korku kapladı hemen. Aradıkları kişi, şu an karşısında yatağın altına saklanan Râdilâ mıydı yoksa?! Lâkin bu çok barizdi. İçerdeki hırtlardan kaçıyordu demek… Râdilâ’yı bekletmeden teslim etmesinin kendisi için daha yararlı olacağını söyleyen içindeki ısrarcı sesi bastırmak için, gereğinden fazla yüksek sesle “Olmaz ki ama!” diye söylendi. Birinin kapıya dayanmasıyla, Râdilâ’nın yatağın altına pısması bir oldu.
“Oradaki her kimse, dışarı çıksın hemen!” Aktekin, pek bir şey anlayamasa da kapı arkasındakinin böyle söylediğine adı gibi emindi. Gırtlaktan garip sesler çıkarıp kapıyı yumrukluyordu diğer taraftaki.
Aktekin kıza eliyle “sen orda kal” işareti yaptıktan sonra kapıyı yavaşça araladı. Kurt soylu olduğu aşikâr tüylü yaratık içeri öfkeyle uzanmaya yeltendi ama Aktekin’in vurgusuyla yaptığı seri hamle ile sol kol altı parçalanınca, ne olduğunu anlayamadan geri çekildi. Aktekin yaratık şaşkınlığını atamadan öldürücü hamleyi yapması gerektiğini biliyordu. Hemen dışarı çıkıp yaratığın ayağına basarak bütün gücüyle vurgusunu savurdu. Kurt adamın sol omzundan sağ böğrüne kadarki kısmın aşağısıyla vedalaşması saniyeler aldı. Aktekin hemen kendini sağ tarafa atıp masalardan birini kendine siper etti.
Şimdi karşısında görebildiği kadarıyla iki yaratık daha vardı. Yurdunda kendisini bekleyen kurdu Bozbuşug’u anımsayınca, bu kıllı hergelelere kurt adam demek gelmiyordu içinden. Kötüler tarafında saf tuttuklarını düşündüğü bu yaratıklara “Kurt adam olmuşsunuz ama adam olamamışsınız lan!” diye bağırdı. Kız iyi biri olmalıydı. Kesinlikle! Hatta kendisinden hoşlandığını belli ettiğine göre, kesinlikle iyi biriydi Râdilâ. İyi mıknatısı Aktekin’e, ihtiyaçtan da olsa kötü biri yakınlaşamazdı. Sezerdi hemen öyle olsa…
Kıllı yarmalar ön avludan kendisine bakıyorlardı. Pek büyü kullanıcılarına benzemedikleri için, arada belli bir mesafeyle uzakta kalmasının doğru olacağını tahmin ediyordu Aktekin. Vurgusunu belinin arkasına yerleştirip kemerindeki bıçakları eline aldı. Şansını denemeliydi. “Ne istiyorsunuz lan?!” diye bağırdı tekrar, sanki cevabını bilmiyormuş gibi. Kurtlardan biri saldırmak için öne atılır gibi olunca, bu fırsatı kaçırmadı ve bıçaklardan birini yaratığın alnı ile buluşturdu. Tek atış. Omuzlarının karıncalandığını hissetti. Havaya giriyordu. Diğer yaratığın fazla düşünmesine izin vermeden işini bitirmeliydi. Kendini sol tarafa attı. Yattığı yerden, onu da alnından haklaması zor olmamıştı. “Dahası yok mu, lan?!” diye bağırdı.
Hemen ayaklandı. Nefes nefese hancıya bunlar da kim, diye soracaktı. Ancak hancı saklandığı yerde değildi. İçerde başka kimse kalmamıştı. “Hangi ara kaçtınız, arkadaş?!” diye söylendi. Çevreye bakınmasına gerek kalmadan, Râdilâ’nın çığlığı ile hancının bağırmasını aynı anda duyunca doğrudan odasına geri döndü.
Hancı ayakta, elinde bir kapla dikilip halen yatağın altında olan Râdilâ’nın suratına bir şey döküyordu. “Dur be ihtiyar!” diye kükredi Aktekin. “Ne yapıyorsun? O elindeki de ne?”
“Tun nagu hun maco, da funum!” Gözleri alev alevdi hancının.
“Şunu anlayacağımız şekilde söylesen?” Vurgusunu tekrar eline aldı Aktekin.
“Bu kız bir maco. Saçına bak!”
Aktekin kızın iki renkli saçına baktı. Sanki bak denilmese farkı göremeyecekmiş gibi. Siyah dolgun saçlarının birazı sararmış gibi duruyordu.
“Sulu kanmış…” Hancı tükürür gibi başladı sözüne. “Ben bu yaşıma kadar hiç sulu kan görmedim. Atalarımdan tek bildiğim papatya suyu ile sulu kan kontrolünün yapıldığı. Bu topraklarda saç boyamak yasak. Hatta bebekler doğduklarında boyabozumu ile kutsandıkları için, saçları boya tutmaz. Bu cadı bir haltlar karıştırmış. Bak, saçına papatya suyu döktüm. Kocakarılar papatya suyunun her boyayı aldığını söyler. Gör işte. Altını istesen de kömürle saklayamazsın!”
Aktekin hemen elinden tuttuğu gibi Râdilâ’yı kendine çekti. Kız yerin dibine geçme kavramını yanlış anlamış gibi, yatağın altından bir türlü çıkacakmış gibi durmuyordu.
“Götür onu buradan. Aradıkları kişi kesinlikle o. Yasağı çiğnemiş lanet bir cadıyı burada görmek istemiyorum! Kurtdişi’nin adamlarıydı onlar. Öldürdüklerin… Birazdan adamları dönmeyince, diğer kurtlarını da gönderir buraya. Defolun!” Hancı öfkesini bastıramıyordu.
Kovadan ıslak ceketi ile gömleğini alan Aktekin “Gel bakalım.” dedi Râdilâ’ya. “Bana anlatacakların var.” Beraber hanı terk ettiler.
Güneş halen tepedeydi. Sabahtan bu yana çok zaman geçirmişler gibi hissediyordu Aktekin ama fazla olmamıştı. Yarım saattir yürüyor olsalar da, kızla henüz konuşmamıştı. Onu dinlemek istiyordu ve vakit kaybetmeden de atını bıraktığı dünkü hana dönmek… Balgöz Hanı. Hanın adını kıza söyleyince önlerindeki ormandan geçtikleri takdirde doğrudan oraya gidebileceklerini öğrendi. Ona güvenmek zorundaydı. Gece doğan güneşe ya da daha doğrusu üzerine gün doğan geceye benzer saçlı bu kızı bırakmak istemiyordu. Öyküsünü öğrenmeliydi. Ondan sonra da onunla ya da onsuz, bu lanet batıyı, lanet ırklarıyla ve lanet gelenekleriyle baş başa bırakmalıydı.
Ormanın içinde biraz mesafe kat ettikten sonra, “Sizin buralarda pek fazla teşekkür etme âdetiniz yok gibi ama cadı oluşun konusunda bir kuşkumuz yok değil mi?” diye sordu Aktekin.
“Şey… Sana sadece bugünlük değil, bundan sonra her gün teşekkür etmeyi düşünüyordum… Cadı, maco, her neyse… Evet, tam olarak yalepifal değilim.”
“Saçlarını nasıl boyamayı başardığını da öğreneceğim ama boyayı çıkaranın papatya suyu olmadığını ikimiz de biliyoruz. İlk karşılaştığımızda elimdeki papatya esansı saçına bulaşmıştı. Evet. Hana varana kadar herhangi bir renk değişikliğini hatırlamıyorum.” Aktekin yeşilliğin içinde ilerlerken esnedi. Bedenen kolay yorulmuyordu. Düşünerek yoruluyorum galiba diye düşündü. Bir de her gün teşekkür edilmek de neydi?! Yok yok, eve beraber döneceklerdi sanki! “Korkudan da rengi açılmıyordur herhalde?!” Gülümsedi.
“Şey… Aslında tam olarak maco da değilim. Ve evet, papatyanın bu öyküde hiçbir güçlü etkisi yok.” Râdilâ da, Aktekin’in gülümsemesine karşılık verdi. “Bu arada, hana varmadan saçlarımın bütünüyle sararması gerek.”
Aktekin nasıl der gibi baktı.
“Şimdi şöyle… Ben hem macoyum, hem de yalepifal. Macifal… Buralarda fazla olmayan melezlerdenim. Hatta bildiğim kadarıyla şu an hayatta kalabilmiş olan tek melezim. Çünkü macifallerin çok kötü bir şey olduğu, uğursuzluk getirdiği düşünülür ve daha bebekken katledilirler. Bundan dolayı macifallerin ne olduğunu hatırlayan ya da bilen birilerine günümüzde rastlamak oldukça zor. Bilenler de sulu kan diyor ama onların da macifaller hakkında bütün bildikleri kasaba efsanelerinden ibaret. Hancı büyük ihtimalle sulu kanı, albıslar veya karainmecilerle karıştırdı. Başkasının şekline bürünenler için papatya suyu, kutsal su gibi bir şey. Büyüyü bozar ancak bir macifalin saçının rengini açabilir mi bilmiyorum.” Râdilâ güldü. “Ailem zamanında bir bebeğin canına kıymaya cesaret edememiş işte. Sevgilerini her fırsatta, en saçma şekilde ölümle gösterebilen kendi ırklarına karşı çıkmışlar.”
Aktekin “Sonra ne olmuş?” diyecekti ki, arkalarından uluma sesi geldi. Otları parçalaya parçalaya geliyordu kurt sürüsü. “Lanet olsun!” dedi. “Anladık, seni ısrarla arıyorlar!” Arkalarına bakmak dahi istemedi. Kaçmaya çalışmaları anlamsızdı. En yakın gür ağaca tırmanmaya karar verdiler. Dallar dallara erişiyordu. İyice yükseğe çıktıklarında, “Neyin peşinde bunlar, Râdilâ?” diye sordu.
Cebinden küçük bir kese çıkaran Râdilâ, “Bunun.” dedi.
“İçinde ne var?”
“Hap.”
“Nasıl? Ağrıkesici gibi mi?”
“Sayılabilir ama daha kalıcı etkileri var.” Korku dolu duruma rağmen gülümsedi yine Râdilâ.
Aktekin bulunduğu dalın kendisini biraz daha taşıyabileceğini umarak, daha ileri doğru süründü. Yapraklardan ilerisini göremiyordu. Ufak bir boşluk aralayıp kurtların geldiği yöne doğru baktı. Sesler azalmıştı. En kötü olasılıkla kokularından bulunacaklarını biliyordu ancak, onlar yukarı tırmanana kadar bıçaklarıyla elma soymayacaktı.
Can verme sesi gibi bir çığlığı çok yakınlarında duyunca hemen o tarafa baktı. Muhtemelen üzerlerindeki ejder tamgalarından dolayı alev alev yanan hançerleriyle kurdun birini alaşağı eden bir yiğidi gördü. Sürüyle oyun oynuyor gibiydi. Gırtlağını parçaladığı, böğrünü dağladığı ya da karnını yardığı bir kurttan diğerine atlıyordu. “Resmen uçuyor adam, baksana!” Râdilâ da hemen yandaki dalda sürünüp gösteriyi seyretmeye başladı. “Bu da nerden çıktı böyle?”
On-on beş kurt Aktekinlere varamadan telef olmuştu. Bu iyi haberdi ama onları katleden bu kişi dostları mıydı bilemiyorlardı. Adamın üstündeki siyah pelerin ve yüzündeki simsiyah peçeden herhangi bir duyguyu okumaları mümkün olmuyordu. Ses çıkarmadan daha da yaklaşmasını beklediler. Belki yakından Râdilâ’nın tanıdığı birine benzetmesi mümkün olur, diye düşündü Aktekin. Çok fazla beklemeleri gerekmeyecekti. Adam onları buraya bırakan sanki kendisiymiş gibi, üzerlerine doğru geliyordu. Hayret.
“Tanıdığın biri mi?” Aktekin sorusuna yanıt alamadan, net seçebileceği mesafeye gelen adamı bir anda tanıdı. “Atasagun!” diye bağırdı. “Tanıyorum onu. Daha doğrusu dün gece tanıştım onunla. Bizi nasıl buldu ki?” Râdilâ da şaşırmıştı.
“Selam delikanlı!” diye aşağıdan seslendi Atasagun. Peçesini indirmiş, pelerininin önünü aralamıştı. “Size de merhaba, Râdilâ Hanım!” Keskin bir reverans yaptı. Neşesi yerindeydi. Yere bağdaş kurmuş, onları bekliyordu.
“Seni de tanıyor demek. Hadi aşağıya inelim.” Aktekin ile Râdilâ yavaş yavaş koca ağaçtan indiler.
“Çok sağ ol, birader!” dedi coşkuyla Aktekin, Atasagun’un yanına otururken. “Bizi nasıl bulduğunu bilmiyorum ama çok sağ ol cidden.”
“Kağanın selamı var, iynem! Şey, arkadaş…” Atasagun hiç yorulmamış gibi, normal tonda konuşuyordu. “Aktekin biliyorsun albakar olduğumu söylemiştim. Türümün sağladığı görevlerin sıkıntı çözücü, hayat değiştirici ve bir o kadar da bakış açıcı işlevlerini seviyorum. Sahiden… İşimizi nasıl yaptığımız başka bir öykünün konusu. Neyse, burada kağanın bir sıkıntısını gidermek için görevlendirilmiştim. Araştırmalarım beni kağan adına kasaba reisinin gizlice anlaştığı kurtlara, onlar da size getirdi. Kurtlara bir yalepifalin değil de, kesin ve net olarak bir sulu kanın bir şey çaldığı söylenmiş. Hırsızlığına tanık olan her kimse, seni çok iyi tanıyor olmalı, Râdilâ. Bu topraklarda yaşayamazsın artık. Anturap sende, değil mi?” Râdilâ’ya baktı.
“Evet ama veremem.”
“Neden?” Atasagun halen çok sakindi.
“Bana lazım.”
Râdilâ’nın altın yuvası saçlarını yeni fark etmiş gibi, abartarak parmağıyla gösterip kahkahayı bastı Atasagun. “Yoksa…” Anlamlı gözlerle Râdilâ’ya baktı.
“Evet, öyle. Anturap bana lazım.”
“Neler oluyor yahu? Hiçbir şey anlamadım.” Aktekin afallamıştı.
“Sen mi söylersin, yoksa ben mi söyleyeyim?” Atasagun ayağa kalktı.
“Bak şimdi, Aktekin.” dedi Râdilâ. “Sabah gördüğümüz edepli sisleri hatırlıyor musun? Kuronoşinoları… İşte onlar her yıl bayram sonrası toplayabildikleri yüreklere karşılık olarak, macolar ve yalepifalleri temsilen iki ulu kağanına birer hap hediye ediyorlar. Anturapları… Edepli sislerin tapınağı Antur’da olduğu için, ortak dilde Anturlu haptan bozma anturap. Bildiğinden emin değilim ama bizler bu toprakları terk edemiyoruz, yabancılarla aile kuramıyoruz. Yasak. Lanetlenmişiz. Bir yalepifal ya bayramda ölümüne sevdiğini sandığı bir macoyla can verecek ya da o gece hayatta kalıp başka bir yalepifalle aile kuracak. Macolar için de aynı şey geçerli. Bunun dışında başka bir şey denemek ölüm demek… Hem de tamağın en dip tekrarlayan ölüm katında… Ki bu topraklarda neredeyse her mutlu şeyin sonu ölüm demek… Neyse… Bu haplar işte, bu laneti yabancı tek bir ırk için bozuyor ve sınırları kaldırıyor. Ulu kağanlar haremlerine her sene anturaplarla başka ırklardan odalıklar alabiliyorlar. Onlarca ırktan eşleri var… Düzen, bu şekilde yürüyor. Edepli sisler yüreklerini alıyor, ulu kağanlar da yabancı odalıklarını… Halkın buna tepkisi yok denecek kadar az. Herkes sinmiş durumda. Yılmadan görevlerini yapıp kısa bir hayat sürüyorlar ve bundan memnunlar gibi. Zor ulaşılır gibi duran uçmağın en tepesi ile gözleri kamaşmış, görev bilinci yüksek kuklalar işte… Doğduğum topraklarda ölmek istemiyorum ben, Aktekin. Başka yerler görmek, beni öldürmeyecek birilerini sevebilmek, birilerinin uçkur düşkünlüğünü gidermek için sevdiğimce öldürülmemek, bütün huzursuzluklarına rağmen yaşlanabilmek istiyorum. Bu sabah anladım ki, ben seni istiyorum Aktekin. Konuşabildiğim ilk özgür kişisin. Ben de özgürleşmek ve hep öyle kalmak istiyorum. Gidelim lütfen buralardan. Bana kuzey doğuyu göster. Daha uzaklara gidelim. Burada kalmak istemiyorum.”
Aktekin dünden razıydı buna. “Her şeyi anladım da, hatta hapı nasıl çalabildiğini de sormayacağım -ki Atasagun da bizimle gelecek gibi duruyor- bu saçlarının herhangi bir ot suyuna gerek kalmadan sararması olayı nedir?”
Atasagun keyifle araya girdi: “Bizimkilerin, albakarların kadim zihin havuzuna danışıp öğrenebildiğim kadarıyla, ki bayramlarının sebebi konusunda biraz eksik bilgi vermiş olsalar da, âşık olup mühürlendiklerinde, yani ruh eşlerini bulduklarında macifallerin saçları sararıyormuş, sayın alık! Kızın aşkına karşılık ver de, hapı yutsun bari.”
Hepsi kahkahalarla güldü.
Bu neşe dolu ve gözü kara üç genç, sonraları albakarların tarihte tek yarım bıraktıkları iş olarak anılacak bu kutlu öyküyü artlarında bırakıp şimdilerde karla kaplı olan kuzey doğuya doğru yöneldi.
- Al Köpüklü Yağma - 1 Nisan 2020
- Pasaklı - 15 Kasım 2018
- Acele Kısırlaştırma - 15 Şubat 2018
- Aslında Vazgeçerek Bırakılmalı Anlam - 15 Aralık 2017
- Ve Baharlar Aşkına - 15 Eylül 2017
Çok hoşuma giden bir öykü daha. Gece yarı kapalı gözlerimle okuduğum bu öykü, gözlerimi fal taşı gibi açmama yetecek kadar heyecan dozajı yüksek; karakteriyle bir öğleden sonra beş çayı içmek isteyecek kadar da deli doluydu.
Elinize sağlık.
Beğendiğinize çok sevindim. Çok teşekkürler. ^^
Merhaba, öykünüz akıcı ve güzeldi. Fakat şuna değinmek istiyorum; AKtekin kelle avcısı bir düzine insandan fazlasını öldürdüğünü kurtlarla yaptığı kapışmadan anlaşılıyor. Böyle savaşçı ruhlu bir adamın gördüğü manzara karşısında midesinin bozulmaması lazım. Kelle avcısı bir adamın midesinin bulanması ve kusması bu karaktere yakışmamış. Yine de bu benim düşüncem. İlk paragraf akıcılığı az da olsa bozuyor.
“Yolda karşılaştığı pestilleşmiş bir at kellesinden, kendi atı Kıhkıh’ı geceden önce, handa bıraktığını hatırladı. İçi dolu ve güvendedir umarım. Kelle avcısı bir adamın midesinin bulanması ve kusması bu karaktere yakışmamış ve kız bu olaydan etkilenmemiş mi?” değil de şöyle olsa daha akıcı olurdu sanki;
Yolda karşılaştığı pestilleşmiş bir at kellesinden, kendi atı Kıhkıh’ı, handa bıraktığını hatırladı. İçi dolu ve güvendedir umarım.
Ellerinize sağlık. Güzel, hoş, akıcı olmuş. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Merhaba. Eleştirileriniz için çok teşekkürler. “Cinayete” alışkın bir kelle avcısının, bir kasaba boyutundaki “katliama” tanık olarak yaşadığı mide bulantısı ile şiddeti kanıksamışlığı arasında bir tutarsızlık, uyumsuzluk yok bence. İç seslerle bunu göstermeye çalışmıştım ama yeterli olmamış olabilir. ^^ Yaza yaza artık, yeterli hale gelecek öyküler. ^^ Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle.
Merhaba, bir önceki öykünün devamı niteliğindeki bu öyküyle epey aşmışsınız çıtayı, tebrik ederim bunun için. Çok keyifli bir öyküydü, merakla okudum. Diyaloglar, betimlemeler, isimler her şey çok hoştu. Belki biliyorsunuzdur Yabani Dergi’yi; bence bu öykülerinizi oraya da göndermelisiniz.
“Bizi nasıl bulduğunu bilmiyorum ama çok sağ ol cidden.” cümlesinin sonundaki “cidden” kelimesi biraz yakışmamış sanki öykünün diline. Onun haricinde -ki minicik bir detay bu- bir hata göremedim.
“Konuşabilen kuzguni sakal kümesi gibi duran hancı…”, “Rengi kehribardan, bozuk yumurta sarısına dönmeye başlayan…”, “Can çekişen bir yılanı çıkarmaya çalışıyormuş gibi debelenip…” gibi pek beğendiğim benzetmeler oldu.
Güzel yazıyorsunuz. Kaleminize kuvvet.
Merhaba, öyküyü beğenmenize “cidden” çok sevindim. ^^ Ve öyküdeki o samimiyetsiz “cidden” gereksiz olmuş biraz, haklısınız. ^^
Bilgisizlikle, Yabani Dergi’yi sadece çizgi romanlardan oluşuyor sanıyorum ama siz bahsedince son sayısını aldım, okudum. Güzel bir dergi. Önümüzdeki yıl (!), bir öykü gönderebilirim sanırım. (: Tavsiye için çok sağ olun.
Yeni seçkilerde görüşmek dileğiyle. ^^
Merhabalar Sayın Cihangir. Tebrik edeyim evvela. Epik Fantazi en sevdiğim tür olması bakımıyla öykünüzü ayrı bir zevk alarak okudum. Çatışma sahnelerinde tam olarak yansıtılamadığını düşündüğüm gerçekçilik, diyaloglarda -bazen abartılı olsa da- aksine üst düzeydi. Betimlemeleriniz de keza öyle. Tekrardan tebrik ederek ve devamını dileyerek ellerinize sağlık diyorum.
Merhabalar Sayın Osman. ^^ Beğenmenize inanın çok sevindim. Çatışma sahnelerini aslında biraz daha uzatarak yazmıştım en başta ama öykü tamamlanınca bayağı uzun oldu. (: Diyalogları kısaltamayınca da, doğrudan aksiyonu kırptım. O yüzden o iki sahnede fazla rast giden, aksamasız, çatışmadan ziyade, doğrudan “alt etme”lere -vurdu, öldü- yer verdim, maalesef. (: Çok yazmam lazım, çok! ^^ Yavaş yavaş formülü tutturacağımızı umuyorum. Yeni seçkilerde görüşmek üzere. ^^
Merhabalar,
Geçen seçkide de öykünüzü beğenmiştim, bu da çok hoş olmuş. Elinize sağlık, öykünün sonunda “hapı yutmak” kısmında ben de üçlünün kahkahasına eşlik ettim. Sonraki sayı “Antur’da Koleksiyoncu” olacak mı bilmiyorum ama olursa şimdiden merak ediyorum 🙂 Gelecek seçkide görüşmek üzere.
Merhabalar. Çok teşekkürler. Beğendiğinize çok sevindim. Evet, o da “Antur’da Koleksiyoncu” olacak. ? Daha kısa tutmaya çalışıyorum bu sefer. Ondan sonra da Anturlu öykülere biraz ara vermek istiyorum. Hayırlısı bakalım. ^^ Gelecek seçkide görüşmek üzere. ^^