Öykü

Ay Tilmizi

Mekiğin kaptan koltuğuna kenetlenmiş uzay elbisesinin içinde, kıpırtısız gözlerle radarı izliyor ve dün olanları düşünüyordum. Hayal kırıklığıyla sarsılmıştım. Yola çıkmadan önce “Bu mücadelenin bitmesi mümkün mü?” diye sormuştum Sanbas Kaplan’a, çetelere karşı beni eğiten ve silahlandıran kurumun başkanına.

Gözlerini kısmış, uzun kirpiklerinin gölgesi elmacık kemiklerine düşmüştü. Tilmiziyle değil de bir hainle konuşur gibi kızgın bir ses tonuyla “Mümkün değil.” demişti. Hiçbir şart altında barışı kabul etmeyeceklerdi. Ay’ın atmosfersiz, uçsuz bucaksız kumluklarında silah talimiyle geçirdiğim yılların ardından böyle diyeceğini biliyordum. Yine de abla olmanın ruhuma aşıladığı şefkat bana barış ümidi fısıldamıştı.

Ay ve Dünya arasındaki düşmanlığın görünen bir sonu olmasa bile başlangıcı vardı. İki asır önce, bütün insanlar Dünya’da yaşarken ve uzay keşifleri insansız araçlarla sınırlıyken Einstein adında bir bilim insanı “3. Dünya Savaşı’nda hangi silahların kullanılacağını bilmiyorum,” demişti. “…ama 4. Dünya Savaşı’nda taş ve sopalar olacak!”

İsabetli bir öngörüydü. İnsanlık bin bir zahmetle kavuştuğu refahı 21. yüzyılın ortalarına doğru çıkan savaşta harcamış ve kendisini sisler arasında, aç susuz bir yaşama mahkûm etmişti. Devletlerin yerini çeteler, orduların yerini eşkıyalar almıştı. Savaş hukuku yürürlükten kalkmış, orman kanunları başlamıştı.

İnsan hakkı arayıcıları yoktu. Korumasız kalan sivillerin korkunç işkencelerden geçmesi mukadderdi. Çetelerin yalnızca zevk için insan parçalayabildiğini işitmiştik. Gerçi, cinayetler olmasa bile yalnızca kötü şartlar günde yüz binlerce insanı yok etmeye yetiyordu.

Asya’da, bu çetelerden birinin eline düşmeden önce eşi ve çocuğuyla yaşayan Lee Sangin adında bir adam vardı. Küçük bir sığınakta günü geçiriyorlar, aç yatmadıkları geceleri neşeyle karşılıyorlardı. Bu ufak mutlu aile bir yaz gecesi içeri giren silahlı adamların eliyle parçalandı. Karısı ve çocuğu gözleri önünde öldürüldükten sonra Sangin, tutsak edilip on yıl boyunca ağır işlerde çalıştırıldı.

On yılın sonunda intikam yemini ederek kaçan Sangin yolda kendisi gibi kaçaklarla karşılaştı. Kaçaklar arasında mühendisler, matematikçiler, madenciler, deneyimli işçiler de vardı. Savaştan önce kurulmuş bir uzay tersanesine saklanıp burada Ay’a gidebilecek bir uzay gemisi inşa ettiler.

Sangin ve ekibi Ay’a ulaştıktan sonra çete tehlikesi sona ermiş, geriye yalnızca teknik zorluklar kalmıştı. Seralar dizmişlerdi Ay düzlüklerine, günlük yaşamın sürdürülebileceği alanlar, atmosfersiz ortamda rahat hareket sağlayacak pratik kıyafetler, başka gemiler ve silahlar. Bu işlemler tamamlandıktan sonra yılda birkaç kez Dünya’ya inip umut vadeden çocukları Ay’a getirip Dünya’daki çetelere karşı savaşmak üzere eğitmeye başlamıştı. Bu çocuklara “çırak, öğrenci” gibi anlamlara gelen “tilmiz” unvanı verilmişti. Biz, Ay Tilmizleri, eğitimlerimizde Sangin’in yazdığı hatıraları okuyorduk.

Sangin Kaplan’ı dersler dolayısıyla gözümle görmüş gibi tanısam da onu hatırlamıyordum. Ben üç yaşındayken yaşlı ve huzurlu bir adam olarak ölmüştü. İntikamın yükünü omuzlarımıza yükleyip -eğer tinin ölümsüzlüğünü fısıldayan inanışlar hakikatse- yitirdiği eşiyle çocuğuna kavuşmuştu. Planı tıkır tıkır işliyordu.

Biz başkanlarımıza “kaplan” derdik. Bu, Asya kültürlerinde kaplanın “hayvanların kralı” olmasından geliyordu. Kaplan, tilmizleri eğitirdi. Doğru zaman geldiğinde ise yaşlı gezegene dönüp saldırılar düzenlerdik. İntikam hiçbir zaman Dünya’daki tek çeteye yönelik değildi, “çete” kavramına yönelikti. Bütün çeteleri yok etmeden durmayacaktık.

Derslerde çok duygulanırdım, çünkü ilk Kaplan’ımızın duygularını paylaşıyordum. Ben onun gibi çeteler yüzünden ailemi kaybetmemiştim ama ailemin özgürlüğünü kaybetmiştim.

Hindistan dolaylarında, bir suç örgütünün köleleştirdiği bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Kulağıma “Saba” diye fısıldayarak ismimi koyan babamı da zayıflığından dolayı beni emziremeyen annemi de günün yalnızca bir ya da iki saati görebildim. Daima çalışıyorlardı. Bedenleri tükenene kadar kazma vuruyor, kürek kullanıyor, bir makineden diğerine koşuyorlardı. Esasında bu şartlar altında çocuk sahibi olmayacak kadar bilinçli insanlardı, ne var ki örgüt emek kaynağını kaybetmemek için bizi dünyaya getirmeye mecbur etmişti onları. Önce ben doğmuştum, iki yıl sonra da kardeşim. Saba Çihil ve Lal Çihil geleceğin köleleri olacaklardı.

Ben tıpkı annem gibi siyah saçlı ve esmerdim, Lal ise beyaz tenli ve kızıl saçlı. Ebeveynlerimiz yanımızda olmadığı için birbirimizle kaldık, birbirimize baktık. Neşeli ve hassas bir çocuktu. Gökyüzüne bakınca sevinçten çığlık atardı, çünkü bulutları çeşitli hayvanlara ve hayali arkadaşlarına benzetirdi. Duvar çatlaklarından çıkıp ortalıkta gezinen karıncalara isim koyardı. Zor şartlarımıza rağmen çok eğlenirdik. On üç yıl sonra bile o günleri gözlerim dolarak hatırlıyordum.

Hayatımızın seyri tilmizlerin örgüte düzenlediği operasyonla değişti. Örgüt üyeleriyle çatışmaya giren savaşçılar, yedi yaşındayken beni kaçırdılar. Yolda çok ağlamış ve tilmizlerin kötü insanlar olduğunu düşünmüştüm. Uzay gemisinde bir haftalık seyahatten sonra Ay’a vardığımız ilk an beni Sanbas karşılamış ve sakinleştirene kadar konuşmuştu. Aileme duyduğum özlemi azim ve hırsa çevirmemi söylemişti, böylece kahraman bir savaşçı olabilir ve bütün aileleri çetelerden kurtarabilirdim.

Zaman içerisinde her şey küllendi ama Lal’e duyduğum özlem taze kaldı. Ona ne olduğunu yıllar boyunca öğrenemedim, ta ki ben Dünya’ya gönderilmeden bir gün önce Sanbas Kaplan beni çağırana dek.

“Aileni tutan çeteye gönderildiğini biliyorsun, değil mi?” demişti. “İstersen görevden çekilebilirsin. İzin veriyorum.”

“Niçin böyle bir şey isteyeyim ki efendim?” demiştim hararetle. Önce bana bilgi vermekten çekinmiş, ısrarım üzerine ise söylemişti: Lal Çihil, örgütün başına geçmişti. Kulağımın uğuldadığını sandım. Aklımı kaybettiğimi sandım. İşte, barış sorusunu o zaman sordum. Çünkü Lal’in içinde olduğu herhangi bir şey kötü olamazdı. O güler yüzlü kızıl çocuk ile kötülük bir arada bulunabilecek kavramlar değildi.

Ablalık şefkatinin yüce bir duygu olmadığını biliyordum. Akrabalarımıza duyduğumuz merhamet, hiç de tinsel değil gayet maddesel bir histi. Organizma hayatta kalmak isterdi, kendi genetik parçalarını taşıyan birini de kendini koruduğu gibi korurdu. Kimse kendi kanından birini yok etmek istemezdi. Ancak adandığım amaç, bu dürtüyü, tıpkı ölçüsüz yemek yeme ve cinsellik dürtülerimizi bastırdığımız gibi bastırmamı gerektiriyordu.

Sanbas çetelerle uzlaşmanın mümkün olmadığını söyledikten sonra beni azarladı. “İşte bu yüzden görevden çekilmeni istedim.” dediğini işittim. Lal’e dair bildiği her şeyi anlattı. Acımasız bir lider olduğunu söylüyordu görenler. Küçükken bulutları şekle sokmakta ne kadar mahirse, şimdi de yaratıcı işkence yöntemleri bulmakta o kadar mahirdi.

“Kardeşini öldürmek zorundasın.” dedi. “Yapabilecek misin? Becerebilecek misin?”

Hazır ol pozisyonuna geçip “Yaparım!” diye bağırdım.

Kararlılığımı gören Kaplan benimle operasyon detaylarını paylaştı. Lal, bubi tuzaklarıyla çevrilmiş korunaklı bir binada yaşıyordu. Bina, beyinlerine cihaz takılarak uyumadan çalışmaya zorlanan işçilerin olduğu fabrikalarla çevriliydi. Ayrıca bina büyük ve yemyeşil bir bahçe içerisindeydi.

Bahçe öyle tuhaf bir dekorasyona sahipti ki fotoğraflarını incelerken ağzımı kapatmakta zorlandım. Egzotik çiçekler, kedi boyutunda sinekkapanlar, kovukları oturulabilecek şekilde yontulmuş ağaçlar, sıfır derecede tutulan buzdan heykeller, sağda solda sergilenen iskeletler… Bu hayal gücü yalnız benim kardeşime ait olabilirdi. Peki, bu acımasızlık nereye sığardı?

Sanbas bunları bana gösterdikten sonra “En iyi olduğun ders hangisiydi?” diye sordu.

“Sangin’in yaşamı,” dedim.

“Peki Sangin’in ailesinin hangi yöntemle öldürüldüğünü biliyor musun?”

Bu kısım fazla detaylı anlatılmıyordu. Çeteler tarafından, denip geçiliyordu. İyi olduğumu iddia ettiğim halde bu bilgiye sahip olmadığım için utanmıştım. “Ben… Şey…” diye gevelediğimde Kaplan gülümsedi.

“Bilmemen çok doğal. Müfredatta bu ayrıntı yok, çünkü pek gerek görmüyoruz ama sana söyleyeceğim. Senin durumun özel.”

Sustum ve bekledim.

“Sangin’e kendi karısını ve çocuğunu öldürttüler, Saba. Olay şöyle gerçekleşiyor: Kadını ve çocuğu sıkıca bağlıyor ve üstlerine çuval geçiriyorlar. Sangin getiriliyor. ‘Bu çuvala ateş edersen aileni serbest bırakırız.’ diyorlar.”

Dudaklarımın arasından “Ah!” diye bir ünlem kaçtı. Bu hayal ettiğimden de kötüydü.

“Bu yüzden size fedakârlığı öğrettik. Masumların canını kendi canınıza tercih edeceksiniz. Sangin o çuvalda bir tutsak olduğunu biliyordu ama kim olduğunu bilmiyordu. Eğer yabancı dahi olsa bir masumu öldürmeyi reddetseydi, biricik eşiyle çocuğunun canını kendi elleriyle almamış olacaktı.”

Bunu derken Sanbas koltuğunda oturuyordu. Ayağa kalkıp etrafımda dolaşmaya başladı. “Kaplan ve tilmizler senden de bu fedakârlığı istiyor. Kardeşini öldürmek zorundasın. Lal Çihil artık o hatırladığın masum çocuk değil. Bu hususta merhamet gösterme. Kardeşinin, hayatlarını ya da özgürlüklerini çaldığı yüzlerce insanı düşün.”

Kaplan’a başarılı olmadan dönmeyeceğime dair söz verdim. Konuşmadan bir gün sonra ise müsait bir uzay mekiğine binerek yola çıktım. Emrime verilmiş yüz kişilik bir birlik de benimle birlikte geliyordu. Kaptan koltuğuna kenetlenmiş uzay elbisesinin içindeydim, radarı izliyor ve düşünüyordum.

Şu an Lal on sekiz yaşında genç bir kadındı, Sanbas bana onun yüzünü bilerek göstermemişti. Nasıl görünüyordu? Neye benziyordu? Boynundan akacak olan kan, turuncu saçlarına bulaştığında yakışacak mıydı acaba? Benim çevikliğim ve onun zekâsı arasındaki mücadelede hangimiz galip gelecektik? Neden böyle olmuştu? İki kardeş neden düşmandı artık? Sorulardan yorularak gözlerimi kapattım ve kendimi yolun akışına bıraktım.

Gözlerim, aklıma gelen bir fikirle fal taşı gibi açıldı. Tek başına gitmiyordum kadim gezegene, peşimde emirlerimi dinlemeye hazır yüz kişi vardı. Peki ya Lal, o güçlü örgütün başındaysa kalabalık bir asker grubunun haberini almayacak mıydı? Tuzak kurmayacak mıydı? Bu yüzden tek başına inmek zorundaydım. Askerlerim geri planda beni korumak için mevzilenmeliydi.

Bunu yapmanın birkaç farklı yolu vardı. Örneğin, yolun yarısını geçtikten sonra askerlerin kaldığı bölmeyi uzay gemisinden ayırabilir, böylece onları uzay boşluğuna bırakabilirdim. Güvenlik tedbirleri gereği, bölme, askerlerin hayatını tehlikeye atmayacak kadar bir süre boyunca uzayda sürüklendikten sonra ek yakıt prosedürünü otomatik olarak çalıştıracak ve Dünya’ya inecekti.

Birliğimle toplantımız yolculuğun geri kalanı boyunca sürdü. Yapboz gibi senaryolar kurduk, bozduk, yer değiştirdik, denedik ve nihayet bir plan geliştirdik. Kazanmak için acelemiz yoktu. Dolayısıyla piramit inşa eder gibi taşları yavaş ve dikkatli bir şekilde taşıyabilirdik. Şöyle ki kardeşime bir ziyaretçi gibi gidecektim, Tilmizler tarafından kaçırılıp esir edildiğimi fakat kaçabildiğimi söyleyecektim. Bu yalanımdan bir gün önce askerlerimden birisi çeteye başvurmuş, güvenlerini kazanıp aralarına girmiş olacaktı. Bir gün önce başka bir askerim ve bir gün önce bir başkası… Yani benden önce bütün askerler tek tek çeteye sızacaktı. Kaleyi içten fethedecektik.

Planın işlemesi için yaklaşık iki yıl gerektiğini öngördük. Çeteler kolayca yeni üye eklenebilen, eskilerin de ayrılabildiği yerlerdi, tıpkı eski Dünya’daki işyerleri gibi. Bir askerin çeteye girmesi için üç gün ayırdık. En son da ben dâhil olacaktım.

Yeryüzüne tek başına indim. Ben Yamuna Nehri civarındaydım, Havzalıların -yani ailemi köleleştiren çetenin- yerleştiği yere yakındım. Askerlerim Asya’daki Gobi Çölü’ndeydi.

Her çetenin çalışma biçimi kendine özgüydü. Havzalılar, tutsak ve kölelerini aile haline getirirdi. Herhangi bir uyum gözetmeden sağlıklı kadın ve erkekleri birbirleriyle eşleştirir, evlendiklerini ilan eder ve canları çıkana kadar gün boyu çalıştırırken yeni köleler dünyaya getirmeye zorlardı. Birkaç yıl doğum yapmayan bir kadının yaşama şansı yoktu, aynı şekilde kısır olduğu anlaşılan bir erkeğin de.

Özgür kimsesizlerle birlikte bir sığınakta yatıp kalkmaya başladım. Bu sırada Havzalıları dışarıdan gözlemledim. Her sabah çete üyelerinin köle aileleri tarlalara sürüşünü seyrettim. Yalnız ne kadar uğraşsam da Lal’i hiç göremedim. Bu durumun sırrı, çetenin güvenini yeterince kazanmış bir askerimin benimle gizli görüşmesine kadar kapalı kaldı.

“Geçmişe gitmemiz gerekiyor tilmiz.” dedi asker.

Şaşkınlıkla “Neden ve nasıl?” diye sordum.

Bir çetenin tek düşmanı biz değildik, aynı zamanda çeteler kendi aralarında da ittifaklar kuruyor ya da düşmanlık ediyorlardı. Lal düşmanlarından korunmak için bir kaleye ya da korumaların arkasına sığınmamıştı. Doğrudan doğruya zamana sığınmıştı. Nehir üzerinde eski Dünya’dan kalan bir laboratuvar binasında zaman geçidi bulmuşlardı. Zaman geçidi normal şartlarda çok nadir, değerli, karaborsada servet değerinde satılan bir teknoloji kalıntısıydı. Bir zaman geçidine rastlamak, Kaşıkçı Elması’nı bulmak kadar büyük bir şanstı. Elmas gibi geçit de pratik anlamda pek kullanılmazdı, geçitten geçmeye cesareti olanlar çok azdı, onun yerine değer gibi elde tutulurdu.

Bunun iki nedeni vardı. Birisi, zaman geçidinin sizi nereye götürdüğünü belirleyemezdiniz, takvimden yıl seçemezdiniz, bir makine değildi. Diğeri de geri dönüp dönemeyeceğinizi bilmiyordunuz.

Lal, birçoklarının yaptığı gibi geçidi satmak ve sefa içinde yaşamak yerine onu kullanmıştı. Bilinmeyen bir geçmişte saklanıyordu. Yaptığı büyük cesaret isterdi ve bu sadece benim kardeşimde vardı. Diğer düşmanları için etkili bir yöntemdi kuşkusuz ama bizim için değil.

Bu konuşmadan üç yıl sonra askerlerden dördü ve ben zaman geçidine sızdık.

Planımız gecikse de ufak bir değişiklikle işledi. Askerlerim Havzalılar arasında yükselip iyi yerlere geldiler. Lal ortalıkta olmadığı için ben de ziyaretçi olarak değil sıradan bir çete üyesi olarak aralarına girmiştim. Laboratuvar nöbetini tutan on kişiden onu da bizden olduğu bir gece, beşimiz dışarıda gözcü olarak kalırken beşimiz içeriye girdik. Ben girenler arasındaydım.

Lal’in hangi zamanda, nerede ve nasıl yaşadığına vakıf olmuştuk. Yaklaşık yetmiş yıl öncesine, Çin dolaylarına gitmişti. Burada “özgür kimsesiz” hayatı yaşıyor ve çeteyi gizlice yönetiyordu. Geçmişin insanları arasında onun bir çete lideri olduğunu bilen yoktu. Şüphe çekmemek için evlenmişti. Hatta Lora adında bir kızı olmuştu.

Son bilgi, Lal’e karşı düzenleyeceğim operasyonu şekillendirdi. Adaleti yetiştiğim öğretiye uygun bir şekilde tam olarak sağlayacak, ilk kaplan Sangin’in ailesinin başına ne geldiyse Lal’in de öyle ölmesini sağlayacaktım. Bu planda Lora da ölecekti, askerlerimle bu konuyu tartıştım, ancak Lora çoktan ergenlik çağına girmişti ve Havzalıların gelecekteki lideri olmak için eğitim alıyordu, dolayısıyla masum değildi.

Yetmiş yıl öncesine yalın ve korumasız geldik. Zaman geçidinden silah ve araç geçiremezdik ya… Bu eksiğimizi tamamlamak için Asya Çöl çetesi adında bir çeteyle anlaşma kurup onların silahlarını ödünç aldık. Ardından Lal’in evine baskın yaptık ve burada saldırıya uğramayı hiç beklemeyen kardeşimi gafil avladık.

Lal gerçekten de çok güzel bir kadın olmuştu. Güneşin altında kızıl saçları parlıyor, yeşil gözleri bir çift yeşim taşı gibi görünüyordu. Oysaki ne güzelliği ne de hatıralarımız şu an pek bir gereksiz olan merhamet hissimi uyandırabilirdi. Kardeşimi de ona pek benzemeyen, uzun ve incecik bir kız olan yeğenimi de soğukkanlı bir katil gibi bayılttım. Bayılmadan önce Lal yalvarır gibi “Annemizin ismi neden Saba?” demişti. Annemle adaştım, neden bunu hatırlattığını bilmiyordum, sanırım merhamet dileniyordu. Cevap vermedim. Bilinçsizleşen bedenini halatla bağladım ve ellerimle çuvalın içine koydum.

Gözleri bağlı kocasını meydanın ortasına getirdiler. Askerlerden birisi tutsağın el bileklerini tuttu, birleştirdi, ileriye uzattı ve eline bir tabanca tutuşturdu. Ardından göz bağını çözüverdi ve ayakta, bacakları titreyerek duran adamın korku dolu bakışları ortaya çıktı. Bense ellerim arkada, dudağımın kenarında alaycı bir kıvrımla izliyordum.

“Sana bir şans veriyorum.” dedim. “Karşıdaki çuvala üç defa ateş et, karınla çocuğunu serbest bırakalım.”

“Ne var onun içinde?” dedi yutkunarak. “İnsan mı?”

Çaresizliği bana haz veriyordu. Nefesimi hissedebileceği kadar yaklaşıp “Sana ne?” dedim. “Söylediğimi yap. Yoksa eşini ve biricik evladını kurtarmak istemiyor musun?”

Kaşlarını çattı. Öfkesi, güçsüzlüğünü gizleyemiyordu. Nefes almaya çalışırken burnunu çekti. “Lal ve Lora’ya ne yaptınız?”

Dudağımı büzdüm. “Gayet iyiler. Ya çuvala ne olduğunu sorgulamadan ateş edersin ya da onları bir daha göremezsin. Seçim senin.”

O sırada liderim Sangin Kaplan’ı düşünüyordum. Acaba ailesi yok edilirken şu adam gibi tir tir titremiş miydi? Hayatta olmasını isterdim ki aynı yöntemle bir çeteciden onun intikamını aldığım anı kaydedip izleteyim. Savaşlar teknolojiyi de etkilediği için bir kayıt cihazı bulmak eskisi kadar kolay değildi. Bu yüzden Sangin Kaplan’ın olası yüz ifadesini hayal etsem de yüzünü hayal edemiyordum, bir resmi yoktu. Yalnızca geride bıraktığı yazılı anılar vardı.

Tutsak tetiğe bastı, üç adet patlama duyuldu ve çuval üç yerinden delindi. Çete lideri Lal Çihil ve kızı Lora can verdi. İçimde hiçbir duygu yoktu. Kardeşim öldüğü için üzgün değildim. Askerlerim çuvalı tutsağın önüne taşıyıp açtılar. İçinden yuvarlanarak inen karısının ve çocuğunun cesetlerini gören adam donakaldı, dizleri çözüldü.

Asya Çöl Çetesi’ne kullandığımız araçları iade ettik. Kullanım bedeli olarak da tutsağımızı, yani Lal’in kocasını onlara teslim ettik. Teslimat sırasında ilk kez rahatsız olduğumu fark ettim. İşin içinde bir yanlışlık vardı. Ay Tilmizlerinin Dünya’daki tüm çetelere düşman olduğu öğretilmişti. Peki, biz neden geçmişte yaşamış da olsa bir çeteyle ilişki kuruyorduk? İlkelerimize aykırı değil miydi?

Zaman geçidine yaklaşırken bütün bu kaygılar uçup gitti. Çünkü orada bizi korkunç bir sürpriz bekliyordu. Havzalılar bizi avlamak için geçidin bu tarafında bekliyordu. Anladık ki içimizden biri bizi satmıştı. Teçhizatsızdık, tuzağa takılmış kuş gibi yakalandık.

Geçit bir koridor gibi iki yönlü değildi. Tıpkı bir mağara gibi birçok çıkışı vardı. Havzalılar bu çıkışların tümüne hâkimdi; geçit, onlar için memleket toprakları gibiydi. “Günümüz” olarak gördüğüm zaman diliminden on dokuz yıl öncesine sorgulanmak üzere götürüldüm.

Sorgu sırasında eğitimlerimde öğrendiğim bir yöntemi kullandım: her doğruyu her yerde söyleme. İşbirliği yapmak istiyormuş gibi, yaptığım eylemleri itiraf ettim fakat Ay Tilmizleri’nden olduğumu söylemedim. Asya Çöl Çetesi’nden birisi gibi davrandım. O çetenin bugün devam edip etmediğini bilmiyordum.

Beni sorgulayan çete askeri Lal’in yaşadığı sığınakta bulup yanımıza aldığımız eşyaları önüme atıp incelememi istedi.

Eşyaları karıştırdım. Aradaki defterleri görünce şaşkınlıktan dudaklarımı ısırdım. Bunlar, Ay’da üzerine eğitim aldığımız hatıralardan başkası değildi. Sangin’in defterleri nasıl Lal’in eline geçmişti?

“Döngüyü sürdürdün Ay Tilmizi.” dedi Havzalı asker.

“Ay Tilmizleri’nden olduğumu nereden biliyorsunuz?” diye ağzımdan kaçırdım.

Bu anı defterlerini yazan kişinin Lal’in kocasından başkası olmadığını söyledi. Başka bir deyişle Lal geçmişe gitmiş ve genç Lee Sangin’le evlenmişti. Zaman geçidi zamanın doğrusallığını bozar, gelecekte olan bir olayı geçmişin sebebi yapabilirdi.

Sangin’in sevdiklerinin katliamının intikamını almak için Sangin’in sevdiklerini katletmiştim. Bu adalet değil, delilikti. İntikam, adalet yeleği giyen kötülükten başkası değildi.

Şefkatin maddesel olduğu konusunda yanılmıştım. Gerek bir yabancıya gerek evlada duyulsun, gerek insana gerekse canlı ve cansızlara yönelsin, şefkat yüce olandı. Tini ve maddeyi var edendi. Onun sesini susturup hırs ve kinin mantığa bürünmüş isteklerine teslim olduğumuz an şiddet döngüsüne hapsoluyorduk. Kendimize kötülük ediyor, ardından kendimizden intikam alıyorduk. Cehennem gibi…

Sangin öldüğünde eşiyle çocuğuna kavuşmamıştı. Aksine onları öldürüp duruyordu hâlâ, durmaksızın, bir döngü halinde, defalarca. Döngünün nerede başladığını sorgulamak yumurtanın mı tavuğun mu önce geldiğini tartışmak kadar abesti. Döngüyle yapılacak tek şey onu terk etmekti.

Sorgu merkezinden çıktım. Zincirli bir şekilde çetenin zırhlı tutuklama araçlarından birinde otururken döngüyü kırmak için çok geç kaldığımı fark ettim. Zira karşımda oturan ve zorla evlendirileceğim, çocuklar doğurmaya zorlanacağım tutuklu babamdan başkası değildi. Kaderimi güneşli bir günde ufku görür gibi apaçık görüyordum. Her gün saatlerce çalıştırılacak, kazma kürek vuracak; iki kız çocuğu dünyaya getirip onları emziremeyecek kadar zayıflayacak ve tükenip gidecektim. Çocuklarımdan birinin adı Saba, diğerininki Lal olacaktı; biri Ay’a kaçırılacak, diğeri lider olacaktı, zaman geçidiyle geçmişe gelip birbirleriyle savaşacaklardı, Lal ölecek ve Saba tutuklanacaktı…

Ben kendimin annesiydim. Kendimin kulaklarına şefkati fısıldamadıkça, sonsuza dek kendimi doğurup kız kardeşimin katili olacak ve sefalet içinde ölecektim.

Bu da benim cehennemimdi.

Gizem Çetin

Adım Gizem Çetin. 1997 yılında Uşak’ta doğdum. 2008 yılında memleketimiz olan Konya’ya taşındık ailecek. 2013 yılında Meram Anadolu Lisesi’nden mezun oldum. Aynı yıl İsyancı adında bir bilim kurgu romanı yazıyordum, bu tamamlanmış ilk çalışmam olacaktı: daha sonra Üç Kentin İsyancısı adıyla internette yayınladım. 2014 yılında Wattpad’de hesap açıp yazdıklarımı okurlara ulaştırmaya başladım. 2015 yılında Papatya Tarlasında Rönesans‘ı yazmaya başladım. Üç yılın ardından Başlangıç Yayınları’ndan çıktı. 2017 yılında yedi kitaplık bir bilim kurgu roman serisi olan Yedi Mum serisini yazmaya başladım. Üç yıl içerisinde, yani 2020 yılında tamamlandı. Aynı yıl TOBB ETÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun oldum. Şu an özel bir firmada çalışıyorum. 2021 yılında Yedi Mum Serisi'nin ilk ve ikinci kitapları olan Yedinci Mum ve Altıncı Mum, Nar Ağacı Yayınları'ndan çıktı. 2023 yılında ise Beşinci Mum çıktı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for SJack SJack says:

    Predestination tadında güzel bir öyküydü.

    ‘‘İntikam, adalet yeleği giyen kötülükten başkası değildi.’’

    Öykünüzü çok iyi özetleyen bir sözdü. Kaleminize sağlık.

  2. Çok teşekkür ederim. ^^

  3. Avatar for soulmate soulmate says:

    Çihil ailesinin karakterizasyonu çok güzel olmuş. Döngüsel bir olay örgüsünü okuyucuya hissettirmeden bağlamanız da çok başarılı. Çok beğendim.

  4. Teşekkür ediyorum. :blush:

  5. Avatar for ezgibal ezgibal says:

    Kurgusu da dili de çok başarılı. Sonuna kadar merak uyandırıyor. Elinize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

4 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for Aycin Avatar for SJack Avatar for acimatriyarka Avatar for soulmate Avatar for ezgibal

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *