Öykü

Bekleme Odası

Son çıkardığı single’ı YouTube’da on milyardan fazla tıklanan başarılı Moğol müzisyen Navch, asıl adıyla Khünbish Bortachikhan Sidney’deki villasının mutfağında kahvesini içerken, o tuhaf 19 Kasım gününden beri neyin değiştiğini anlamaya çalışıyordu. Bir yandan da girdabın içine bakmakla ilgili bir şey söyleyen pos bıyıklı nihilist filozofun adı bir türlü aklına gelmiyordu. Nihilist. İsmi sanki buna benziyordu.

Bortachikhan kızı Khünbish deminden beri cam kapının ötesinden gördüğü karanlığa dayanamadı, kalkıp kapının perdesini çekti. Bunu korktuğundan değil, alışkanlıktan yapmıştı. O garip 19 Kasım gününden beri, birçok şeye “Bu 19 Kasım’dan önce olsa nasıl bir tepki verirdim” diye düşünüp öyle tepki veriyordu. Navch, 19 Kasım’dan beri ne karanlıktan, ne ——’dan, ne başka bir şeyden korkmuyordu. 19 Kasım diyip duruyordu ama aslında dokuz yıl geçmişti. Dokuz yıl. Tüketmeye aç kitleler nice yıldızı gökteki yerlerinden indirerek onları son zerrelerine kadar yiyip bitirirken, onu, yaptığı müziğin yeni bir müzik dalı olarak kabul edilmesi gerektiği söylenen Navch’ı yiyip bitirmek şöyle dursun, kılına bile dokunamamışlardı. Navch onlar için eme eme bitmeyecek bir lolipoptu. O hem eskiydi, hem yeniydi. Hem de eskiyle yeninin ötesindeydi. Hem vahşi, hem tanrısaldı. Hem de son elli yılda bir milyon yıllık bir evrim geçirmiş insanlığın daha önce görmediği, bir daha da göremeyeceği bir şeydi. Onu Björk’e, Eivør Pálsdóttir’e, Fever Ray’e, Castaman Melwille’e ya da Baroness of The Nile’a benzetiyorlardı. Ama Navch, bambaşka bir şeydi. Annesi kötü ruhlar onu görmesin diye ismini “insan değil” koyarken sanki aslında bu günleri o zamanlardan bilmişti. Navch, insan değildi.

Navch, 19 Kasım 2047’den beri insan değildi.

Deminden beri perdenin ötesindeki karanlığa bakıyordu. Uzaklardan bir köpek havlaması duyar gibi oldu. Yanıldığını biliyordu. Çünkü on beş yıldır dünya üzerinde tek bir köpek bile yoktu.

Kahvesi soğumuştu. Dalgınlığından sıyrıldığında deminden beri düşündüğü üçüncü şeyi hatırladı. Adam, bu kapıdan gelmişti. O saf yüzü Khünbish’i nasıl da korkutmuştu. Navch’ın yüzüne iğrenç bir koku geldi. Ocak tıslıyordu. Navch kalkıp açık unuttuğu ocağı çabucak kapatıverdi. Mutfağını yeni teknolojiye geçirmek konusunda uzun bir süredir kararsızdı. Bitmemiş kahvesini mutfak masasında bırakıp uzun koridordan salona geçti. Salonun ortasındaki kanepelerden birine uzanıp milyarlarca insanın canlı duymak için birbirini öldüreceği sesini bir makineye bahşetti, “Lambaların yarısını kapat,” dedi. Sesi kendine garip geldi.

Uyumaya çalıştı. Uyuyamadı. Huzur bulamıyordu. Ne değişmişti? Dokuz yıl boyunca bu garip yokluğu hiç bu kadar güçlü hissetmemişti. Ama aynı zamanda ortada yokluk diye bir şey yok gibiydi. Hem her şey olması gerektiği gibiydi, hem de bir şeyler çok yanlıştı. Navch kanepede debelenmekten sıkılıp oturur pozisyona geçti.

Mutfakta bir şey devrildi.

Navch korkmuyordu. Kalkıp hızlı adımlarla koridoru geçti.

Mutfak zeminine baktığında dokuz yıldır hissetmediğini sandığı korkuları tek bir anda varlığına saldırdı. Bir çığlık koptu, Navch’ın dizleri boşaldı. Yere düştü. Bağırarak, çığlık atarak ağlıyordu. Dünya kıpkırmızı ıslak bir okyanustu. Varoluş beyninde uğulduyordu. Navch ağlıyordu.

İnsanlık tarihinin en büyük sanatçısı Navch, kendi ölüsüne öylece bakmaktan başka bir şey yapamıyordu.

 

 

 

“Merhaba. Ben Japon İmparatorluğu Hava Kuvvetleri Dördüncü Kamikaze Birliği’nden Yarbay Yoshizawa… adımı unuttum. Aslında bakmayın, soyadımı da unutacaktım, ama şimdi gideceğimiz yerde benimle aynı soyadı taşıyan marka bir duvar saati asılı. Sanıyorum büyükdedelerimden biri kurmuş o şirketi. Bomba’nın atılmasından sonra vücudumdaki dört kurşuna aldırış etmeksizin sıhhiye yatağımdan kalktım ve Amerika Birleşik Devletleri’ne uçurduğum uçağım Pasifik Okyanusu üzerinde düşürüldü. Öldüm. Ara sıra öbür tarafın getir götür işlerine bakıyorum. Bir süredir de kadrolu çalışmaktayım.  Bana Gamgam derler. Siz de öyle deyin. Ölmeden önce yaşadığınız yerde Enokyan diye bilinen dile yakın ama aslında hiç alakası olmayan bir dil konuşuyorum. Siz de anlıyorsunuz. Şimdi konuştuğunuzda siz de bu dili konuşacak ama farkında olmayacaksınız. Sorularınız varsa şimdi ya da yolda cevaplayabilirim. Gittiğimiz yerde sorularınıza vakit olacağını sanmıyorum. O yüzden hangi dinin gerçek din olduğunu, hangi tanrının tek gerçek tanrı olduğunu merak ediyorsanız şimdi tam zamanı.”

Navch önce etrafa, sonra da orta boylu tuhaf adama baktı. Kendi cesedi hâlâ yerdeydi. Adama tekrar bakınca adam hafifçe öne eğilip geç gelen bir selam verdi.

“Öldüm mü?”

“Evet.”

“Neden?”

Yarbay gülümsedi. “Ruhunu satan bir faniye göre fazla bile yaşadınız. Lennon’a bu kadar dahi vermemişlerdi.”

 

 

 

Bekleme odasında oturuyorlardı. Tam karşılarında bir dişçi kliniğinden alınmış görünen bir implant diş reklamı asılıydı. Reklamın ortasında ki implantın etrafında birbirlerine sarılmış, hoplayan, kırlarda koşan ve hayatta ne gam ne keder varmış gibi gülen beyaz dişli çiftler vardı. Dişlerinden ziyade cinsel hayatlarından memnunlarmış gibi duruyorlardı. Reklamın yanında garip modern sanat nesneleriyle dolu koyu ahşap raflı bir dolap duruyordu. Nesnelerin altında on ciltlik bir ansiklopedi seti dizilmişti. Oda penceresizdi. Bekleme odaları, Araf’ın dünyadaki temsilleri olarak yaratılmışlardı. Burası da temsilin temsiliydi herhalde.

Khünbish etrafta oturan insanlara baktı.

“Neden benimle bekliyorsunuz?”

Yarbay Yoshizawa elindeki bahçe işleri dergisini kapatıp önlerindeki alçak masaya bıraktı. “Artık kimse tuhaf ölmüyor.”

“Neden? Benim gibi ruhunu satan başkaları yok mu mesela?”

“Yok.” Yarbay bir an durdu. “Şirket sonunda insan bebeklerinin ruhsuz doğmalarını sağlayacak bir yöntem keşfetti. Ruh satın almalarına artık gerek yok.”

“Şirket?”

“Lucifer Trust.”

Khünbish’e isim tanıdık geldi. “Lucifer tanrının ismi değil mi?”

Yarbay dönüp kıza baktı. Suratındaki ifade bir garipti. “Değil. O da eskiden tanrı değildi.”

 

Bir süre sonra odanın tek kapısından genç bir delikanlı çıktı. Herkese hızlıca bir bakıp “Geçmiş olsun,” dedi. Khünbish çocuğun en son baktığı, odanın dip köşesinde daha önce görmediği bir adama bakarken çocuk kayboldu.

“Burayı kim yaptı?”

“Bir insan.”

“Kim?”

“Dünyaya bir zamanlar, bütün insanlardan farklı insanlar yürürdü. O da bunlardan biri. Bunlara bir dilek hakkı verilmişti. Kimi annesinin rahmine geri dönmek , kimi de kedilerin öldüklerinde nereye gittiklerini öğrenmek istedi. Bir tanesi de tuhaf ölenler öte tarafa geçmeden son bir kez onlarla konuşmak istedi. Ona burayı verdiler. Ama döşemesini bütün insanlık yaptı. İnsanlığın beklemeye ilişkin bütün hislerinin ve düşüncelerinin özeti burası. Etrafı fazla inceleme.”

Khünbish odayı deminden beri ayrı ayrı parçalarıyla değil, bir bütün olarak gördüğünü fark etti. Ayrıntıları seçmeye çalıştı. Kapının yanında bir an ölü bir bebek görür gibi olunca bundan vazgeçti.

“Bu insanlar nasıl öldüler?”

Yarbay Yoshizawa başını aşağı yukarı sallayıp insanlara tek tek baktı. Sonra diş reklamının yanındaki yaşlı bir kadını işaret etti. “Gertrude Raananah. Yahudi. Kırk tane kedisi vardı. Süt çanağına basıp düştü, düşerken kedilerinden birini de kendisiyle götürüp öldü. 1953’te. Ben getirmiştim. Bak şu şey, adını unuttum. O geleli bayağı oluyor. Bizden, yani insanlardan ilk ölen o. İlk ölen olunca haliyle ölümü de tuhaf oluyor. Şu Aleister Crowley. Onu Sör Auguste getirdi. Gelirken bayağı sıkıntı çıkarmış. Ama sonunda getirmiş bizim Auguste. Şuradaki Abdullah. Az önce bahsettiğim tek dilekli insanlardan birini bir savaşta yaralamış, yaraladığının hayatı boyunca canını yakan tek yarası Abdullah’tan aldığı yaraymış. Bak şu da Fyodor Mihayloviç. Bizzat O’na sormak istediği sorular varmış. Aldık getirdik.” Yarbay cebinden asker matarasını çıkarıp bir yudum su içti. Dedelerinin saatine bakıp devam etti: “Burası aslında bir hayli renkliydi. Çoğu içeri girdi. Siz de gireceksiniz içeri. En son biz gireceğiz, sonra perde kapanacak. Daha önce kapandığını söyleyenler de var. Kapanıp kapanıp tekrar açılıyormuş. Ama bunun son perde olduğunu söyleyenler de var. Bilmem. Göreceğiz. Heh! Şu adamı unuttum. Bak bak, şurada. Gördün mü? O şimdi oturmuş, bir şeyler yazmaya çalışıyor. Bizi yazıyor. Odayı görebilmek için kendini buraya koymuş. Ama göremiyor. Ya da görmek istemiyor. Bekleme odalarıyla kötü anıları var.”

Khünbish konuşacak oldu, konuşamadı. “Bu gerçek değil mi yani?” Köşedekine bakıyordu.

“Gerçek. Niye gerçek olmasın?”

Birden köşedeki kalkıp bir adımda Khünbish ile Yarbay’ın yanına geldi. Karşılarına bir sandalye çekip oturdu.

“Kusura bakmayın. Bu hikayeye güzel başlamıştım. Başlarken içim kıpır kıpırdı, ne fikirlerim vardı. Sonra ara verdim, hikayeden uzaklaştım. Geri döndüğümde bir bakmışım size biçtiğim yolu unutmuşum. Tabii o yoldan çok da uzaklaşmadınız. Bekleme odası hep vardı. Ama bu hikaye bana güzel şeyler kattı. Yarbayım, bu sahne kapandıktan sonra yeni bir tanrı ile çalışmaya ne dersiniz? Küçük tanrı diyelim, inançlı bir insanım, kendimi ilahlaştırmayayım. Ne olduğumun farkındayım. Sadece onun yaratımından örnek alarak bir şeyler yaratmaya çalışıyorum işte. Eee, ne diyorsun? Tabii senin geldiğin yeri biraz daha derinlemesine araştırıp öğrenmem gerekecektir. Daha önce oralara hiç ilgim olmadı. Torunların anime diye bir şey çıkardılar, hiç sevmiyorum. Belki o yüzden o taraflardan soğumuşumdur. İstersen nasıl öldüğünü yazarım. Şimdi sadece öldüğün bilgisini koydum kafana. Onu açarız. Güzel olur. Ben şimdi gideyim. Ha bu arada, bu son sahne değil. Son sahne galiba benim de içinde bulunduğum tiyatroda kapanacak. Ama şimdiden işlerin pek hayrımıza görünmediğini söyleyebilirim. Kazanıyorlar.”

Adam geldiği gibi gitti. Oda dağılıyor, eşyalar yok oluyor, yeni kapılar belirip eskileri kayboluyordu. Garip adamın konuşmasına Fyodor Mihayloviç kulak misafiri olmuştu. Bir anda aklında binlerce sayfayı dolduracak kadar engin bir ışık parladı. Daha evvel hiçbir ikincil yaratıcıya gelmemiş bir ilhamı Tanrı oracıkta ona bahşetmişti.

Ama heyhat, ne daktilosu yanındaydı, ne de yazsa okutacak kimsesi vardı artık.

Perde kapanmıştı.

Bekleme Odası” için 6 Yorum Var

  1. Yıkıcı öz eleştiri:

    Ne amacı var ne anlattığı bir şey var: berbat bir hikâye.

  2. Merhaba,
    Bence yersiz bir öz eleştiri. Biraz ters psikoloji tadı aldım yorumunuzdan zira öykü kesinlikle çok güzel, çok yaratıcı bir öyküydü. Keyifle ve merakla okudum. Dokundurmalar, ters köşe cevaplar vurucuydu. Kurgu ve karakterler çok başarılıydı.
    Ozbabur bunu beğendi 🙂
    Kaleminize kuvvet.

  3. Merhaba 🙂
    Güzel bir öykü okudum sayende. Anlatım, tasvir, göndermeler çok hoştu.
    Damağımda ilginç denecek bir tat bıraktı diyebilirim. İçinde yabancılaştırma ögesi barındıran öyküler bana hep fazladan samimi gelmiştir. Yazarın da olaya dahil olması çok hoştu.
    Eline sağlık. 🙂

  4. Tekrar Merhaba.
    Yabancılaştırmadan kastım Öykü yazarını olaya dahil ettiğin paragraf:
    “Kusura bakmayın. Bu hikayeye güzel başlamıştım. Başlarken içim kıpır kıpırdı, ne fikirlerim vardı. Sonra ara verdim, hikayeden uzaklaştım. Geri döndüğümde bir bakmışım size biçtiğim yolu unutmuşum….” ve devamı.( Belki de ben yanlış anladım 🙂 )
    Ama eğer doğru anlamışsam ve son paragraf öyküyü yazan yazara aitse, kendi rutininde giden bir durumu bölen ve okuyana “Şu an okuduğun bir öykü, sakın kendini kaptırma.” mesajını verdi bana ki bu da yabancılaştırma oluyor. Dediğim gibi belki de ben yanlış anladım. 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *