Öykü

Bitmeyen Kin

ilham alınan eser

DRESDEN DOSYALARI

Not: Okuyacağınız hikâye kronolojik olarak Dresden Dosyaları 1 ve 2 arasında yer almaktadır.


1

 

Benim adım Harry Blackstone Copperfield Dresden. Evet, o Copperfield. Sihirbaz olan. Babam da bir sahne sihirbazıydı, beni o büyüttü. Annem doğum esnasında öldükten sonra, eminim o sıralar kendisine çok mantıklı gelen bir takım sebeplerden dolayı, bana hayranlık duyduğu üç büyük illüzyon ustasının adını koymaya karar vermiş. Bana sormayın, o mantığı hâlâ çözebilmiş değilim. Hangi üç usta mı? Tabii ki Harry Houdini, David Copperfield ve Harry Blackstone. Evet, o Houdini. Sormayın demiştim.

 

Öte yandan benim de bir büyücü olduğum düşünüldüğünde bunun o kadar da kötü bir seçim olmadığı sonucu çıkarılabilir. Çünkü ben buyum, bir büyücü. Chicago’nun merkezinde bulunan eski bir binanın beşinci katında küçük bir bürom var. Bildiğim kadarıyla ülke sınırları içerisinde profesyonel olarak çalışan tek büyücüyüm. Hatta sarı sayfalarda bir ilanım bile var, ‘Büyücüler’ başlığının hemen altında. Ve ister inanın ister inanmayın, orada bir tek ben varım. İlanım şöyle:

 

HARRY DRESDEN – BÜYÜCÜ

Kayıp eşyalar bulunur. Paranormal soruşturmalar.
Danışma. Tavsiye. Makul fiyatlar.
Aşk iksirleri, bitmek bilmez servetler ve çılgın partiler iş kapsamı dışındadır.

Kaç kişinin sadece ciddi olup olmadığımı sormak için aradığını tahmin bile edemezsiniz. Kaç tanesinin alaycı kahkahalar eşliğinde kapattığını ise bir büyücüye sormamanız gereken şeyler listesinin ikinci satırına ekleyebilirsiniz. Uzman tavsiyesi. Ücretsiz.

Bu yüzden o sabah büromdaki telefonum çaldığında cevap vermek için pek de aceleci davranmadım. Tam da okumakta olduğum romanı bitirmiş, kovboy çizmelerimi masamın üzerine uzatmış ve şimdi ne yapsam diye düşünüyordum. Çalan telefona gözlerimi kırpıştırarak baktım ve bir yanlışlık olup olmadığından emin olmak için biraz bekledim. Hayır, yoktu. Biri gerçekten de beni arıyordu. Bacaklarımı masamdan indirip elimi ahizenin üzerine koydum ve üçüncü zil için beklemeye başladım. Bir yanım içten içe heyecanlanıyor ve arayanın gerçek bir müşteri olması için dua ediyordu. Böylece kiralarımı ödeyebilecek ve paranın kalanıyla (geriye bir şey kalırsa tabii) uzun zamandır hasretini çektiğim gerçek bir yemek yiyebilecektim. Daha gerçekçi ve karamsar olan diğer yanımsa beni aptalın teki olmakla suçluyor, arayanın muhtemelen yine o işgüzarlardan biri olduğunu ve açmaya bile tenezzül etmemem gerektiğini söylüyordu. Karamsar ve gerçekçi düşüncelere lanet olsun.

Üçüncü çalışında telefonu açtım. “Dresden?” Aynı anda ahizeden korkunç bir parazit sesi yükseldi ve almacı kulağımdan hızla çekmek zorunda kaldım. Büyü ve teknoloji birbirinden ölesiye nefret eden iki eski sevgili gibidir, bir araya geldiklerinde mutlaka kavga çıkarırlar. Hayır, bunu geçmiş aşk hayatı tecrübelerime dayanarak söylemiyorum. Gerçek bu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında üretilen her türlü teknolojik cihaz ne zaman bir büyü ya da büyücüyle yan yana gelse garip bir biçimde bozuluyordu. Bilgisayarlar, telefonlar, mikrodalga fırınlar, klimalar… Aklınıza ne gelirse. Çekmecemden bir kalem çıkarıp telefon cihazını masanın uzak köşesine ittirdim, sandalyemde iyice geriye yaslanıp ondan uzaklaştım ve ahizeyi tekrar kulağıma dayadım. “Dresden?”

Karşı taraftan hafif bir kıkırdama ve bastırılmış kahkahayı andıran bir ses duyuldu. “Merhaba,” dedi oldukça çekici bir kadın sesi. “Bay Dresden ile mi görüşüyorum? Hani şey olan… Büyücü?”

‘Büyücü’ kelimesini telaffuz ederken kahkahasını bastırmaya çalıştığını rahatlıkla anlayabiliyordum. Anlaşılan karamsar yanım yine haklı çıkmıştı. Pislik. Öte yandan kadının gerçekten de çok hoş ve ister istemez kafanızda bazı hayaller canlandırmanıza neden olacak kadar alımlı bir sesi vardı. Üstelik yalnız da değildi, seslere bakılırsa aynı ahizeyi ortaklaşa dinleyen iki kadın vardı karşımda. Ne diyebilirim ki? Büyüleyici bir erkeğim. Kelimenin her anlamıyla. Sırıttım, bacaklarımı tekrardan masanın üzerine attım ve oyunlarına ayak uydurdum. Sonuçta yapacak daha iyi bir işim yoktu, ayrıca telefon faturasını ödeyecek olan da onlardı. Evet, böyle şeyleri düşünmeye eğimliyim. Rahatsız mı oldunuz? Beni dava edin!

“Buyurun güzel bayan, size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordum, yüzüme geniş bir gülümseme yerleştirerek. Yine kıkırdamalar, ardından bir-iki fısıldaşma.

“Şey…” dedi kadın, oyuncu bir tavırla. “Uzmanlık gerektiren bir konuda yardıma ihtiyacımız var. Sizin uzmanlığınıza.”

“Ben pek çok konuda uzmanımdır,” dedim çapkınca bir sesle.

Tekrardan gülüştüler. “Büyücülük konusundaki uzmanlığınızı kastetmiştim.”

“Hmm. Adınız ne demiştiniz?”

Bir anlık bir duraksama oldu. “Marilyn,” dedi sonra da.

“Peki ya arkadaşınızın?” diye sordum, yalnız olmadığının farkında olduğumu belli ederek. Ben buyum işte, bütün zamanların en büyük dedektifi.

Kısa bir duraksama daha yaşandı. Ardından, “Zekisiniz Bay Dresden. Akıllı erkekleri severim,” diye geldi cevap, hoşnut bir sesle.

“Siz bir de diğer meziyetlerimi bir görün.” Tekrar gülüştüler. Bu kez bastırma gereği de duymamışlardı üstelik.

“Monroe. Arkadaşımın adı bu.”

“Marilyn ve Monroe demek?” Bu kez de bir yandan uçuşan eteğini tutmaya diğer yandan da telefonla konuşmaya çalışan iki sarışın canlandı gözlerimin önünde. “Eğer milyoner avına çıktıysanız yanlış adamla dans ediyorsunuz bayanlar, çünkü elimde bol miktarda bulunan yegane şeyler dert ve ödenmemiş faturalar.”

Bir kez daha güldüler, ama bu kez sıkılgan bir edaları vardı. Kendime not: Güzel bir kadınla konuşurken asla kişisel sorunlarından bahsetme.

“Sadede gelelim Bay Dresden,” dedi Marilyn, ya da gerçek adı her neyse. Kahkahasını bastırdığını duyabiliyordum. İşte geliyor, diye düşündüm. “Bir kurbağayı prense dönüştürmek için yeteneklerinizi kiralamak istiyoruz.”

Monroe bu noktada kahkahayı bastı. Geriye ittirilen bir sandalyenin, telefondan hızla uzaklaşan topuklu ayakkabıların ve histerik kahkahaların yankısı bana kadar geldi. Marilyn ise konuşmasını alaycı bir şekilde sürdürmeye devam ediyordu. “Çünkü bu dünyada doğru düzgün bir erkek yok ve biz de beyaz atlı prensimizi beklemekten çok sıkıldık. Bu yüzden de—”

“Bak ne diyeceğim Marilyn,” dedim sakince, kadının sözünü bölerek. Eğlence sona ermişti, en azından benim açımdan. “Neden gidip birkaç tane kurbağa yakalayıp onları öpmeyi denemiyorsun? Eminim bu onların da çok hoşuna gidecektir. Ben de bu arada gerçek sorunları olan gerçek müşterilerle ilgilenirim. Ve Marilyn, mümkünse beni bir daha arama.”

Ardından cevap vermesine fırsat tanımadan telefonu kapadım. Tanrım, bazen gerçekten de yanlış bir meslek seçtiğimi düşünüyorum.

Telefon tekrardan çalmaya başladı. Ona kaşlarımı çatarak baktım ve ikinci çalışında açtım. “Dresden?”

Arayan yine Kurbağa Fetişisti Marilyn’di. “Müşterilerinizin yüzüne telefonu kapatmak profesyonelce bir davranış mı sizce?”

“Bakın bayan,” dedim, sıkıntıyla içimi çekip tek elimle gözlerimi ovuşturarak. “Size beni bir daha—”

Lafımı bitirmeme fırsat vermeden konuşmaya başladı. “Bakın… Bu sadece bir şakaydı. Tehditler savurmanıza gerek yok.”

“Ne?”

“Hayır, bakın… Lütfen!” Sesinde anlam veremediğim bir korku ve panik havası vardı. Sanki benimle konuşmuyordu da Freddy Krueger, Jason ve Chucky üçlüsüyle hayatı için pazarlık ediyordu. “Size üzgün olduğumu söyledim Bay Dresden!” Monroe’nun arka planda neler olduğunu sorduğunu duyabiliyordum. Bunu ben de bilmek istiyordum doğrusu.

“Bak Marilyn ya da her kimsen. Eğer bu da o soğuk şakalarından biriyse hiç—”

“Aman Tanrım! Sapıksınız siz!” diye bağırdı. Ahizeye gözlerimi kırpıştırarak baktım. “Bizi öldürmekle tehdit ediyor,” dedi, Monroe’ya hitaben. Ahizenin el değiştirdiğini gösteren bir hışırtı duyuldu. Sonra da “Peşimizi bırakın!” dedi bir başka kadın, muhtemelen Monroe. “Yoksa polis çağırırız!” Ardından telefonu çarparak kapattı.

Bir müddet orada öylece oturup elimdeki ahizeye şaşkınca baktım. Ardından yavaş ve kafası karışmış hareketlerle aparatı yerine koydum. Neredeyse anında yeniden çaldı. Homurdanarak yüzümü ovuşturdum. Bu iş can sıkmaya başlamıştı artık. Oyun oynamayı bırakıp gerçek erkek gibi davranmanın vakti gelmişti. Sonuçta ben profesyonel bir iş adamıydım. Derin bir nefes aldım ve telefonu sertçe açtım.

“Bak sürtük! Beni bir daha aramamanı kaç kez söylemem gerekiyor?” İşte böyle Harry oğlum. Çok profesyonelce.

Bir müddet boyunca karşı taraftan çıt bile çıkmadı. Sonra çok iyi tanıdığım, soğuk, canlı ve ciddi bir ses yankılandı kulaklarımda. “Dresden?”

Gözlerim istemsiz bir biçimde ardına kadar açıldı, buz gibi bir şey midemde hızla dolanmaya başladı ve ensemdeki tüyler diken diken oldu. Bacaklarımı masadan indirip çabucak toparlandım ve titrek bir sesle konuştum. “Murphy?”

“Bu sefer çizmeyi aştın Harry!” dedi. “Cehenneme kadar yolun var!” Ardından telefonu kapatmaya yeltendi.

“Murph! Dur! Üzgünüm, açıklayabilirim!” diye atıldım. Bir anlık bir duraksama oldu. Bu fırsatı kaçırmadım ve elimden geldiği kadar çabuk bir şekilde az önce yaşanan tatsız şakayı anlatmaya başladım.

“Tamam Harry, tamam. Kes sızlanmayı,” dedi Murphy sonunda, tam da kurbağalarla ilgili bölüme gelmişken. Sesi hâlâ biraz öfkeliydi fakat görünüşe göre onu ikna etmeyi başarmıştım. Yıldızlara şükür. “Sana burada ihtiyacım var, hemen gelebilir misin?”

“Elbette,” dedim. “Elimden geldiğince çabuk orada olmaya çalışırım.”

“Çalışma Harry, burada ol. Bu iş büyük,” diye yanıtladı. Sesi oldukça gergindi. Adresi verdi, çabuk olmamı bir kere daha tembihledi. “Ve Harry.”

“Evet?”

“Sakın bir daha bana sürtük deme. Kazara olsa bile. Yoksa seni münasip bir yerinden tavana asarım.” Ardından cevabımı beklemeden telefonu sertçe kapadı.

Başımı geriye atıp keskin bir ıslık çaldım, ucuz atlatmıştım doğrusu. Murphy’nin çok daha küçük hakaretler yüzünden insanları hastanelik edip nezarete tıktığına şahit olmuştum ne de olsa. Teğmen Karrin Murphy, Chicago Emniyeti Özel Soruşturmalar biriminin başıydı, yani polis departmanının canavar avcıları bölüğünün. Şehirde nerede açıklanamayacak kadar acayip veya raporlarda yer alması mümkün olamayacak derecede sıra dışı bir olay gerçekleşse top Özel Soruşturmalara, yani Murphy’nin kucağına atılıyordu. Vampir saldırıları, mezar soygunları, kurtadam çeteleri, gulyabaniler… Aklınıza ne gelirse. İnsanlar gerçek hayatta, hele hele yirmi birinci yüzyılın göbeğinde, böyle şeylerin varolduğuna inanmayı reddediyordu; ama gözlerini yumup ‘Sana inanmayı reddediyorum’ demeleri bu canavarların gerçekliğini bir nebze olsun azaltmıyordu.[1]

Murphy oldukça uzun zamandır bu görevdeydi ve şimdiye kadar olaylarla oldukça iyi başa çıkmıştı. Bunda bir aikido ustası olması kadar inatçılığının da payı büyüktü tabii ki. Bir de benim, yani şehirdeki tek danışman büyücünün. İşler içinden çıkılamayacak kadar sarpa sardığında – ama asla daha önce değil – Murphy hep beni arar ve bu yaratıklar hakkındaki engin bilgime başvururdu. Ücreti karşılığında elbette. Özel Soruşturmalardan kazandığım papeller olmasa evimden ve büromdan şimdiye kadar çoktan atılmış, pis bir sokak arasında açlıktan geberip gitmiştim. Bu yüzden Murphy ile aramın bozulmaması önemliydi, fakat tek sebebi bu değildi. Karrin benim dostumdu, hatta şu hayatta sahip olduğum nadir gerçek dostlardan biriydi. Onu kaybetmek istemezdim, bu yüzden acele etsem iyi olurdu.

Masamdan kalktım, kapının yanındaki askılığa doğru yürüdüm ve uzun pardösümü giyip geniş siperlikli şapkamı taktım. Sonra da Murphy’nin verdiği adrese gitmek üzere büromu terk ettim.

 

 

2

Roosevelt Parkı, şehir merkezinin güneyinde kalan, sessiz sakin, yemyeşil ve küçük bir yerdir. Pazar günleri içinizi açacak bir yürüyüş yapmak ya da canınız sıkıldığında biraz hava almak için birebirdir. Ama o gün her yanı polis arabaları ve şu sevimsiz sarı bantlarla çevrilmişti, tam ortasında da terk edilmiş bir taksi duruyordu. Mekânın çevresini meraklı bir insan ve gazeteci kalabalığı sarmıştı, fakat dışarıda bekleyen görevli memurlar kimseyi yaklaştırmıyordu.

Aksırıp tıksıran Mavi Kaplumbağa’yı – tosbağa modeli eski bir Volkswagen olan arabam –caddenin karşısındaki müsait bir yere park ettim, sonra da uzun adımlarla polis kordonuna yaklaştım. Fakat memurlardan biri beni durdurdu ve geçmeme izin vermedi. Ona durumu izah etmeye çalıştığımda önce yüzüme, sonra kıyafetlerime, ardından tekrar yüzüme bakarak, “Dalga geçiyorsun!” dedi.

Ona ters ters baktım, tam ağzımı açıp zekice – ve muhtemelen nezarete tıkılmama neden olacak – bir cevap verecektim ki tanıdık, genizden gelen bir ses araya girdi.

“Bırak geçsin James. Teğmen onu bekliyor.”

“Dedektif Carmichael,” dedim, o tarafa dönüp. Şapkamın ucuna hafifçe dokunarak adamı selamladım. Bana karşılık vermedi, hatta gülümsemedi bile. Yüzünde ölesiye nefret ettiği hâlde sırf patronuna ait olduğu için katlanmak zorunda kaldığı bir köpekle karşılaşan birinin ifadesi vardı, ki bu kısmen doğruydu. Yani ortağı Murphy yüzünden bana katlanmak zorunda kaldığı…

Dedektif Carmichael kısa boylu ve kilolu bir adamdı. Ceketi buruş buruştu, kravatı yemek lekeleriyle kaplıydı ve seyrelmiş saçları taranmamıştı. Oldukça şüpheci biriydi ve şehrin zar zor kazandığı paraya gözünü dikmiş bir şarlatan olduğumu düşünüyordu. Hiçbir şey demeden bana bakmayı sürdürdü. Dudaklarının arasına tıkıştırdığı bir kürdanı dilinin ucuyla hafifçe, düşünceli bir şekilde oynatıyordu. Bir taraftan da giysilerime hor gözle bakıyor ve sanki burnunun tiksintiyle kırışmasına engel olamıyordu – muhtemelen denemiyordu bile.

“Teşekkürler dedektif, ben de iyiyim,” dedim, sahte ve büyük bir gülümseme takınarak.

“Tanrı aşkına be adam, başka kıyafetin yok mu senin?” diye homurdandı.

Başımı eğip pardösüme ve kovboy çizmelerime şöyle bir baktım. “Hey, ben bir büyücüyüm! Benim sıradan günlük giysiler giymemi bekleyemezsiniz. Bir büyücü eski ama aynı zamanda da karizmatik görünen şeyler giymelidir,” dedim. ‘Özellikle de yeni kıyafetlere harcayacak parası yoksa…’ diye geçirdim içimden.

“Büyücüymüş, hah!” dedi. Dudaklarının arasındaki kürdan bu hareketten faydalanıp kendini yere atarak intihar etti. Bu işkenceye daha fazla katlanamayacağına karar vermiş olmalı. Ona hak vermeden edemedim. “Sen yalnızca işe yaramaz üçkâğıtçının tekisin Dresden. Murphy’nin neden senin saçmalıklarına vakit ayırdığını anlayamıyorum doğrusu.”

“Burada kalıp neşeli sohbetimize devam etmeyi ve o eşsiz gülümsemeni izlemeyi çok isterdim ama sanırım Murph bizi bekliyor,” dedim sırıtarak.

Tam o esnada Murphy parkın iç kısımlarından, “Ron!” diye seslendi. “Dresden’i buraya getir. Bu işi ne kadar çabuk bitirirsek o kadar iyi!”

Carmichael bana ters ters baktı, ben de ona sırıtmayı sürdürdüm. Eğilip yere düşen kürdanını geri aldı ve tekrar ağzına tıkıştırdı. Öğk! Sonra da tek eliyle sarı renkli kordonlardan birini kaldırıp kafasıyla geçmemi işaret etti. Dediğini yaptım.

Tam yanından geçerken yüzünü hafifçe benimkine yaklaştırıp, “Bir gün Dresden, bir gün…” diye mırıldandı. Nefesi sigara ve kahve kokuyordu. İki kere öğk!

Murphy, ellerini beline dayamış ve ağırlığını bir bacağının üzerine vermiş hâlde ona yaklaşmamızı bekliyordu. Bu hâliyle çok… sevimli görünüyordu. Tam bir elli boyundaydı, sapsarı saçlara, masmavi gözlere ve mini minnacık bir burna sahipti. Üzerinde gri bir takım elbise vardı, asla etek ya da elbise giymezdi.

“Nihayet gelebildin,” dedi, görüntüsüyle zıtlık oluşturan bir sertlikle.

“Üzgünüm, hayranlarıma imza dağıtmam gerekti de…” Baş parmağımla geriyi, Carmichael’i ve diğer polisleri işaret ettim. Ron burnundan soluyup anlamadığım bir şeyler homurdandı, Murphy ise gülümser gibi oldu fakat tebessümü çabucak silindi. Başıyla çim okyanusunun üzerinde ıssız bir ada gibi duran taksiyi işaret etti.

“Onu bu sabah bulmuşlar. Durumu pek…”

“İç açıcı değil mi?” diye tamamladım. Carmichael gür bir kahkaha attı. Onu neyin bu kadar neşelendirdiğini görmek için o yana döndüm ve adama ters ters baktım.

“‘İçli dışlı’ daha doğru bir terim olurdu,” dedi dedektif, keyifle sırıtıp kürdanıyla dişlerini karıştırarak.

“Kes sesini Carmichael,” dedi Murphy.

“Sadece sevgili danışmanımıza birkaç teknik ayrıntı veriyorum,” dedi şişman dedektif, iki kolunu yanlara açıp yüzüne sahte bir masumiyet ifadesi yerleştirerek. “Kendini hazırlaması için.”

Kaşlarımı kaldırdım. Adam buna benzer cümleleri en son geçen sonbaharda, Madison Oteli’nde göğüs kafesleri patlamış iki cesetle karşılaştığımız zaman kullanmıştı. Bakışlarımı hızla ondan Murphy’ye çevirdim. O ise sadece başını sallamakla yetindi. Aman ne güzel.

Her ikisi de sessizleşip beklentiyle yüzüme bakmaya başlayınca derin bir nefes aldım ve ağır adımlarla taksiye doğru yürüdüm. Aracın bagaj kısmı bize dönüktü, ön camıysa parkın diğer ucuna bakıyordu. Şoför kapısı açıktı ve ikaz lambaları sanki yaklaşmamam için beni uyarıyormuş gibi yanıp sönüyordu. Arabanın solundan dolanıp şoför mahalline doğru ilerliyordum ki burnuma ağır bir kan kokusu çarptı. Ön camın koyu kırmızı bir şeyle kaplı olduğunu o anda fark ettim. Bir an duraksadım ve kusmamaya çalışarak yutkundum. “Haydi Harry, herkes sana bakıyor,” dedim kendi kendime. Pardösümün cebinden bir mendil çıkardım (kısmen temizdi), yüzüme bastırdım ve son adımı da atıp şoför koltuğuna baktım.

Koltukta bir adam oturuyordu, muhtemelen aracın şoförüydü. Saçlarını Mohawk modeli kazıtmıştı, zayıf bir çenesi ve ince bir yapısı vardı. Kolları gevşekçe iki yanında sallanıyor, bacakları garip bir açıyla duruyordu. Yüzünden şaşkınlıkla dehşet karışımı bir ifade okunuyordu, gözleri ve ağzı ardına kadar açıktı. Üzerinde askeri tarzda bir ceket, kareli bir gömlek ve siyah kumaş pantolon vardı, fakat vücudunun ön kısmı baştan aşağı kanla kaplıydı ve karın bölgesinde kocaman bir yırtık görünüyordu. Arabanın içi baştan aşağı kurumuş kan, bağırsak ve parçalanmış iç organlarla kaplıydı.

Filmlerde her zaman şuna benzer bir replik kullanılır: ‘Eğer cinayet masasında çalışıyorsanız bir süre sonra ölümlere alışırsınız, kan ve ceset görmek artık sizi eskisi gibi etkilemez.’ Bu Hollywood’un en büyük yalanlarından biridir. Sendeleyerek bir-iki adım geri attım ve çimlerin üzerine yığıldım. Ardından en yakındaki ağacın dibine emekleyip kustum.

Kendime gelebilmem için aradan birkaç dakika geçmesi gerekti. Derken omzumda küçük, şefkatli bir el hissettim. Dönüp baktığımda Murphy’nin aşırı ciddi yüz ifadesi ama anlayış dolu mavi gözleriyle karşılaştım. Onun biraz arkasında da hâlinden gayet memnun olan Carmichael vardı.

“Beni hiç şaşırtmıyorsun Dresden,” dedi dedektif. “Başka hangi konularda haklı olduğumu merak ediyorum doğrusu.”

Murphy ona kötücül bir bakış attı, fakat itiraz da etmedi. “İyi misin Harry?” diye sordu, beni dikkatli gözlerle süzerek.

Başımı salladım ve elini tutarak beni ayağa kaldırmasına izin verdim.

“Ne düşünüyorsun?”

“Akşam yemeğinde ne yediyse fena dokunmuş.”

Carmichael öfkeyle homurdanıp başka tarafa döndü, Murphy ise kaşlarını çattı. “Şakanın sırası değil Harry. Burada neyle karşı karşıya olduğumuzu öğrenmemiz gerekiyor.”

“Pekâlâ,” dedim, ellerimle yüzümü ovuşturarak. “Kendimi toparlamam için bana biraz izin ver, sonra küçük bir araştırma yaparım.” Hâlâ yüzümü cesedin bulunduğu tarafa dönememiştim. Murphy başını anlayışla salladı ve omzuma hafifçe vurdu.

Yumruklarımı sıktım, gözlerimi yumdum ve algı kapılarımdan bazılarını kapamaya başladım. Kan kokusu, ölüm korkusu, dehşetin soğuk parmakları… Yeterince hazır olduğuma kanaat getirince gözlerimi açtım ve arkama döndüm. Adam hâlâ orada, kanla yapılmış sapıkça bir yağlı boya tablonun ana objesi misali oturuyordu; fakat bu kez görüntüye hazırlıklıydım.

Arabanın etrafında dikkatli adımlarla dolaşarak olası ipuçlarını aramaya başladım. Sülfür, kükürt, salya, kıl yumağı, saç teli… Eğilip adamın boynunun her iki yanına baktım, bileklerini ve ellerini kontrol ettim, sonra istemeye istemeye de olsa karnındaki yarığı incelemeye başladım. Yırtık kumaş parçalarını kenara çektiğimde iç bulandırıcı, vıcık vıcık bir ses duyuldu. Beynimin bir yanı sessiz bir çığlık atmaya başladı, fakat hemen yüzüne zihinsel bir kapı kapattım, üzerine asma kilit taktım ve anahtarı yuttum. Yara enlemesine uzanan çirkin bir yarıktan ibaretti, bıçakla açılmış kadar düzgündü fakat başka herhangi bir ipucu göremiyordum. Beynimin çığlık atan kısmı, kapadığım zihinsel kapıyı omuzlamaya başlayınca elimi çekip doğruldum. Ellerime bulaşan kanı çimlere sildim ve titrediğimi göstermemek için yumruklarımı sıktım. Son olarak kolyemi, yani annemden kalma beş köşeli yıldız şeklindeki gümüş muskayı kavradım, gözlerimi kapadım ve çevreme odaklandım. Herhangi bir büyü kalıntısı veya ona benzer bir şey bulabilmek için zihnimle etraftaki nesnelere dokunmaya başladım; fakat elime geçen tek şey keskin bir çam kokusu ve rüzgârın kıpırdattığı dalların hışırtısı oldu.

“Eee? Ne diyorsun Harry?” diye sordu Murphy.

Başımı iki yana salladım. “Bu büyülü bir saldırı değil, bir çeşit cinayet,” dedim. “Biri ya da bir şey bu adamın karnını boydan boya yarmış.”

“Ciddi olamazsın,” dedi Carmichael, alaycı bir tonla. “Biz bunu nasıl fark edemedik, hayret ediyorum doğrusu.”

“Kes sesini Ron,” dedi Murphy. “Bunu nereden biliyorsun Harry?”

“Birinin karnını bu şekilde yarmak ya da patlatmak için hatırı sayılır miktarda büyü kullanmanız gerekir; böyle bir güç arkasında iz bırakır, fakat burada tek bir enerji kırıntısı bile yok.”

“Peki sence burada ne olmuş olabilir?” diye sordu Murphy.

Başımı olumsuz anlamda sallayıp, “Emin değilim,” dedim.

Emin değil misin? Hah! Gerçekten de aldığın her kuruşu hakkediyorsun Dresden!” dedi Carmichael.

Murphy ona kaşlarını çatarak baktı, gözlerini bana çevirdiğinde aynı öfkeden ben de nasibimi aldım. “Bana bak Dresden, sakın yine benden bilgi saklamaya falan kalkışma. Yoksa tanrı şahidim olsun ki bu kez seni bulabileceğim en karanlık hücreye tıkar ve anahtarını çöpe atarım!”

“Ben de seni seviyorum Murph,” diye cevap verdim. Gözlerini devirdi.

“Bak,” dedim, bir elimle yüzümü ovuşturarak. “Bunu yapanın ne olduğunu bilmiyorum, ama bu işte kimlerin parmağı olmadığını söyleyebilirim. Vampirler olamaz, çünkü onlar avlarını tek parça hâlinde ve sulu sulu sever, ayrıca adamın boynunda herhangi bir delik izi de yok. Gulyabaniler ise tabaklarında yemek artığı bırakmaz, oysa bu adamın büyük bir kısmı hâla burada. Bir Troll olsaydı karnını yarmakla falan hiç uğraşmaz, onun yerine arabayı dümdüz ederdi. Belki bir kurtadam olabilir diye düşündüm ama… cesedin üzerinde herhangi bir ısırık ya da salya bulamadım.”

“Harika…” diye mırıldandı Murphy bezginlikle. “Şimdi tek yapmamız gereken bu kategorilere girmeyen herkesi sorguya çekmek. Bu da aşağı yukarı iki buçuk milyon kişi demek. Sağ ol Harry, çok yardımcı oldun doğrusu.” Bana somurtarak baktı.

“Her zaman,” dedim, yüzüme abartılı bir tebessüm yerleştirerek. “Beni yanlış anlama ama bu cinayetin Özel Soruşturmalarla ne ilgisi olduğunu anlayamadım,” diye devam ettim. “Büyü yok, salya yok, diş izi yok, pençe yok. Bana daha çok sıradan bir cinayetmiş gibi göründü. Evet, sapıkça ama insanlara özgü bir şekilde.”

Murphy ile Carmichael aralarında sessizce bakıştı. Gözleriyle bir şeyi tartışıyormuş gibi bir hâlleri vardı. Kimin itiraz ettiğini anlamak için adamın yüzüne bakmama gerek yoktu. Sonunda, “Aslında o kadar da sıradan değil,” dedi Murphy. “Ayrıca bu, içinde bulunduğumuz ay boyunca aynı şekilde işlenen üçüncü cinayet.”

“Üç mü?” dedim şaşkınlıkla. “İyi ama daha önce hiç—”

“Öncekiler basına yansıtılmadı,” diye sözümü kesti Murphy. “Başkan şehirde karmaşaya neden olmak istemiyor.” Kelimeleri tükürürcesine telaffuz ettiğine bakılırsa bu karardan hiç de memnun değildi. “Cinayetlerin ortak noktası kurbanların üçünün de karınlarının yarılmış olması.”

“Ve katilin etrafta tek bir ipucu bile bırakmaması,” diye araya girdi Carmichael.

Kaşlarımı havaya kaldırdım. “Hiç mi?”

“Hiç,” diye doğruladı Murphy. “İşte bu yüzden cinayet masası davayı bize postaladı.”

“Ve siz de beni aradınız.” Cevap vermediler, zaten buna da gerek yoktu. “Pekâla,” dedim, bir elimle gözlerimi ovuşturarak. “Şoförün adı neymiş?”

“Travis Brickless. Ordudan ayrılmış. İki gündür kayıpmış, telsiz çağrılarına hiç cevap vermemiş,” dedi Murph.[2]

Düşünceli bir şekilde kafamı kaşıdım. “Anlaşılan o taraftan pek bir bilgi elde edinemeyeceğiz. Ya diğerleri?”

“Kate Morrison adında zenci bir garson ve Parry adında evsiz bir adam.”

“Üç ayrı kurban, üçü de birbirinden tamamen alakasız,” diye araya girdi Carmichael. “Akrabalıkları yok, sosyal statüleri farklı, ayrı mahallelerde yaşıyorlar. Hatta biri sokak serserisi. Hepsini kontrol ettim. Bu da bize katilin kurbanlarını rasgele seçtiğini gösteriyor.”

“Aman ne güzel…” diye homurdandım. “Bakın ne diyeceğim, bana biraz izin verin. Biraz araştırma yapar, birkaç kitap karıştırır ve bağlantılarıma bir-iki soru sorarım. Bakalım daha önce buna benzer bir olayla karşılaşan olmuş mu?”

“Anlaştık,” dedi Murphy. “Ve Harry. Unutma, bir şey bulursan beni mutlaka ara.”

“Ararım,” dedim ve arabama doğru uzaklaşmaya başladım. “Umarım bu yüzyıl içinde olur,” diye ekledim sonra da, hiç kimsenin duyamayacağı kadar uzaklaştığımda.

 

 

3

Mavi Kaplumbağa’yı daireme doğru sürerken pek de neşeli bir ruh hâli içinde değildim. Elimde yılbaşı paketleri gibi içleri dışlarına çıkarılmış üç ceset, işinden atılma tehlikesi yaşayan bir dost ve tam olarak sıfır ipucu vardı. Kocaman, yuvarlak bir sıfır. Nereden başlayacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Yol boyunca kafamda pek çok teori ve fikir uçuşsa da hepsi de cama toslayan sinekler misali bu koca ‘sıfır ipucu duvarına’ çarpıyor, spiraller çizerek beynimin işe yaramaz fikirleri gönderdiği yere doğru düşüşe geçiyordu.

Dairem, Chicago’nun meşhur yangınlarından mucizevi bir şekilde etkilenmeden kurtulmuş, oldukça eski bir pansiyonun bodrum katındadır. Aslında tam olarak bir daire olduğu söylenemez. Duvarları soğuk taştandır, bu yüzden mütemadiyen soğuktur. İçinde şömine bulunan geniş bir oda, mutfak niyetine kullandığım ufak bir girinti, küçük bir yatak odası ve onun içindeki daracık bir banyodan ibarettir. En alt katta olduğu için fazla ışık almaz; her dört duvarının tavanla birleştiği noktada birer gömme penceresi vardır yalnızca. Zeminde alt bodruma, yani laboratuarıma açılan bir kapak vardır. Mobilyalarım birbirleriyle tamamen uyumsuzdur, duvarlarım envai çeşit kilim ve duvar halısıyla kaplıdır. Elektrikli eşyalarla aram pek iyi olmadığından şömine, gaz lambaları ve mumlarla idare etmeye çalışırım. Yine de burayı seviyordum, en nihayetinde burası benim evimdi. Kirasının çok cüzi bir miktar olması da bunun başlıca sebeplerinden biriydi elbette.

Arabamı dairemin önündeki park alanına yanaştırdım, ön kapıma giden birkaç basamağı indim, koruma büyülerimi içeri girmeme yetecek kadar kısa süreliğine kaldıracak sözleri söyledim ve çelik kapımı açıp eşikten içeri adımımı attım. Ve anında yerime çakılıp kaldım. Dairemde davetsiz bir misafir vardı.

“Nihayet gelebildin Dresden,” dedi Bekçi Morgan, gözlerini şöminedeki ateşten kaldırıp bana bakarak. Morgan, Beyaz Konsey’in, yani büyücüleri sözde koruyan, bolca denetleyen, büyü kanunlarını koyan ve cezaları uygulayan dünya çapında bir oluşumun bekçilerinden biriydi. Bekçilerin görevi büyücüleri korumaktı, ama geçmişte yaşadığım bazı olaylardan dolayı ne Konsey ne de Morgan ile aram hiçbir zaman iyi olmadı. Şömineye baktığımda içinde mavi bir ateşin yanmakta olduğunu gördüm, Morgan ısınmak için ellerini ona uzattığına göre hatırı sayılır bir süredir beni bekliyor olmalıydı. Daireme benden izinsiz girmişti, üstelik tüm o çok güvendiğim koruma büyülerime rağmen… Lanet olsun!

Bekçi neredeyse benim kadar uzundu ama oldukça kaslı, iri yarı bir vücuda sahipti. At kuyruğu şeklinde topladığı saçları yer yer grileşmişti, yüzünde ince bir sakal vardı. Siyah Konsey cüppesi ve gri Bekçi pelerini giymişti, sırtında da enli bir kılıç asılıydı. Oldukça dar ve somurtkan bir yüze sahipti, tıpkı karakteri gibi: dar görüşlü, aksi ve sevimsiz. Onu en son gördüğümde istemeye istemeye de olsa beni bir yangından kurtarmıştı ve bana suni teneffüs yapıyordu. Iyyk!

“Merhaba Morgan,” dedim, tek ayağımla kapıyı arkamdan kapatarak. Rahat görünmeye, varlığından rahatsız olmamış gibi davranmaya çabaladım. “Ne o? Hayat öpücüğünün tadı damağında mı kaldı yoksa?”

Bana iğrenerek baktı. “Bana o günü hatırlatma Dresden,” dedi hırlayarak. “Seni kurtarmak zorunda kalmış olmak bile zaten yeterince utanç verici.” Yüzünü tiksintiyle buruşturup birkaç kez kuru kuru tükürdü.

“Hey, evi daha yeni dezenfekte ettirdim!” dedim aksi bir tavırla. “Etrafa kuduz mikrobu bulaştıracaksın!”

Morgan dişlerini gıcırdatıp, “Eğer aramızda bir mikrop varsa o da sensin Dresden,” diye hırladı. Üzerime doğru bir adım attı. “Sen büyücüler için bir utanç kaynağısın. Yüz karasısın. Kesilip atılması gereken kangrenli bir yarasın.”

“Bakıyorum da her zamanki neşeni kaybetmemişsin. Buraya sadece bana iltifat etmek için mi geldin yoksa beni öğle yemeğine mi çıkaracaksın?”

Bekçi’nin gözleri öfkeyle ardına kadar açıldı. Yüzü önce kızardı, ardından çirkin bir mora dönüştü. Öfkeden hafif hafif titrediğini hissedebiliyor, dişlerini gıcırdattığını duyabiliyordum ve bu bana tarifi imkânsız bir tatmin hissi veriyordu. Vücudumu hafifçe gerdim ve olası bir saldırıda kenara sıçramak için hazırlandım. Ama o darbe gelmedi. Buna şaşırmıştım doğrusu, Morgan’ın daha önce bana yumruk atma şansını atladığını hiç görmemiştim.

“Sana Konsey’den bir mesaj getirdim,” dedi Bekçi, sıkılı dişlerinin arasından alçak ama öfkeli bir sesle. “Polis kadının senden araştırmanı istediği şeye bulaşmayacaksın.”

“Polis kadın mı?” diye sordum gözlerimi kısarak. “Murphy’den mi bahsediyorsun?”

“Ona yardım etmeyeceksin Dresden, bu işten uzak duracaksın,” dedi işaret parmağıyla göğsümü dürtükleyerek. “Anladın mı?”

“Sen aklını mı kaçırdın?” dedim, elimin tersiyle parmağını uzaklaştırıp bir-iki adım geri çekilerek. “Dışarıda masum insanları katleden bir şey var ve bunu durdurmak için tek şansları ben olabilirim.”

“Önemi yok. Bu emir direkt olarak Kıdemli Konsey’den ve Onurlu Merlin’in bizzat kendisinden geliyor.”

“Biz büyücülerin görevlerinden birinin masumları korumak olduğunu sanıyordum.”

“Senin işin sanmak değil Dresden!” diye kükredi. “Senin görevin Konsey’e itaat etmek!”

“Bu saçmalık!”

“Bu bir emir! Emirleri yargılamak sana düşmez! Konsey’in kararlarını yargılamak da sana düşmez! Aksi takdirde yargısız olarak infaz edilirsin!” Elini kılıcının kabzasına koydu. “Beni anladın mı?”

Anlamıştım. Hem de çok iyi, ama duyduklarım hiç hoşuma gitmiyordu. Konsey nasıl olur da böyle bir karar alabilirdi? Nasıl olur da masumları ölüme terk edebilirdi? Bu karar kesinlikle ‘hayatımda duyduğum en aptalca şeyler’ listemde ilk üçe oynuyordu; fakat bir Bekçi’nin, hele hele Morgan gibi aşırı fanatik birinin önünde bunu dile getirmenin doğru olmayacağını düşündüm ve çenemi kapalı tuttum.

Evet, buna ben de şaşırdım.

Kaşlarımı çatıp anladığımı belirten bir hareketle başımı yavaş yavaş salladım.

“Güzel,” diye tısladı Morgan. “O kadar da zor olmadı, değil mi küçük asi?” Şimdi de yüzünde zafer kazanmış birinin ifadesi vardı. İşaret parmağını yüzüme doğru sallayarak konuşmaya devam etti. “Seni eninde sonunda yola getireceğiz. Konsey’e ve kararlarına saygı göstermeyi, kurallara itaat etmeyi öğreneceksin.”

“Çık dışarı,” dedim, sakinliğimi zar zor koruyarak.

“Ne dedin sen?” dedi gözlerini tehditkar bir biçimde kısıp yüzünü benimkine yaklaştırarak.

“Görevini tamamladın Bekçi. Şimdi evimden hemen çık git.”

Hıh’layarak güldü ve bir adım geri çekildi. “Gözüm üzerinde olacak Dresden. Eğer bir hata yaparsan…” İşaret parmağını gırtlağının üzerinden geçirerek bir boğaz kesme hareketi yaptı, sonra da sırıtarak kapıya doğru ilerlemeye başladı. Geçerken bana bir omuz atmayı da ihmal etmedi.

Ardından kapıyı açtı ve bir anda gözden kayboluverdi.

 

 

4

Morgan dairemi terk ettikten sonra bir müddet orada öylece dikilmeye devam ettim. Sinirden tir tir titriyordum ve içimden bir şeyleri aleve verip patlatmak geliyordu. Bekçi gider gitmez şöminedeki mavi ateş de kendiliğinden sönmüştü, bu yüzden odam oldukça karanlıktı ve soğumaya yüz tutmuştu. Sapığın teki dışarıda insanları kıtır kıtır doğrar ve Murphy benden yardım isterken Konsey gelip resmen elimi kolumu bağlamıştı. Yine! Bir süre, aldıkları bu karara bir anlam vermeye, arkasındaki mantığı çözmeye çalıştım ama her seferinde düşüncelerim bu durumu Murphy’ye nasıl açıklayacağım fikrine saplanıp duruyordu. Açıklayamazdım. Beyaz Konsey’den ve Büyü Kanunları’ndan bahsetmeden bunu yapmam imkânsızdı ve bu da ölüm fermanımı şimdiden imzalamaktan farksız olurdu.

Sıcak, iri ve tüylü bir şeyin sırnaşık bir biçimde bacağıma sürtündüğünü hissettiğimde zihnimi meşgul eden düşünce selini bir kenara itip içinde bulunduğumuz ana geri döndüm. Aşağı baktığımdaysa kedim Mister’ın koca, parlak gözlerle beni izlediğini gördüm. Mister, yaklaşık on üç buçuk kilo ağırlığında, gri, kocaman bir sokak kedisiydi. Kocaman derken abartmıyorum, inanın bana. Kendisinden küçük köpekler görmüşlüğüm vardır. Ebeveynlerinden birinin kılıç dişli bir kaplan ya da bir vaşak olduğundan feci şekilde şüpheleniyorum. Onu henüz yavruyken bir çöp tenekesinin içinde bulmuştum, kuyruğu kopmuştu. O zamandan beri de benimle birlikte yaşıyor. Ah, pardon. Tüm kediler gibi bu dairenin asıl sahibi o, onunla birlikte yaşayan kişiyse benim.

“Selam oğlum. Acıktın mı?” Bu soruyla birlikte karnım guruldadı ve kahvaltıdan beri hiçbir şey yemediğimi hatırladım. Şömine rafındaki eski çubuğu alıp şömineye doğrulttum, öfkemden faydalanarak biraz enerji topladım ve alçak sesle, “Fuego,” dedim. Zaten sıcak olan odunlar çabucak tutuştu ve alevlerin turuncu ışığı dairemi kapladı.

Pardösümü çıkarıp kapının arkasındaki askılığa astım ve mutfağa yönelip Mister’ın mama kabını doldurdum. İri kedi, neredeyse beni devirecek bir darbeyle bacaklarıma çarpıp mutfağa daldı ve hemen yemeğe koyuldu. Ben onun kadar şanslı değildim. Dolapta yalnızca bir paket bayat bisküviyle yarım kutu ekşimeye yüz tutmuş süt bulmuştum. Sütü lavaboya döküp pakettekileri bir çırpıda bitirdim, üzerine de bir bardak çeşme suyu içtim. Krallara layık bir ziyafet.

Ardından işe koyuldum.

Konsey’e bu meseleye bizzat karışmama sözü vermiş olabilirdim, ama Murphy’ye bilgi sızdırmayacağım konusunda onlara hiçbir şey söylememiştim. En azından bu şekilde suçlunun yakalanmasına yardımcı olabileceğimi ve Murphy’nin bununla yetinmeye razı olacağını umuyordum. Ayrıca eğer şanslıysam üzerinde Chicago Polis Departmanı’nın mührü olan şu minik, dört köşe kağıtlardan birine de kavuşabilirdim. Hani adına çek dedikleri, paraya dönüştürülen şey. Sonuçta ödemem gereken bir kira vardı, değil mi?

Ağır adımlarla dairemdeki alt bodruma, yani laboratuarımın bulunduğu yere indim. “Bob!” diye seslendim, karanlığa adım atar atmaz. “Bob! Uyan tembel kemik torbası, yapacak işlerimiz var.” El yordamıyla masamdaki mumlardan birini yaktım ve etrafıma bakındım.

Dairem ve büromla karşılaştırıldığında laboratuarım nispeten derli topludur. Ortada uzun bir masa ve onun her iki yanında da duvarlara yaslı iki küçük masa daha vardır. Üzerleri kalemler, kâğıt desteleri, kutular, deney tüpleri, beherler, gaz ocakları, iksir şişeleri ve sayısız mumla doludur. Kapının karşısında kalan köşeden bakır bir çağırma dairesi bulunur. Duvarlardaki raflarda da iksir bileşenlerimi sakladığım kavanozlar yer alır.

Yıpranmış, ahşap bir rafın üzerinde laboratuarımdaki diğer şeylerle büyük bir tezat oluşturan bir yığın eşya vardı: birkaç pembe roman, bir-iki porno dergi, bir Fashion TV kataloğu ve bembeyaz bir kafatası.

“Haydi ama Bob, uyan artık. Yardımına ihtiyacım var.”

Ben mumlardan birkaçını daha yakarken kafatasının göz çukurları önce zayıf, ardından giderek güçlenen turuncu bir ışıkla parlamaya başladı ve kemikli ağzı esnemeye benzer bir hareketle ardına kadar açılıp kapandı. Sonra bakışlarıyla beni şöyle baştan aşağı süzdü, ellerimde ve masanın üzerinde biraz oyalandı, ardından göz ışıkları titreşti. Nasıl yaptığını bilmiyorum ama onlara alıngan bir ifade katmayı başarmıştı.

“Sakın bana yine unuttuğunu söyleme Harry,” dedi Bob, dişlerini takırdatarak.

“Neyi?” diye sordum kaşlarımı çatarak.

Bob sıkıntılı bir şekilde iç geçirdi – nefes almayan biri için bunu yapmak gerçekten zordur – ve Eski Yunanca olduğunu sandığım bir dilde homurdanmaya başladı.

“Haydi ama Bob, oyun oynamaya vaktim yok. Çözmemiz gereken bir vaka var.”

“Tabii tabii. Mutlaka vardır. Senin isteklerin her zaman önce gelir elbette. Zavallı, yaşlı Bob’u düşünen yok!”

“Zavallı, yaşlı Bob mu? Neden bahsediyorsun sen?”

“Neden mi bahsediyorum? Neden mi bahsediyorum? Pöh! Bir de karşıma geçmiş nedenini soruyorsun! Bir haftadır bana alacağın yeni pembe romanı bekliyorum Harry. Tam bir haftadır! Son işimizdeki başarımdan sonra bana ‘Şehvetin Elli Tonu’nu alacağına söz vermiştin, bilmem hatırladın mı?”

“Ah, şu mesele.”

“Ya, o mesele… Sen dışarıda elini kolunu sallarken karanlıkta günlerce, hatta haftalarca hiçbir şey yapmadan beklemek kolay mı sanıyorsun? Yeni bir kitabın hayaliyle yaşamak? Yeni fantezilerin?”

“Bob…”

“Kalçalar.”

“Bob!”

“Göğüsler.”

“Bak, üzgünüm. Tamam mı? Unutmuşum.”

“Böylesine önemli bir şeyi nasıl unutabilirsin Harry? Burada seks hayatım söz konusu.”

“Senin bir seks hayatın yok.”

“Seninkinden daha fazla olduğuna bahse girerim.”

“Benim…” Kahretsin, haklıydı. Düzenli bir ilişkim yoktu. Yani Susan’ı saymazsak, ama onu da haftalardır görmemiştim. Yine de bunu onun önünde itiraf etmeye hiç niyetim yoktu. “Benim bir kız arkadaşım var.”

“Susan mı? Hah! Ayda sadece bir kez, o da haber koparmak için arayan birine kız arkadaşın gözüyle baktığına göre sandığımdan da umutsuzsun.”

“Susan değil,” diye salladım. “Adı Marilyn ve daha bu sabah konuştuk.”

“Yaa?” dedi Bob, müstehcen sayılabilecek bir sesle. “Güzel mi bari?”

“Bu seni ilgilendirmez.”

“Biraz detaya ne dersin?”

“Bob!”

Gözlerimi ovuşturup sakin kalmaya, dikkatimi yeniden toplamaya çalıştım. “Bak Bob, kitabını şu anda alamam çünkü meteliksizim.”

“Aman ne şaşırtıcı.”

“Fakat yeni bir dava üzerinde çalışıyorum ve söz veriyorum, paramı alır almaz sana kitabını alacağım.”

“Bütün seti isterim!”

“Ne?”

“Beni duydun. Bütün seti istiyorum: Şehvetin Elli Tonu, Tutkunun Elli Tonu ve İhtirasın Elli Tonu!”

“Tamam, tamam,” dedim teslim olmuş gibi ellerimi havaya kaldırarak. “Sen nasıl istersen öyle olsun. Yeter ki şu işin içinden çıkmama yardım et.”

“Söz mü?” diye sordu kuşkucu bir tonda.

“Söz,” diye cevapladım bezginlikle.

“Bakir sözü mü?”

“Bob!”

“Tamam, tamam. Sadece şakaydı,” dedi Bob, kıkırdamayı andıran bir ses çıkararak. “Pekâlâ,” diye devam etti ardından, gözleri şevkle parlıyordu. “Bu sefer neyle uğraşıyoruz?”

Bob aslında bir insan kafatası değildir, kafatasının içine yerleştirilmiş bir hava ruhudur. Elektronik eşyalarla yaşadığım sorun yüzünden bilgisayar kullanamam, ama Bob kesinlikle bir bilgisayardan çok daha faydalıdır. İşi bilgileri hatırlamak, onları depolamak ve büyü kanunlarını takip etmeme yardımcı olmaktır. Asırlardır pek çok büyücüyle çalıştığı için tam bir bilgi kaynağıdır. Hatta belki de bazı konularda biraz fazla bilgili… Ona olayları bildiğim kadarıyla anlatmaya başladım, mümkün olduğunca tüm detayları aktardım ve bunlardan bir ipucu çıkarabileceğini umdum.

“Hmm… Bak bu çok ilginç işte,” dedi anlatmayı bitirdiğimde.

“Ne düşünüyorsun?”

“Marilyn’in nasıl biri olduğunu. Sende bir şeyler bulduğuna göre oldukça çaresiz olmalı.”

“Konuyu değiştirme Bob. Cinayetler hakkındaki fikrini sordum.”

“Aslına bakarsan o konuda hiçbir fikrim yok.”

Laboratuara bir anda sessizlik çöktü ve ağzım şaşkınlıktan açık kaldı. Bob’un bir şey hakkında bilgisinin olmaması ihtimali, Kabasakal’ın Temel Reis’in kıçını tekmelemesi ihtimalinden bile daha düşüktü.

“Sen… Ciddi misin? Hiç mi?” diye sordum kendimi toparlayarak.

“No. Nein. Nada. Hiç. Daha önce hiç böyle bir şey duymamıştım. Demek istediğim, kurbanlarının karnını yaran pek çok şey var elbette, ama hiçbir iz bırakmadan saldırıp da onları dokunulmadan, hatta tek bir ısırık bile almadan bırakanını hiç duymadım.”

“Yıldızlar adına… Bu iş sandığımdan da güç olacak,” dedim alnımı ovuşturarak.

“Belki de saldırgan doğaüstü bir varlık değildir,” dedi Bob, dişlerini takırdatarak.

“Ne demek istiyorsun?”

“Belki de işinde çok usta olan bir ölümlüdür. Örneğin Karındeşen Jack gibi.”

“O yalnızca bir şehir efsanesi,” dedim, omuzlarımı silkerek.

“Hiç de değil,” dedi Bob. “Karındeşen Jack gerçekten de yaşadı ve tüm o cinayetleri tek başına işledi. Yirmisini birden.”

Adamın kurbanlarına yaptıkları aklıma gelince yüzümü tiksintiyle buruşturdum. Karındeşen Jack, hayat kadınlarını hedef alan bir veya birkaç seri katile verilen addı. Sadece kurbanlarının karınlarını yarmakla kalmaz, tüm iç organlarını dışarı çıkarıp kulaklarıyla burunlarını da keserdi.

“Öyle olsa bile o lanet herif yaklaşık yüz yirmi yıl önce yaşamıştı,” dedim.

“İlla o olacak demiyorum Harry, fakat onun yöntemlerini benimsemiş başka biri olabilir pekâlâ.”

Düşünceli bir şekilde çenemi sıvazladım. “Yani diyorsun ki…”

“Demek istediğim şu,” diye araya girdi Bob, sabırsızca. “Aradan bunca yıl geçmesine rağmen hiç kimse Karındeşen Jack’in onlarca cinayeti nasıl işlediğini çözemedi, çünkü adam arkasında hiçbir iz bırakmıyordu. Belki de biri işin sırrını çözdü ve şenliklere kaldığı yerden devam etme kararı aldı.”

“Harika,” dedim bezgin bir tavırla. “Bir seri katil. Başımızda bir bu eksikti. Peki onu nasıl yakalamamı bekliyorsun? Ayakkabısındaki bir çamur lekesine bakıp şehrin hangi noktasında oturduğunu bularak mı?”

“Bütün zamanların en büyük dedektifi olduğunu söyleyip duran sensin.”

“Ama gördüğün gibi değilim. Yerimde Sherlock Holmes bile olsa bu davayı çözemezdi,” dedim hırçın bir tavırla. “Keşke Karındeşen Jack değil de Sherlock Holmes gerçek olsaydı. O zaman ruhunu çağırıp ona bir-iki soru sorabilirdim.”

“Olmadığını kim söyledi?” diye sordu Bob. Kısa bir sessizlik daha oldu.

“Ne dedin sen?” diye sordum sonunda.

“Holmes’un gerçek olmadığını kim söyledi dedim. O da senin benim kadar etten kemikten bir insan. Şey… Sadece senin kadar…”

Bu bilgiyi kafamda kısa bir süreliğine tarttım. Sonra da gülerek, “Saçmalık!” dedim. “Karındeşen Jack’in gerçek olduğuna inanabilirim ama bir roman kahramanının asla. Bu imkânsız!”

“Şu işe bakın hele! Bunu sırf büyücü olduğunu ilan ettiğin için hemen her gün şaka telefonları alan sen mi söylüyorsun Harry?” diye sordu Bob alayla. “Ayrıca Beyaz Konsey’in başındaki ihtiyar Merlin de bir roman kahramanı sayılır, buna ne diyeceksin peki?”

Ona kaşlarımı çatarak baktım. Haklı olduğu zamanlar ondan nefret ediyordum, öte yandan her zaman haklı olduğu için onu el altında tutuyordum. İroniye bakar mısınız?

“Pekâlâ,” dedim bakır çağırma dairesine doğru ilerleyerek. “Eğer gerçekten yaşadıysa bunu birazdan öğreniriz. Ruhunu çağırmayı deneyelim ve bakalım cevap veren olacak mı?”

“Harry, Harry…” dedi Bob, bezgince.

“Gene ne var?”

“Öldüğünü kim söyledi?”

 

 

5

Başım ağrımaya başladı.

Baş ağrısı denen şeyin sadece belirli nedenlerden oluşan bir sancı değil de benliğimizle birlikte yaşayan, ortaya çıkmak için en uygun anı kollayan, çok sinsi bir parazit olduğunu düşünmüşümdür hep. En savunmasız olduğumuz anda saklandığı yerden sürünerek çıkar, beynimizin kıvrımları arasına gizlice sokulur ve bam! Kulağa çok mu inanılmaz geliyor? İnanın o anda Bob’un söylediği her şeyden daha mantıklıydı.

“Bak Bob…” dedim, tek elimle sertleşmeye başlayan ensemi ovalayarak. “Karındeşen Jack’in varlığını kabul edebilirim. Hadi Holmes’un varlığını da kabul ettim diyelim, ama o adamın hâlâ yaşadığına inanmamı benden bekleyemezsin. Herif 150 yaşında falan olmalı!”

Bob’un göz ışıkları bir an titreşti, ardından iki küçük nokta hâline gelinceye kadar küçüldü, sonra hızla tekrar yandı ve, “Aslına bakarsan tam 159 yaşında!” diye ilan etti.

“Normal bir insanın bu kadar uzun bir süre yaşamasına imkân yok,” diye karşı çıktım. “Yaşasa bile şu anda bir fosilden farksız olur. Bir büyücü değilse elbette…”

“Büyücü falan değil. Sadece çok zeki bir insan. Çok çok zeki… Kraliçe arının sütü ve arı polenleriyle neler yaptığını bilsen şaşarsın.”

“İyi ama—”

“Hâlâ İngiltere’de yaşıyor,” diye lafımı kesti.

“Fakat bu çok—”

“Sussex’te.”

“Ben—”

“South Downs kasabasında.”

“Bob, beni dinle—”

“East Dean köyünün güneyinde. Numara 12.”

“Bu tam bir—”

Tam o esnada sözümü kesen başka bir şey oldu, biri kapımı çalıyordu. Kırmaya çalışıyordu demek daha doğru olur sanırım. Çelik kapıya inen yumrukların sesi alt bodruma kadar iniyor, taş duvarlarda bir savaş davulu misali yankılanıyordu. Bu saatte kim olabilirdi ki? Ve daha da önemlisi kapımdan ne istiyordu?

“Beş dakika içinde dönerim,” dedim Bob’a, merdivenlere doğru ilerlerken. “Bu arada pembe romanları ya da ihtiyar kurtları düşünmeyi bırak ve işimize yaracak bir şeyler bulmaya bak.”

Bob, Eski Almanca olduğunu tahmin ettiğim bir dilde söylenmeye başladı, fakat tam o esnada bir üst kata çıktığım için ne dediğini tam olarak duyamadım. Yoksa söylediklerini kesin anlardım. Yani en azından birazını. Öf, tamam. Hepsini duydum ama tek kelimesini bile çıkaramadım. Mutlu oldunuz mu?

Kapıya doğru asabi adımlarla yürürken bunun gerçekten de önemli bir şey olmasını umdum, yoksa kapımın intikamını onu bu şekilde yumruklayan kişinin suratından tamamen benzer bir metotla çıkarmam gerekebilirdi. Hey, ben eşit muameleye inanan bir insanım. Ne kötülük var bunda?

“Ne var?” diye açtım, hırlayarak ve anında buna pişman oldum. Karşımda iki federal ajan, dört tane polis memuru ve her hâlinden önemli biri olduğu anlaşılan takım elbiseli bir adam duruyordu. Polisler ve federaller silahlarını bana doğrultmuştu ve yüzlerinde pek de arkadaş canlısı olmayan bir ifade vardı.

“Kıpırdama!”

“Ellerini başının üzerine koy!”

“Tutuklusun!”

Afallamış bir vaziyette ellerimi başımın hizasına kaldırarak silahsız olduğumu göstermeye çalıştım. “Hey, hey, hey! Sakin olun!” diye bağırdım.

Kapımın sol tarafındaki federal çevik bir hareketle bileğimi kavradı ve beni arkamdan kelepçeledi.

Takım elbiseli olan adam bir adım öne çıktı. Orta boylu, otuzlarının başlarında biriydi; dalgalı sarı saçları ve aynı renkte, düzgünce tıraş edilmiş sakalları vardı. Pahalı takımı füme rengiydi; içine krem rengi bir gömlek giymiş, beyaz çizgili kırmızı bir kravat takmıştı. Elinde tuttuğu evrak çantasından bir kağıt çıkarıp burnumun dibine kadar soktu.

Ben kağıdın üzerindeki mühre ardına kadar açılmış gözlerle bakarken emrivaki bir tavırla, bağırarak konuşmaya başladı. “Harry Dresden! Norma Jean Robertson’ı öldürmek suçundan tutuklusunuz!”

“Kimi?” dedim afallamış bir hâlde.

Adamın gözleri öfkeyle parladı. “Adını bile bilmiyordun, değil mi?” diye sordu tükürürcesine. Elleri titriyordu, gözlerinde delicesine bir öfke vardı. “Muhtemelen hiç umursamadın da. Ama ben onu umursuyordum ve yemin ederim intikamı alacağım!”

“Bakın, yanlış adamı tutukladınız. Ben Norma Jean diye birini tanı—”

Takım elbiseli adam yüzüme sert bir yumruk atınca lafım yarım kaldı. Gözümün önünde şimşekler çaktı.

“Onun adını ağzına alma!” diye kükredi adam, incinen elini ovuşturarak. “Sen bir pisliksin! Bir cani, vahşi bir katil! Kim bilir onun gibi daha kaç kişiyi öldürdün? Yaptıklarının hesabını vereceksin. Ben, yani Chicago Başsavcısı Walter Pecker, senin hakkında idam kararı çıkarılması için elimden geleni yapacağım!”[3]

Şok olmuş bir vaziyette ona bakakaldım, bu esnada çenem kontrolümden tamamen çıkmış bir biçimde serbest düşüşe geçmişti. Ben duyduklarımı idrak etmeye çalışırken Pecker yanındakilere, “Götürün!” diye emir verdi ve federaller neredeyse mekânik sayılabilecek bir duygusuzlukla beni polislere doğru hafifçe ittiler.

“Hey! Bir saniye! Bir yanlışınız var!” diye itiraz ettim sonunda, konuşacak kadar kendimi toparlayınca. Bileklerinizde kelepçelerin soğuğunu hisseder ve arka koltuğu tel örgülerle çevrili bir araca doğru götürülürken kendinizi çok hızlı toparlayabiliyorsunuz. Güvenin bana. Tecrübem var. Hem de çok taze…

“Evet, evet. Biliyoruz. Sen yapmadın,” dedi polis memurlarından biri.

“Evet,” dedim.

“Sen masumsun, ortada büyük bir yanlışlık var,” dedi diğer polis.

“Evet, bu doğru,” dedim hevesle.

“Hatta,” dedi ilk polis, işaret parmağını bir öğretmen edasıyla havaya kaldırarak. “Bunların hepsi bir tuzak, biri üzerine korkunç bir iftira attı!”

“Evet! Aynen öyle!” dedim. “İyi de madem bunları biliyorsunuz, neden beni tutukluyorsunuz?”

Polisler bir an birbirlerine baktılar, ardından başlarını geriye yatırıp gür bir kahkaha attılar. Onlara gözlerimi kırpıştırarak baktım ve o anda benimle dalga geçtiklerini anladım.

“Hep aynı tantana, hep aynı yalanlar,” dedi ilk polis, kafama sertçe bastırıp beni zorla polis arabasına bindirirken. “Birinin orijinal bir yalan uydurduğunu gördüğüm gün rozetimi yiyeceğim.”

“Ama—”

“Kapa çeneni serseri!” dedi diğer polis, omzunun üzerinden geriye kaçamak bir bakış atarak. Başsavcı Pecker, federallerle birlikte ayrı bir arabaya, siyah camlı bir devlet aracına biniyordu. “Zaten bu herif bize yeterince sorun çıkarıyor, bir de senin gevezeliklerin yüzünden azar işitmeye niyetim yok. Otur yerine ve kes sesini!”

Teslim olmuş bir şekilde içimi çektim ve denileni yaptım. Ben bakarken diğer iki polisten biri evimin kapısını kapattı. Göz ucuyla eşiğin ardındaki Mister’ı görür gibi oldum, ama emin değildim. Bir an için kelepçeleri büyü yoluyla kırıp kaçmayı düşündüm, ama bu fikirden hemen vazgeçtim. Bu yalnızca üzerime atılan suçu kabul etmek anlamına gelecekti. Bir kez kaçak durumuna düştüğüm anda yapacağım ya da söyleyeceğim hiçbir şey görüldüğüm yerde vurulmama engel olamazdı. Kolay lokma olmazdım elbette, sonuna kadar mücadelemi sürdürürdüm fakat bu esnada polislerden birkaçının ölümüne sebep olabilir ve Beyaz Konsey’le başımı derde sokabilirdim. Masumları büyü yoluyla öldürmenin cezası ölümdü ve bünyem bir günde üç kez idam cezasına çarptırılmayı kaldırabilir miydi bilmiyordum.

Tanrım… Bugün giderek daha da güzelleşiyordu doğrusu.

 

 

6

Chicago Polis Departmanı’nın ana binasına pek de yabancı sayılmazdım. Daha önce birkaç kez Murphy’yi görmek için buraya gelmiştim, o yüzden bazı kısımlarına aşinalığım vardı. Ama hücrelerini hiç yakından görmemiştim. Şimdi saatlerdir burada tek başıma otururken pek bir şey kaçırmadığımı anlayabiliyordum. Hatta Bob’un ‘karanlıkta hiçbir şey yapmadan beklemek’ konusunda söylediklerini bile daha iyi anlıyordum. Lanet olsun, eğer burada biraz daha oturursam emoların, satanistlerin, eşcinsellerin hatta parlayan vampirlerin mantığını bile anlamaya başlayabilirdim. Kısacası bu delikten acilen çıkmam gerekiyordu. Hemen.

Oturduğum derme çatma sıradan hızla kalktım ve bu hareketim parmaklıkların diğer yanında nöbet tutan iki polisin dönüp bana bakmasına neden oldu. Onlara aldırmadan hücrenin içinde volta atmaya çalıştım ama beceremedim. Çok küçük bir hücredeydim ve herhangi bir yöne adım atar atmaz üç duvardan biriyle ya da demir parmaklıklarla burun buruna geliyordum. Anlayamadığım bir sebepten dolayı Murphy de hâlâ beni görmeye gelmemişti. Yoksa o da mı katil olduğuma inanıyordu? Başımı silkeleyerek bu düşünceyi uzaklaştırmaya çalıştım. Gözlerimi kaldırıp tavan hizasındaki gömme pencereden sızan öğle güneşi ışıklarına hasretle baktım ve dışarıda olabilmeyi diledim.

Fakat görünüşe göre yapabileceğim pek bir şey yoktu. Ellerim alışılmamış bir biçimde hâlâ arkamdan kelepçeliydi ve bileklerim iyice uyuşmuştu. Anlaşılan hayatımda ilk kez birileri beni ciddiye alıyordu, fakat bununla gurur duyacak durumda değildim maalesef. Yanımda kalkan bileziğim ile annemim beş köşeli yıldız şeklindeki gümüş muskasından başka bir şey de yoktu ve şu anda ikisi de işime yaramazdı. Tabii nöbet tutan şu iki polis bana ateş etmeye başlamazsa… O zaman sırtımı polislere döner, sol bileğimdeki bilezikle kendime bir kalkan oluşturur ve duvarlardan seken mermilerin kafama isabet etmemesi için sessizce dua ederken onlara kıçımı sallayabilirdim. Heh.

Tam o esnada koridordan yaklaşan ayak sesleri duydum ve o tarafa döndüm. Büyük ihtimalle Başsavcı Pecker cezamı infaz etmek için beni götürmeye geliyordu. “Pekâlâ,” dedim vücudumu hafifçe gererek. “Gelin bakalım.”

Fakat gelen Murphy’ydi. Onu görünce bariz bir şekilde rahatladım ve farkında olmadan tuttuğum nefesimi bırakıverdim. Murphy iki polisle göz göze gelip kafasını salladı, adamlar da itaatkar bir biçimde bizi yalnız bıraktılar. Polisler duyma mesafesinden çıkıncaya kadar bekledik, söze ilk giren Murphy oldu.

“Başın bu sefer feci şekilde dertte Harry. Boğazına kadar boka batmış durumdasın.”

“Karrin… Biliyorum bu çok klişe olacak ama ben kimseyi öldürmedim.”

Murphy bana kaşlarını çatarak baktı. Sarı saçlarının bir tutamı minik burnunun üzerine düştü, mavi gözleri öfkeyle yanıyordu. Kısacası çok sevimli görünüyordu. “Bunu bilmediğimi mi sanıyorsun? Ama bütün deliller aleyhinde ve Pecker denen o… o…”

“Adi? Aşağılık? Kendini beğenmiş? Pislik?”

“E şıkkı, hepsi,” dedi Murph, burnundan soluyarak. “Adam senin ipini çekmek için yemin etmiş gibi.”

“Zaten etti,” dedim yanımdaki duvara yaslanarak.

“Gayet doğal.”

“Nedenmiş o?”

Murphy bana dikkatle bakıp hıh’ladı ve dudağının kenarı hafifçe kıvrılarak bir gülümsemeye dönüştü, fakat kaşları hâlâ çatıktı. “Neye bulaştığın hakkında gerçekten de bir fikrin yok, değil mi?”

Omuzlarımı silktim. “Yeni bir Oval Ofis rezaletine mi?”

Murphy başını iki yana sallayarak biraz daha yaklaştı ve iki eliyle parmaklıklara tutundu. “Norma Jean Robertson hakkında ne biliyorsun Harry?” Gözleri sorgularcasına üzerimde dolaşıyordu. Ona karşı dürüst oldum.

“Öldüğünü ve bütün günahlarını bu dünyada çekmem için bana devrettiğini.”

Güldü. “O zaman cehennemde yanmaya hazırlansan iyi olur,” dedi. “Norma Jean, Başsavcı Pecker’ın sekreteriydi. Aynı zamanda da metresi.”

Hafif ve uzun bir ıslık koyuverdim. “Yeni bir Mad Max doğuyor desene.”

“Şakanın sırası değil Harry, bu iş ciddi. Kadın nasıl ölmüş tahmin et.”

Sesindeki bir şey ve gözlerindeki bakış olayın iç yüzünü anında kavramama neden oldu. “Dalga geçiyorsun!” dedim, kaşlarımı kaldırarak.

Murphy başını iki yana salladı. “Karnı yarılmış Harry. Tıpkı daha önceki üç ceset gibi.”

“Yıldızlar ve taşlar adına…” diye mırıldandım.

“Norma Jean ölmeden birkaç saat önce Başsavcı Pecker’dan yazılı olarak korunma hakkı istemiş. Bu sabah telefonda seninle konuştuğunu, onu tehdit ettiğini ve bu yakınlarda öldürülürse sorumlusunun sen olduğunun bilinmesini açıkça beyan etmiş.”

“İyi de ben bu sabah hiç kimseyle—” Donakaldım, ağzım şaşkınlıktan bir karış açıldı. “Kahretsin… Marilyn.”

“Kim?”

“Marilyn. Ya da görünüşe göre gerçek adıyla Norma Jean. Bu sabah sana anlattığım telefon şakası.” Başımı inanmazlıkla iki yana salladım.[4]

“Harry…” dedi Murphy. Sesi son derece kaygılıydı. “Bu suçlama seni otomatik olarak tüm cinayetlerin baş zanlısı konumuna yükseltiyor.”

Bakışlarımı ona diktim ve gerçek bir anda kafama dank etti. “Kahretsin… Murph… Senin de başını belaya soktum, değil mi?”

Murphy önemli değil dermişçesine başını iki yana salladı ama dudaklarının sakladığı gerçeği gözleri gizleyemiyordu.

“Baş katil zanlısına yardımcı olmaktan suçlanıyorsun. Bu yüzden yanıma gelmen bu kadar uzun sürdü.”

Murphy gözlerini benimkine dikti, ama sadece çok kısa bir anlığına. Bu oldukça cesaret isteyen bir iştir, çünkü bir büyücünün gözlerine baktığınız zaman Ruh Görüşü adı verilen olayı tetiklersiniz. Büyücü, gözlerinizi bir tür geçit gibi kullanarak ruhunuzun derinliklerine bakar, en büyük korkularınızı, sırlarınızı, sevinçlerinizi ve üzüntülerinizi öğrenir. Aynı şekilde karşısındaki kişi de büyücünün içini görür. O görüntüler sonsuza dek sizinle kalır. Hayatınızın sonuna kadar tek bir anını, tek bir saniyesini bile unutamazsınız.

“Şu an için beni neyle suçladıkları umurumda değil Harry. Önceliğimiz senin o yaldızlı kıçını kurtarmak. Diğer meseleleri daha sonra düşünürüz,” dedi, fakat sesinin hafifçe dalgınlaştığını hissedebiliyordum.

Zor da olsa eski sıranın üzerine çöküp başımı inanmazlıkla iki yana salladım. Eli bıçaklı bir manyak etrafta dolaşıp insanları katlediyordu ve Beyaz Konsey bana bu olaya karışmamı kesinlikle yasaklamış, kılımı kıpırdatacak olursam beni sorgusuz sualsiz idam etmekle tehdit etmişti. Ama yine aynı katilin işlediği suçlar benim üzerime kalmıştı ve kendimi aklayamazsam yine idam edilecektim. Bu da yetmiyormuş gibi sırf bana güvendiği için Murphy’nin de başı derde girmişti. Bana söylemiyordu ama böyle bir suçtan sadece uzaklaştırma cezası alarak kurtulmasına imkân yoktu. Büyük ihtimalle o da hapse girecek ya da daha kötü bir kaderle karşılaşacaktı. Kısacası her zamanki günlerimden birini yaşıyordum işte. Kim demiş hayat sıkıcıdır diye?

“Bana şu Marilyn şakası hakkında başka ne anlatabilirsin Harry?” diye sordu Murphy.

Kafamı iki yana salladım. Başım tekrar ağrımaya başlamıştı, ellerim o kadar uyuşmuştu ki artık parmaklarımı hiç hissetmiyordum. “Her zamanki eşek şakalarından biriydi işte,” dedim. “Kurbağalardan bahsettiler. Ve de prenslerden.”

Birdenbire kafamın içinde uyarı çanları çalmaya başladı. ‘Onlar. Onlar. Onlar.’ Marilyn Monroe, Marilyn ve Monroe. Monroe.

“Monroe!” diye bağırarak ayağa fırladım. Bu tepkime şaşıran Murphy irkilerek geriye sıçradı. Hızla parmaklıkların yanına geri döndüm ve anın heyecanıyla başımı iki soğuk, demir çubuğun arasından becerebildiğim kadar dışarı çıkardım. “İki kişiydiler Karrin! Marilyn ve Monroe. Norma Jean yalnız değildi, yanında bir arkadaşı daha vardı. Eğer onunla konuşmayı başarabilirsek—”

Murphy’nin mavi, ponponcu kız gözleri bir anda umutla alevlendi. “—suçlamaları düşürmek için bir şansımız olabilir,” diye tamamladı sözümü.

 

 

7

Murphy gitmeden önce kelepçelerimi çözme nezaketinde bulunmuştu. Kapıdaki iki nöbetçi de geri dönmemişti. Anlaşılan ikisi de hâlâ ona sadık olan birkaç kişiden bazılarıydı. Bir diğeriyse suratsız, aksi, şüpheci fakat dürüst bir adam olan dedektif Carmichael’di elbette.

Bileklerimi ovuşturup kan dolaşımımı hızlandırmaya çalışırken, “Psst! Harry!” diye geldi şişman dedektifin sesi, parmaklıklı gömme pencerenin diğer tarafından. Başımı kaldırıp baktığımda son derece kirli bir çift ayakkabıyı ve buruşuk bir kumaş pantolonun paçalarını gördüm.

“Buradayım,” dedim, sesimi fazla yükseltmemeye gayret ederek.

“Biliyorum budala. Başka nerede olacaktın ki? Tut şunu! Murphy yolladı.” Parmaklıkların arasından önce asamı, sonra patlatma çubuğumu, son olarak da pardösümü uzattı. “Gerçi bu süprüntüler ne işine yarayacak bilmiyorum ya…”

“Sen bir meleksin Carmichael,” dedim. “İnsanların cennete gitmek için yeterince çabalamamalarına şaşmamak gerek.”

“Zevzekliği bırak! Başsavcı ve adamları her an seni almaya gelebilirler. Murphy onları oyalamaya çalışıyor, ama çok uzun süreceğini sanmıyorum. Seni oradan çıkarmamız gerek!”

Pardösümü giydim, yakasını düzelttim ve elimi cebime atıp bir parça tebeşir çıkardım. “Dert etme, o sorunu çözdüm bile.”

“Çözdün mü?” dedi Carmichael, gayet kuşkulu bir sesle. “Ne yapacaksın peki?”

“Şarlatanlık.”

Hücremin duvarlarından birine uyuşmuş parmaklarımın el verdiği kadar çabuk bir şekilde bir kapı çizmeye başladım. Her gün karşılaştığınız, dikdörtgen biçimli kapılardan değil elbette; onların yeterli klası, zarafeti ve albenisi yoktur. Benim çizdiğim bir boyut kapısıydı, kenarları hafif yuvarlaktı, zarifti ve etrafı çeşitli rünlerle süslüydü – ya da en azından ellerim uyuşmuş olmasa öyle olacaktı.

“Kahretsin. Harry, birileri geliyor,” diye fısıldadı Carmichael. “Gitmem gerek. Seni oradan çıkaracağız, merak etme!”

Konsantrasyonumu bozmak istemediğimden ona cevap vermedim. Hızla uzaklaşırken kösele ayakkabılarının beton zemin üzerinde çıkardığı takırtıları duydum. Aynı esnada hücrelere açılan koridorun başından bazı bağırış çağırışların geldiğini işittim. Ne dedikleri tam olarak anlaşılmıyordu fakat en yüksek perdeden bağıran sesin Murphy’ye ait olduğu kesindi. Benim için geliyorlardı.

Konsantrasyonumun dağılmamasına gayret ettim, fakat korku ve heyecan bedenimi yavaş yavaş ele geçiriyordu. Parmaklarımın uyuşukluğuna bir de titremeleri eklenmişti. Acele etmeye başladım. Tebeşirim bu gerilime daha fazla dayanamamış olacak ki bir çatırtıyla orta yerinden kırılıverdi. “Kahretsin!”

Sesler artık koridorun içinde yankılanıyordu, kapıyı açmışlardı. Bu da sadece birkaç adım sonra yanıma varmış olacakları anlamına geliyordu. Murphy’nin Pecker ile karşılıklı olarak küfürleştiğini çok net duyabiliyordum. Kırılan parçayı yerden aldım, aceleyle son rötuşları tamamladım, gerekli yerlere birkaç rün daha çiziktirdim, sonra da doğrulup eserime baktım. Eh, tam olarak Mithril Dağları’nın görkemli kapısı gibi gözüktüğü söylenemezdi. Sanki çılgın bir ressam, bir parça Picasso biraz da Dali kullanıp ortaya karışık bir şeyler çizmiş gibi görünüyordu ama işimi görürdü.

Duygular, büyü için kusursuz enerji kaynaklarıdır. Korkunuzu, öfkenizi, neşenizi, hatta üzüntünüzü bile kullanıp büyünüz için gerekli olan enerjiyi toplayabilirsiniz. Gözlerimi kapatıp endişeme odaklandım, duvara uzandım, gerçekliği kavradım ve “Aparturum!” diyerek bir perdeyi aralar misali bu dünya ile ruhlar dünyası arasında bir kapı açtım. Hücreyi parlak renkli, mavi ve yeşil ışıklar kapladı, soğuk bir sis bulutu ayak bileklerime dolandı. Adımımı atıp eşikten geçtim.

Yaklaşan ayak seslerini hayal meyal duydum. Sırıtmadan edemedim. Pecker’ın o kendini beğenmiş yüzünün alacağı şekli merak ediyordum doğrusu.

 

 

8

Büyücülerin elektronik eşyalarla ilgili yaşadığı sorunları size bir kere daha anlatmama gerek yok sanırım. Aynı nedenlerden dolayı kıtalararası seyahatlerde uçak, gemi ve benzeri araçları kullanamadığımızı tahmin edersiniz. Ama bu yaz tatillerinde kıçımızın üzerinde kös kös oturduğumuz anlamına da gelmiyor elbette.

Gerçek dünya ile Yok Diyar, yani ruhlar dünyası arasında bazı yollar vardır. Bir büyücü ölümlülerin dünyasındaki herhangi bir noktadan Yok Diyar’a bir kapı açabilir ve bu yolları kullanarak geleneksel metotlardan çok daha kısa bir sürede başka bir yerde ortaya çıkabilir. Tabii bunun bazı tehlikeleri de yok değildir. Yok Diyar aynı zamanda perilere de ev sahipliği yapar, bu yüzden yolculuklarınız sırasında pek çok cehennemî yaratıkla karşılaşmanız, farklı zaman ceplerine düşmeniz, yanlış yerlere sapmanız ve perilerle sonradan çok pişman olacağınız anlaşmalar yapmaya zorlanmanız mümkündü. Yine de üç kez idam cezasına çarptırılmış biri için o anda bunlar gözüme çok küçük sorunlar olarak görünüyordu.

O gün ilk defa şansım yaver gitti ve hiçbir tehlikeyle karşılaşmadan Sussex’in South Downs bölgesine bakan yemyeşil bir tepenin üzerinde bildiğimiz dünyaya geri döndüm. Chicago’da henüz öğleden sonrası saatleri yaşanmasına rağmen burada güneş batmaya başlamıştı bile. Gökyüzü sarı, turuncu, kırmızı, pembe ve morun çeşitli tonlarına bürünmüştü. Çimler sonsuza dek uzanıyormuş gibi görünüyordu. Yağmur yeni dinmiş olmalıydı, çünkü havada ıslak toprak kokusu asılıydı ve zemin olabildiğince çamurluydu. Neyse ki çizmelerim ayağımdaydı. Bir müddet durup bu muhteşem manzaranın tadını çıkardım, şehrin kirli havasına alışkın ciğerlerimi kocaman bir nefesle doldurdum, ardından East Dean köyünün güneyindeki 12 numaralı evi aramaya başladım.

Evi bulmam çok zor olmadı, civarda pek fazla yerleşim yeri yoktu zira. Deniz kıyısına çok kısa bir mesafede, yeşil bir tepenin üzerine kurulmuş, iki katlı, büyük ama gösterişsiz bir yerdi. Tamamen ahşaptan yapılmıştı, üst katlarında ışık vardı, arka bahçesinde de bir sürü arı kovanı bulunuyordu. Kovanların arasına dalmak istemediğim için – Gördünüz mü? Bazen ben de sağduyulu davranabiliyorum – evin çevresinden dolaştım ve ön kapıya vardım. Posta kutusunun üzerindeki ismi gördüğümde ister istemez kaşlarımı çattım: ‘Profesör Altamont Sherrinford.’

Başımı hayal kırıklığıyla iki yana salladım. Bob yanılmıştı, Sherlock Holmes diye biri yoktu. “Gerçek olamayacak kadar iyiydi,” diye mırıldandım kendi kendime. Öte yandan Bob’un polenler ve arı sütüyle ilgili söyledikleri aklıma geldi, sonra arka bahçede gördüğüm kovanları düşündüm, ardından bir kere daha, bu kez düşünceli bir biçimde kaşlarımı çattım. Bahçe kapısını açıp sundurmaya doğru yürüdüm, asamı yolun yanındaki çalılıkların altına sakladım, patlatma çubuğumu pardösümün içine tıkıştırdım ve zili çaldım. Elektronik bir bülbül neşeyle şakımaya başladı, ama ötüşünün tam ortasında sesi önce bir tür ulumaya, sonra da cızırtıya dönüştü. Ups.

Bir müddet kıpırtısız bir biçimde bekledim, fakat cevap veren olmadı. Bir-iki adım geri çekilip üst kattaki ışıklı pencerelere bir göz attım. Perdeler sanki az önce orada biri varmış da çabucak geri çekilmiş gibi sallanıyordu. Yeniden kapıya döndüm ve kibarca tıklattım. Birkaç saniye sonra tekrar çaldım. Sonunda ihtiyar bir adamın huysuz ve titrek bir sesle bağırdığını işittim. “Tamam, tamam. Patlama! Geldim!”

Birinin ağır aksak bir biçimde merdivenlerden aşağı indiğini duyabiliyordum. Her iki adımının arasından asırlar geçiyordu ve yoğun bir İskoç aksanıyla durmadan şikayet ediyordu. “Kahrolasıca veletler! Azıcık huzuru bile insana çok görüyorlar. Hiç rahat yüzü göremeyecek miyim ben? Ah, belim! Alfred? Alfred! Ah… Şu kahrolası uşak da tam ortadan kaybolacak zamanı buldu. Patlama, geldim!”

Kapı sertçe olması amaçlanan, ama titrek olmaktan öteye gidemeyen bir hareketle açıldı ve ihtiyarlıktan beli iyice bükülmüş, kamburu çıkmış, dağınık beyaz saçlı, koca burunlu, ince bıyıklı, buruşuk tenli bir adam çıktı karşıma. Dudakları sanki arkalarında diş yokmuş gibi büzülmüştü ve cildi yer yer kahverengi lekelerle kaplıydı. Gözleri çok iyi görmüyor olmalıydı, çünkü kim olduğumu anlayabilmek için onları iyice kısması gerekmişti. İki eliyle tuttuğu bir bastona iyice dayanmıştı. Üzerinde oldukça eski görünüşlü, siyah bir takım elbise vardı ve bu bir şekilde oldukça uygun görünüyordu. Bir kır evinde takım elbise giyecek kadar çılgın olan tek millet İngilizler olsa gerekti.

“Ne var?” diye sordu sertçe. Ardından keskin bir öksürük nöbetine tutuldu.

“Şey… Profesör Sherrinford?”

“Hee, benim,” dedi o yoğun İskoç aksanıyla. “Peki sen kimsin? Öğrencilerimden biri değilsin, değil mi? Yoo, o kadar ahmak görünmüyosun. Yoksa seni o kahrolasıca üniversiteden mi yolladılar? Onlara artık okulda ders vermiyceemi söyledim.”

“Şey… Hayır, efendim. Ben üniversiteden değilim.”

“Ne dedin?” dedi bir elini kulağına götürüp öne eğilerek.

“Ben üniversiteden değilim.”

“Ne?”

“DEDİM Kİ, BEN—”

“Bağırma be adam! Sağır mı var karşında?”

Ona gözlerimi kırpıştırarak baktım. “Şey, ben…”

“Kimsin sen? Ne demeye akşamın bu saatinde kapımı çalıyosun?”

Ona çok kısa bir anlığına sinir bozukluğu ve şaşkınlık karışımı bir duyguyla baktım, sonra da konuşmak üzere ağzımı açtım ve öylece kalakaldım. O anda, söylemek üzere olduğum şeyin kulağa ne kadar aptalca geldiğini fark etmiştim çünkü. Ne diyecektim? ‘Ben Harry Dresden. Amerikalı bir büyücüyüm, buraya periler ülkesinden geçerek geldim. Sherlock Holmes’ü arıyorum’ mu? Her ne kadar söylediklerimde bir parça bile yalan olmasa da dürüstlük pelerinini kuşanmak kapının yüzüme sertçe kapatılmasına engel olamazdı.

“Adresinizi bir arkadaşımdan aldım. Adı Bob,” diye girdim sonunda söze. “Çözmem gereken oldukça büyük bir sorunum var ve bana bu dünyada yardımcı olabilecek tek insanın siz olduğunu söyledi.”

Gözlerini biraz daha kısarak bana dikkatle baktı. “Bob diyosun. Öyle birini tanımıyorum, seni de daha önce buralarda hiç görmedim. Beni soymaya falan mı geldin yoksa?”

Evet, hemen soyun.

“Tabii ki hayır,” dedim bezginlikle. Arkasındaki ahşap eve şöyle bir baktım ve, “Çalınacak değerli bir şeyiniz var mı ki?” diye ekledim kaşlarımı alaycı bir şekilde kaldırarak.

“Elbette var!” dedi aksi bir tavırla. “Mesela takma dişlerim. Görmek ister misin?”

“Tanrım, hayır,” dedim yüzümü buruşturarak. “Bakın Bay Sherrinford. Sizinle konuş—”

“Ellerini göster!” diye lafımı böldü.

“Ne?”

“Dedim ki, ellerini göster. Sağır filan mısın sen?”

Ellerimi avuçları aşağı bakacak şekilde ona doğru uzattım. Onlara söyle bir baktı, yüzünü buruşturdu, sonra da, “Ne pislik! Kes şu kahrolası tırnaklarını!” diyerek parmaklarıma bir tokat yapıştırdı. Acıyla bağırıp ellerimi geri çektim.

“Süt çocuğu…” diye homurdandı, ardından bastonundan destek alarak etrafımda bir tur atmaya, bu esnada da gözleriyle beni dikkatle incelemeye başladı. O kadar yavaş hareket ediyordu ki turunu tamamlamadan önce güneşin batıp yeniden doğacağına bahse girebilirdim. Bir taraftan da sanki orada değilmişim gibi beni çekiştiriyordu. “Şu pardösüye de bak hele… Kahrolasıca bir yelken bezi gibi. Ya çizmeleri? Kendini bir sığır çobanı mı sanıyo nedir?”

Dönüşünü tamamlayıp tam önümde durdu ve gözlerimin içine baktı. Bakışlarımı hemen kaçırdım, bu ihtiyar tekeyle Ruh Görüş’ü yaşamak yapmak isteyeceğim son şey olurdu. Hayatımın sonuna kadar takma dişlerini nerede sakladığı, yakın zamanlarda altına kaçırıp kaçırmadığı gibi sevimli ayrıntılarla yaşamak istemiyordum doğrusu.

“Pekâlâ, pekâlâ, geç içeri. Ne yapabileceğimize bir bakalım,” dedi sonunda, bir kolunu boş ver dermişçesine havada sallayarak. Sonra dönüp eve girdi, ben de onu takip ettim. Merdivenlerin başına geldiğinde basamaklara kötü kötü baktı, tekrar yukarı tırmanmayı gözü yememiş olacak ki homurdanarak sağ taraftaki bir çalışma odasına yöneldi. Hemen ardından içeri girdim. İçerideki eşyaların tamamı Viktorya Dönemi’nden kalmış gibi görünüyordu. Eski, büyük, süslü ve ahşap mobilyalar; yaldızlı eşyalar; devasa bir çalışma masası; iki kadife koltuk; antika bir şömine ve birkaç müzelik tablo. Duvarlardan biri boydan boya devasa bir kütüphaneyle kaplıydı, şöyle bir göz attığımda kitapların çoğunun arıcılık üzerine olduğunu gördüm.

“Sana nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyorum doğrusu evlat,” dedi titrek bir sesle, geniş bir pencerenin önünde duran çalışma masasına doğru ilerlerken. “Ama ne yapabileceemize bir bakalım. Sorunun arılarla mı ilgili?”

“Ben… Ne?”

“Arılar! Tanrım… Kafan pek çalışmıyo, di mi?”

Ona zekice bir cevap vermeye hazırlandım. Ama tam o sırada, “Otur,” dedi, masanın önündeki koltuklardan birini göstererek ve ağzımdan çıkan laf umduğum kadar sarsıcı olmadı.

“Ne?”

“Otur, evlat. O-t-u-r. Ah… Neden kendimi yoruyorum ki?” Masanın arkasındaki sandalye güçlükle yerleşip bana dik dik bakmaya başladı. İmajımı daha fazla zedelememek ve üç yaşındaki çocuk muamelesi görmemek adına oturmanın iyi bir fikir olduğuna karar verdim.

“Adım ne demiştin evlat?”

“Harry. Harry Dresden.”

“Pekâlâ, seni dinliyorum Larry,” dedi kuru bir sesle. Sonra yeni bir öksürük krizine tutuldu.

Gözlerimi devirdim ve derin bir nefes verdim. “Senden nefret ediyorum Bob,” diye mırıldandım.

“Duyamadım. Daha yüksek sesle konuş evlat. Ben doksan yaşındayım ve bu kahrolasıca kulaklar artık eskisi kadar iyi çalışmıyo.” dedi, aksanı yüzünden her kelimeyi yuvarlayarak.

“Dedim ki, Sherlock Holmes ismi size bir şey ifade ediyor mu?” diye sordum, konuya balıklama dalarak.

“Holmes mü?” dedi, kısık gözlerini biraz aralayarak. “Sakın bana buraya onu aramak için gelen moronlardan biri olduğunu söyleme!”

“Eee…”

“Of! Arthur Conan Doyle! Mezarında ters dönesin, e mi? O budala karakterinin son istirahatgahı olarak benim evimin kahrolası adresini yazmak zorundaydın sanki!”

Ve işte hikayenin sonu. Holmes diye biri yoktu, hiçbir zaman da var olmamıştı. İhtiyar söylenmeye devam ederken başımı ellerimin arasına aldım ve kafamı iki yana salladım. Bu davayı çözemeyecek ve elektrikli sandalyeye mahkum edilecektim. Tabii daha önce Beyaz Konsey’in Bekçileri beni yakalamaz ve kellemi omuzlarımdan ayırmazsa… Belki de ortak düşmanları zavallı Harry’ye karşı memnuniyetle ittifak kurar, beni birlikte avlar ve ödülü aralarında paylaşırlardı. Yani Konsey kafamı uçurur, hükümet de vücudumun geri kalanını elektrikli sandalyede kızartırdı. Tek tesellim Murphy’nin işini kaybettiğini, hapse düştüğünü ve hayatının geri kalanını sürünerek geçirdiğini görmeyecek olmamdı. Ne büyük mutluluk ama…

“Hem sen Sherlock Holmes’ü niye arıyosun ki?” diye sordu ihtiyar, söylenmeye devam ederken. “Tamam, biraz geri zekâlı olabilirsin fakat o kaçıklara hiç ama hiç benzemiyosun.”

“Uzun hikâye ihtiyar,” dedim. “Anlatsam da inanmazsın.” Gitmek için ayaklandım.

“Sorununun arılarla ilgili olmadığına emin misin?”

“Evet, eminim!” diye bağırdım, adamın zırvalarına daha fazla katlanamıyordum. Sinirliydim, hayal kırıklığına uğramıştım, çaresizdim ve öfkemi çıkaracak birine ihtiyacım vardı. Yaşlı teke ise elimin altındaki tek adaydı. “Sorunumun ne kahrolasıca arılarınla ne de o ihtiyar kıçınla bir ilgisi var. Karındeşen Jack’in fütüristik bir versiyonu şehrimde dehşet saçıyor, aşağılık herifin işlediği bütün suçlar üzerime kalıyor, idam cezasına çarptırılıyorum ve temsil ettiğim insanlar kılımı kıpırdatırsam beni öldürmekle tehdit ediyor.” Kollarımı iki yana açıp öfkeyle haykırdım. “Ve ben burada oturmuş bunak bir arı profesörüyle çene çalıyorum!”

“Palandöken Jack diye birini tanımıyorum,” dedi Profesör Sherrinford, dalgın bir sesle.

“Karındeş— ah, boş ver!” diye hırladım, sonra da kapıya yöneldim. “Elveda ihtiyar!”

“Öte yandan…”

Olduğum yere çakılıp kaldım. Profesörün ağzından çıkan bu son iki kelime o kadar farklı, güçlü ve enerjik bir sesle söylenmişti ki ağzım açık kalmıştı. Hızla o tarafa döndüm ve gözümün önünde gerçekleşen değişimle şaşkına döndüm.

O güne dek insansı kabuklarını yırtarak dönüşüm geçiren vampirlere, vücudundan kıllar fışkırarak kurtadama dönüşen insanlara ve pek çok biçim değiştiren yaratığa rastlamıştım. Fakat hiçbirinin dönüşümü beni yaşlı adamınki kadar etkilememişti. Ellerini masaya dayayarak hızlı, dinç ve enerjik hareketlerle ayağa kalktı. Kamburu yok olmuştu, beli artık bükük değildi; dimdik duruyor, jilet gibi görünüyordu. Gözleri kısık değil, parlak ve kurnazdı; dudakları buruşuk değil oldukça düzgün ve her nasılsa küstahtı. Vücudu titremiyor, hareketleri aksamıyordu. İskoç aksanından eser bile kalmamıştı, aristokratlara yakışır bir İngilizce ile konuşuyordu: oldukça soğuk, mesafeli ve hastalık derecesinde kurallara uygun.

“Öte yandan, sevgili bayım, gerçekten de yardımıma ihtiyacınız olduğunu görebiliyorum.”

 

9

Ben bakarken adam sağ eliyle dağınık saçlarını geriye yatırdı, sol eliyle ise o koca burnunu ve bıyığını çekip çıkararak – görünüşe göre ikisi de takmaydı – kartal gibi bir burnu gözler önüne serdi. Ardından elini çalışma masasının çekmecesine attı ve bir kutu ıslak mendil çıkardı. Medeniyet. Yaşasın!

O ıslak mendille yüzündeki benekleri ve kırışıklıkları silip atarken ona öylece bakmayı sürdürdüm. Artık taş çatlasa yetmişine merdiven dayamış biri gibi görünüyordu, fakat hareketleri yirmilik delikanlılarınkinden bile daha dinçti. Bu o’ydu. Evet, çok yaşlanmıştı, ama o’ydu işte. Tıpkı kitaplarda anlatıldığı gibiydi: kartal gibi bir burun, keskiyle yontulmuş gibi düzgün yüz hatları, upuzun bir boy ve zekayla ışıldayan gözler. Efsanevi Sherlock Holmes tam karşımdaydı. Heh. Bir de artık hiçbir şey beni şaşırtamaz derdim.

“Bu küçük oyunumu mazur görün lütfen. Tahmin edebileceğiniz gibi, sevgili Watson gizlenme evimin adresini güncelerinden birinde açıkça ilan ettiğinden beri pek çok davetsiz konuğum oluyor. Bunca yıl sonra bile… Bu nedenle yıllardır Altamont Sherrinford rolünü oynuyorum.”[5] Ellerindeki benekleri de sildikten sonra mendili çöpe attı, sonra da ceketinin cebini karıştırmaya başladı. “Aslına bakarsanız ilk düşündüğüm şey sizi etkisiz hâle getirip polise teslim etmekti. Sonuçta insan hapisten yeni kaçmış birine hemen güvenemiyor.”

Ona kaşlarımı çatarak baktım. “Bunu da nereden çıkardınız?” dedim, otomatikman savunmaya geçerek.

“Bileklerinizdeki kelepçe izlerinden elbette,” dedi. “Uzun süre takılı kalmış olmalılar, izleri hâlâ tam olarak geçmemiş.”

Refleksif olarak bileklerimi kontrol ettim ve haklı olduğunu gördüm. “Bu yüzden sundurmadayken ellerimi göstermemi istediniz,” diye fikir yürüttüm.

Yüzünde hızla gelip geçen, kendinden gayet memnun bir tebessümün izi gördüm. Ceketinin cebinden bir pipo çıkarttı, içine biraz tütün doldurdu, bir kibrit yardımıyla yaktı ve havaya bir duman halkası yolladı. “Yaşlı ve huysuz bir ihtiyar kılığında dolaşmanın ne kadar işe yaradığını bilseniz şaşarsınız,” dedi. “Öte yandan Amerikalı bir büyücüyü kapıma kadar getiren meselenin ne olduğunu merak etmeden de duramadım. Sizi bu yüzden içeri davet ettim.”

Maske filminde kahramanın şaşkınlığını nasıl ifade ettiğini bilir misiniz? Çenesi ardına kadar açılıp tam anlamıyla yere düşer ve gözleri bir dürbün misali yuvalarından fırlar. Herhalde o anda tam olarak böyle görünmüş olmalıyım. “Bu inanılmaz! İyi ama nasıl bildiniz?” diye sordum hayretle. Okuduğum onlarca Holmes romanında, dedektifin karşısına çıkan tüm müşterilerin sarf ettiği sözlerin birebir aynısını tekrar ettiğimin farkında bile değildim. Kendimi en yakındaki koltuğa zor attım.

Bu kez açık açık gülümsediğini görebiliyordum. Sıcak ya da sevecen bir tebessüm değildi bu; mesafeli, soğuk ve kayıtsızdı fakat arkasında büyük bir tatmin, belki bir parçada özlem hissi yattığını görebiliyordum. Anlaşılan eski yeteneklerini kaybetmediğini görmek, onları yeniden sergileyebilmek ve karşısında oturan kişiyi hayrete düşürmek ihtiyar dedektifi çok keyiflendirmiş, bir o kadar da gururlandırmıştı.

“Aslında son derece basit,” diye başladı konuşmaya. Nedense söze böyle gireceğini çok iyi biliyordum. “Aksanınız sizi kolaylıkla ele veriyor. Amerikalıların o hızlı, kaba ve inceliksiz İngilizcesiyle konuşuyorsunuz. Sesli harfleri kullanış biçiminize ve sert ünsüzlere yaptığınız vurgu şekline bakarak Illinois eyaletinden olduğunuzu anlayabiliyorum. Hatta biraz ileri giderek Chicago deme riskini bile göze alabilirim.”

Cehennemin çanları…

“Eğer bilmek içinizi rahatlatacaksa büyücü olduğunuzu anlamam o kadar kolay olmadı. İlk dikkatimi çeken şey çizmeleriniz ve paçalarınızdaki turuncu renkli çamurlar oldu. Bu çamur, bu yörede yalnızca arkamızdaki tepelerde, Eastbourne tarafında bulunur. O yöndeyse büyük bir hayvan çiftliğinden başka bir şey yoktur, dolayısıyla oradan gelmiş olmanız hiç de akla yatkın değildi. Tabii bir uçaktan ya da helikopterden atlamadıysanız… Fakat geldiğiniz yön kesinlikle orasıydı ve itiraf etmem gerekir ki merakımı iyice cezbeden de bu oldu. Oraya nasıl gelmiştiniz? Bu yüzden sizi ufak bir teste tabi tuttum. Gözlerinize baktım ve siz onları kaçırdınız Bay Dresden. Büyücüleri, bunu yapmanızın nedeninin Ruh Görüşü denen yeteneğinizi başlatmamak olduğunu bilecek kadar iyi tanıyorum.”

Cehennemin yıldızları ve taştan çanları…

“Tabii sadece basit bir göz kaçırmayla yetinecek değildim, ben işimi sağlama almayı severim. Yine de sonraki ipuçlarını birleştirmek benim için zor olmadı. Minyatür ortaçağ kalkanlarından yapılma sıra dışı bileziğiniz, pardösünüzün içine acemice gizlenmiş sihirli değneğiniz ve zilimi çalmadan önce çalılarımın altına sakladığınız asanız. Hep söylediğim gibi: imkânsızı çıkardığınızda elinizde kalan şey gerçeğin ta kendisidir. Siz bir büyücüsünüz Bay Dresden.”

Cehennemin kutsal yıldızları ve lanet olası taştan çanları… Bu şekilde anlattığı zaman gerçekten de kulağa çok basit geliyordu. Her şey gün gibi ortadaydı. Bir de zeki biri olduğumu düşünürdüm. Oysa geçimimi özel dedektiflik yaparak kazanmama rağmen karşısında oturmuş, hayatında ilk kez ateş gören bir mağara adamı gibi ona bakıyordum.

“Şimdi…” dedi piposundan derin bir nefes daha alıp koltuğuna rahatça kurulduktan sonra. “Bana olayları bütün detaylarıyla anlatmanızı istiyorum.”

 

10

Güneş, Chicago’nun üzerinde alçalmaya henüz başlamıştı. Bir polis arabası, sirenlerini öttürerek yanımızdan geçerken hızla bir ara sokağın gölgelerine daldık ve tehlikenin geçmesini bekledik. Avcı şapkasını ve karolu paltosunu giymiş olan Holmes hemen yanı başımda piposunu tüttürüyordu. Pek fazla konuşmuyordu. Etrafa, şehre, arabalara, otobüslere, reklam panolarına, gökdelenlere, taksilere, insanlara kısacası her şeye dikkatle bakıyor, kafasında bir şeyleri tartıyor ve arada, “A-ha!” veya, “Enteresan,” ya da “Âlâ,” gibi kısa cümleler kuruyordu. Belki de tüm bu modern dünya zamazingoları onun için fazlasıyla şaşırtıcıydı. Ya da belki Yok Diyar üzerinden Chicago’ya yaptığımız yolculuğun etkisini tam olarak atlatamamıştı. Veya bu onun normal ruh hâliydi. Nereden bilebilirdim ki? Daha önce hiç on sekizinci yüzyıl Londra’sında doğmuş biriyle karşılaşmamıştım.

Benimle gelmesine şaşırmıştım doğrusu, sanırım sadece birkaç tavsiye verip gözlemde bulunmasını beklemiştim. Fakat ben sözümü tamamlar tamamlamaz üst kata çıkmış ve yolculuk için hazırlanmaya başlamıştı. Galiba uzun zaman sonra karşısına çıkan bu macera fırsatı onu heyecanlandırmıştı. Ama o kadar mesafeli ve anlaşılmaz biriydi ki ne düşündüğünü çoğu zaman anlayamıyordum. Muhtemelen Mr. Spock bile onunla karşılaştırıldığında bir sevgi yumağı gibi kalırdı.

Ekip arabası iyice uzaklaştıktan sonra gizlendiğimiz yerden çıktık ve en yakındaki telefon kulübesine doğru yarı-koşar adımlarla ilerledik. İş çıkış saati olduğu için kaldırımlar son derece kalabalık, ana caddelerdeki trafik ise her zamanki gibi sıkışıktı. Daireme ya da büroma gitme riskini göze alamıyordum. Muhtemelen ortadan kaybolduğum fark edilir edilmez her ikisi de polisler ve federal ajanlar tarafından gözetlenmeye başlamıştı. Aynı sebepten ötürü Murphy’nin yanına da gidemiyordum, zaten başına yeterince dert açmıştım. Büyük ihtimalle telefonu da dinleniyordu. Bu yüzden beklenmeyeni yapmaya karar verdim. Cebimdeki son bozuk parayı makineye attım, numarayı tuşladım ve ahizeyle birlikte mümkün olduğunca cihazdan uzaklaşarak beklemeye başladım. Birkaç saniye sonra Carmichael’in genizden gelen sesi duyuldu.

“Dedektif Carmichael?”

“Ron. Benim. Şarlatan.”

Hızla toparlanıp dik oturur konuma geçtiğini işittim. “Lanet olsun Ha…Iıı… hayvan herif, nerelerdeydin? Seni çok merak ettik.”

“Bal arılarını izlemeye gittim,” dedim.

“Ne?”

“Boş ver şimdi. Dinle beni, bana bir kahve sözün vardı. Bu akşama ne dersin?”

“Şimdi mi?”

“Evet. Her zamanki yerde.”

“Pekâlâ,” dedi bir müddet sessiz kaldıktan sonra. “Orada olacağım.”

McAnally’s büromdan birkaç blok ötedeki bir bar ve et lokantasıdır. Yapacak başka bir işim olmadığında ya da sıcak bir yemeğe harcayacak birkaç kuruşa sahip olduğumda oraya giderim. Mekânın sahibi olan Mac biz büyücülere ve elektronik eşyalarla yaşadığımız sorunlara alışıktır. McAnally’s’de televizyon, klima, müzik kutusu, CD çalar, mikrodalga gibi teknolojik eşyalar yoktur. Ortam tavan vantilatörleriyle havalandırılır, yemekler odun fırınında pişer, müzikse otomatik bir piyano vasıtasıyla sağlanır. Tavanı alçaktır, bu yüzden benim – ya da Holmes – gibi uzun boyluysanız tavan vantilatörlerine dikkat etmeniz gerekir. İçeride on üç masa, on üç pencere, on üç bar taburesi, on üç ayna ve on üç ahşap sütun bulunur. Bu kasıtlı olarak seçilmiş bir sayıdır, bu sayede büyücülerin yanlarında getirdikleri artık büyü enerjileri etrafa dağılır.

İçeri girer girmez mekânın gözde yemeği olan biftekle kızarmış patateslerin kokusu burnuma çarptı ve midem vahşi bir hayvan gibi kükredi. Hemen Holmes’e kaçamak bir bakış attım ve yaşlı adamın tek kaşını kaldırmış bir biçimde bana baktığını gördüm. Yüzümün kızardığını gizlemek için hızlı adımlarla bara ilerledim ve taburelerden birine alelacele oturup diğer müşteriler tarafından tanınmamak için başımı öne eğdim. Bu arada Holmes de yanımdaki tabureye yerleşip etrafı dikkatle süzmeye başlamıştı, bir taraftan da piposunu tüttürmeye devam ediyordu. Kim bilir o anda ortamdaki kaç kişinin soyağacını çıkarmakla meşguldü.

Barın sahibi bize yaklaştığında, “Selam Mac,” dedim.

“Hı,” dedi Mac. Her zamanki gibi çok konuşkandı.

Etrafa kaçamak bir bakış atarak, “Bugün beni soran oldu mu?” diye sordum.

“Hı,” dedi. “Polisler.” Holmes’e dik dik baktı. “Deden mi?”

Çok şükür ki hayır, diye geçirdim içimden. “Hayır, bu…”

“Sigerson,” diye çabucak araya girdi Holmes. “Adım Sigerson, Norveçli bir gezginim.”[6]

Mac düşünceli bir biçimde ona bakmayı, Holmes ise parlak gözleriyle diğer müşterilerin özel hayatını didiklemeyi sürdürürken, “Aynasızlar hâlâ burada mı Mac?” diye sordum.

“Hayır,” dedi Holmes. “Hiç federal ajan da yok. Sadece ikisi kadın, sekiz büyücü ve bir çırak.”

Ona bunu nasıl bildiğini sormaya gerek görmedim. “Güzel,” dedim. Karnım yine guruldadı. “Senden bir iyilik isteyebilir miyim Mac?”

“Hı,”

“Arka tarafı kullanabilir miyiz? Az sonra dostlarımdan biri gelecek. Bir polis. Göz önünde durmak iyi bir fikir olmayabilir. Ama başını belaya sokmak istemezsen—”

Lafımı bitirmeme fırsat kalmadan Mac elini cebine attı ve paslı bir anahtarı bar tezgâhının üzerine bıraktı.

“Sağ ol Mac,” dedim sandalyemde doğrularak. Beni takip etmesini söylemek üzere Holmes’e dönmüştüm ki çoktan ayaklandığını gördüm. Bir iç çekerek arka odaya ilerledim.

Mac’in dinlenmek için kullandığı ufak bölmeye girmiş ve kendimizi derme çatma koltuklara yeni atmıştık ki Carmichael neredeyse hemen ardımızdan içeri girdi. Tanınmamak için kafasına siyah bir beyzbol şapkası geçirmişti. Üzerinde eski bir eşofman altı ve yemek lekeleriyle dolu bir tişört vardı. Nedense bu hâlini hiç yadırgamadım, onu temiz giysilerle görsem şaşkınlıktan küçük dilimi ekmek arası biftek yapıp kızarmış patatesle birlikte bir güzel mideye… Gurrrr!

Her ikisi de dönüp bana baktı. Kollarımı iki yana açıp ‘ne var?’ dermişçesine başımı iki yana salladım. Sonra da iştahla yutkundum. Salyalarımın akmadığını sadece ümit edebiliyordum.

Yüzünü buruşturan Carmichael, “Tanrı aşkına Dresden. Sen acınası bir zavallısın,” dedi. Ardından dışarı çıktı ve yaklaşık on beş dakika sonra yanında Mac ile beraber içeriye üç tepsi yemek getirdi. Gözlerim o anda mutlulukla ışıldamış olabilir.

“Tanrım, Ron. Sen bir meleksin!” dedim.

“Biliyorum, biliyorum. Bu yüzden kimse cennete girmek için çabalamıyor, değil mi?” dedi Carmichael kendi esprimi bana satarak. “Ayrıca sen ödüyorsun, çünkü hepsini senin hesabına yazdırdım. Değil mi Mac?”

“Hı,” dedi Mac, sonra da arkasındaki kapıyı açıp bara geri döndü.

Şişman dedektife kaşlarımı çatarak baktım ama midemde çalan savaş tam-tamları yüzünden buna uzun süre devam edemedim. Büyük bir iştahla yemeklere saldırdım. Carmichael ile hızlı yemek yeme yarışına girmiş gibiydik. Lokmaları dişlerimizle koparıyor, iyice çiğnemeden yutuyor ve üzerimize yağ sıçratıyorduk. Holmes ise çatal bıçak takımını büyük bir titizlikle kullanıyor, lokmalarını kibarca çiğniyor ama her nasılsa bize yetişmeyi başarıyordu.

“Beni buraya neden çağırdınız?” diye sordu Carmichael sonunda, tıka basa dolu bir ağızla.

Holmes’e bir göz attım, lokmamı yuttum ve, “Bir afetle randevumuz var,” dedim. “Şehir morgunda.”

 

11

Chicago Şehir Morgu, şehir merkezinin biraz batısında yer alan, hem polis karakolundan hem de evlerimizden oldukça uzakta bulunan bir yerdi. Bizi burada aramak benim – hatta belki de Holmes’ün – bile aklıma gelmezdi, bu yüzden tesise gelirken yolda herhangi bir engel ya da sorunla karşılaşmadık. Kapıda bizi otuzlarının başlarında görünen, dağınık saçlı bir güvenlik görevlisi karşıladı. Yaka kartına bakılacak olursa adı Barney’di. Herhangi bir tatsızlık çıkması olasılığına karşı kendimi hazırladım ve adamı etkisiz hâle getirecek büyülerimden birini hazırda tuttum. Fakat Carmichael’in rozetini göstermesi yeterli olmuştu. Görevli kıyafetlerimize garipseyerek baktı. “Özel görevdeyiz,” diye kestirip attı dedektif.

Adam omuzlarını silkip bizi içeri aldı, birine telefon etti, sonra da aşağı inebileceğimizi ve nöbetçi doktorun bizimle ilgileneceğini söyledi. Carmichael de ona teşekkür edip bodrum kata inen asansörlere ilerlemeye başladı. Tereddüt ederek durdum.

“Bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum,” dedim.

“Neden o? Yoksa klostrofobin mi var?” diye sordu Carmichael alayla. “Haydi Dresden, korkma. Elini tutarım.”

“Çok komiksin Ron,” dedim sıkılgan bir tavırla. “Eğer bu şeye binersem kesinlikle bozulacaktır, çünkü büyü ve teknoloji yan yana geldiğinde—”

“Of, tanrı aşkına! Bırak artık şu saçmalıkları, büyü diye bir şey olmadığını hepimiz biliyoruz!”

“Eh, bu geceyi asansörde benimle birlikte geçirmeye razısın öyleyse?”

Carmichael kaşlarını çattı. “Hayatta olmaz!”

“O hâlde merdivenleri kullanıyoruz,” dedim muzafferane bir tavırla.

“Hayır,” dedi Carmichael sırıtarak. “Merdivenleri sen kullanıyorsun, biz asansörle iniyoruz. Haydi Bay Sigerson.”

“Ne, ama bu—”

“Üç kat aşağıda görüşürüz Dresden!” dedi şişman dedektif ve kapılar minik bir çınlama eşliğinde kayarak kapandı.

“Kahretsin!”

Koşarak yan taraftaki merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Oraya onlardan önce varmak ve asansörden çıktıklarında karşılarında dikilip onlara nanik yapmak istiyordum. Biliyorum, kulağa çok çocukça geliyor ama ben inatçı bir adamımdır ve son sözü daima ben söylemek isterim. Ayrıca eğlenceli bir fikir olduğunu da inkar edemezsiniz. Basamakları ikişer-üçer inip arada bir-iki düşme tehlikesi yaşadım, üçüncü kata vardığımda nefes nefese kalmıştım ama asansörün kapıları hâlâ kapalıydı. Sırıtarak ellerimi dizlerime dayadım ve biraz soluklanmaya çalıştım. Derken tam arkamdan Carmichael’in o genizden gelen sesi duyuldu.

“Neden bu kadar geciktin Dresden? Beklemekten ağaç olduk.”

Omzumun üzerinden geriye baktığımda ikilinin çoktan asansörden çıkmış ve ana koridorda beni beklemeye başlamış olduğunu gördüm. Lanet olsun. Bazen ne yaparsanız yapın kazanamazsınız, özellikle de adınız Harry Dresden ise…

O esnada koridordaki kapılardan biri açıldı ve nöbetçi doktor dışarı çıktı. Kısa boylu, hafif kambur ve zayıf biriydi. Başının her iki yanındaki bir tutam beyaz saç hariç tamamen keldi. Siyah çerçeveli kalın bir gözlüğü vardı.

“Lamarr? Sen misin?” diye sordu, ince bir sesle. Tek eliyle gözlüğünü düzeltip bize ikinci bir kez, dikkatle baktı. “Ah, ziyaretçiler. Tabii ya, nasıl unutabildim? Bu tarafa lütfen,” dedi. “Ben Doktor Kleiner, size nasıl yardımcı olabilirim?”[7]

Carmichael rozetini göstererek bir adım öne çıktı. “Norma Jean Robertson’ı görmek için buradayız.”

“Elbette, elbette. Norma Jean…” Kafasını kaşıyıp biraz düşündü. “Nereye koymuştuk onu?” diye sordu kendi kendine, dalgın bir sesle. “Hah, hatırladım! Bu taraftan.”

Koridorun sonuna kadar yürüyüp çift kanatlı geniş bir kapıdan geçtik ve ceset dolaplarıyla dolu bir odaya girdik. Doktor çok geçmeden Marilyn’in cansız vücudunu bir inceleme masasına yatırdı.

Beni oldukça şaşırtan bir şekilde Marilyn, ya da gerçek adıyla Norma Jean, gerçekten de sarışındı. Marilyn Monroe kadar güzel değildi belki, yanağında da tatlı ve küçük bir beni yoktu, fakat kesinlikle çok hoş görünen bir kadındı. Ya da en azından bir zamanlar öyleydi. Karnı boydan boya yarılmıştı; yüzünde taksi şoföründe gördüğüm o şaşkın ifadenin aynısı vardı, ağzı ve gözleri ardına kadar açıktı.

“Tanrım!” dedi Carmichael. “Suratındaki bu ifade de ne böyle?”

Doktor Kleiner omuz silkti. “Ne yapsak fayda etmedi, bunu değiştiremiyoruz.”

“İlginç. Çok ilginç,” dedi Holmes, ona yakından bakarken. Bense bunu ürkütücü bulmuştum. Bir korku filmi izlerken ölmüş ve sonsuza kadar o sahneyi izlemeye mahkum olmuş gibi görünüyordu.

Eline bir çift steril eldiven takan Holmes kadının vücudunu dikkatli bir şekilde incelemeye başladı. Önce el ve ayak bileklerine, sonra boynuna, ardından da tırnaklarının içine baktığını gördüm. Doktor onu merak ve memnuniyet karışımı bir ifadeyle, sanki bir ustayı işbaşında izlemenin hazzıyla seyrediyordu. Sonunda dayanamayıp ihtiyar dedektifin yanına yanaştı ve, “Bileklerini ve boynunu kontrol ettik,” dedi. “Herhangi bir boğuşma izi yok, tırnaklarının içinde yabancı bir deri parçası bulamadık. Ayrıca kanında da hiçbir uyuşturucu madde izine rastlanmadı.”

Holmes, adama küçük ve mesafeli bir tebessüm göndererek, “Teşekkür ederim doktor,” dedi. Ardından maktulün karnındaki çirkin yaraya odaklandı. Bir an gözlerinin ilgiyle parladığını, dudaklarını hafifçe birbirine bastırdığını görür gibi oldum fakat o kadar kısa sürdü ki gerçek olup olmadığından emin olamadım.

“Eğer mümkünse diğer maktulleri de görmek isterim,” dedi sonunda.

“Elbette,” dedi doktor. “Bu taraftan lütfen, yeni olmayanları taze kalmaları için arka tarafta tutuyoruz.”

Tekrar koridora çıktık ve başka bir kapıya doğru ilerlemeye başladık. Bu esnada Carmichael homurdanarak, “Burada neden vakit kaybettiğimizi anlayamıyorum,” diye homurdandı. “Tüm tetkikler, araştırmalar ve incelemeler yapıldı. Bu insanların bize söyleyebileceği başka bir şey yok.”

“Anladığım kadarıyla ilk cinayetler iki ya da üç gün önce işlenmiş, bu yüzden olay mahallerine gitmenin hiçbir anlamı yok,” diye yanıtladı Holmes. “Üç gün sonra oraya gidip de bir şey bulmaya çalışmak abes olur. Polislerin, ipucu toplama adını verdiği curcuna sırasında delilleri acemice silmesi zaten yeterince can sıkıcı.”

“Delilleri acemice silmesi mi?” dedi Carmichael bana bakıp. “Ne sanıyor bu herif kendini, Sherlock Holmes falan mı?”

İstemsizce sırıttım. “Neden bahsettiğin hakkında en ufak bir fikrin bile yok Carmichael.”

Doktor ve Holmes eşikten geçerken, “Öyle mi?” dedi Carmichael bana doğru eğilerek, “Ne düşünüyorum, biliyor musun?”

“Ne?”

“Dedenin de senin gibi bir üçkağıtçı olduğunu.”

“O benim dedem değil,” dedim. “Ayrıca kendisi çok tanınmış bir danışman dedektiftir.”

“Ne olmuş yani? Sen de danışman büyücüsün. Bu da bana ikinizin de aynı kefeye girdiğini gösteriyor.” Ona kaşlarımı çatarak baktım. O ise omuz silkmekle yetindi.

Odaya girdiğimizde daha çok ceset dolabı, otopsi aletleri ve yan yana konmuş birkaç tıbbi masayla karşılaştık. Doktor Kleiner, “Lamarr? Lamarr! Ah, nereye gitti bu hademe? Tam işe yarayacağı sırada ortadan kaybolur zaten,” diye söylendi. “Sanırım sizlerden birinin yardımına ihtiyacım olacak.”

Holmes hiç oralı olmadı, Carmichael ise kendini birdenbire duvardaki yangın talimatlarını hararetle okumaya kaptırıverdi. Derin bir iç çektim ve doktora yardım etmek için ileri çıktım. Çok geçmeden üç masanın üzerine üç ayrı cansız beden yatırdık. Beyaz kumaşlarla sarılı olmalarına rağmen ciltlerinin soğuğu içime işliyordu ve garip bir biçimde hafiftiler. Sanki içleri boşalmış birer kabuktu taşıdıklarımız.

Doktor, maktullerin baş tarafındaki düğümleri çözerek her birinin yüzünü açığa çıkardı. İçlerinden birini tanıyordum, Mohawk saçlı taksi şoförüydü. Onun yanında siyah tenli, kıvırcık saçlı, etine dolgun, orta yaşlı, kısa boylu, anaç bir kadın uzanıyordu. Onun yanındaysa saçı sakalı birbirine karışmış, uzun boylu, esmer tenli, ihtiyar bir berduş yatıyordu. Üçü de hafif mavimsi bir renkteydi, dudakları mora çalıyordu. Her birinin yüzünde o şaşkınlıkla karışık dehşet ifadesi vardı, gözleri ve ağızları sonuna kadar açıktı.

Doktor elindeki dosyaya bakarak, “Travis Brickless,” dedi ve bir eliyle taksi şoförünü gösterdi. “Geçen yıl ordudan ayrılmış ve taksi şoförlüğü yapmaya başlamış. Bekar. Yakın akrabası yok.”

“Parkın içindeki takside bulduğumuz adam buydu,” diye araya girdim.

“Kate Morrison,” diye okudu doktor, zenci kadını göstererek. “Güney Michigan Caddesi üzerindeki küçük bir lokantada garsonluk yapıyormuş. İki çocuk annesi.”

“Lokantanın erkekler tuvaletinde ölü bulunmuş,” diye ekledi Carmichael.

Kaşlarımı kaldırarak, “Erkekler tuvaleti mi?” diye sordum.

Omuzlarını silkip, “Amerika’ya hoş geldin,” dedi.

Konuşmalarımıza aldırmayan doktor esmer adamı işaret etti. “Ve bu da evsiz bir ihtiyar. Adının Parry olduğu dışında hakkında çok fazla şey bilmiyoruz.”

“Liman bölgesinde takılan ayyaşlardan biri işte,” diye kestirip attı Carmichael. “O da aynı lokantanın bir sokak aşağısındaki çöp konteynırlarının içinde bulundu.”

“Bir yerde iki ceset mi?” diye sordum kaşlarımı çatarak. “Bana daha önce bundan bahsetmemiştiniz.”

“Bilmen gerekmiyordu,” dedi Carmichael. “Ayrıca ne fark eder ki? Bu üç gün önceydi.”

“Kollarda morluk, vücutta boğuşma izi veya kanda uyuşturucu yok. Aynı semptomlar, aynı bulgular,” dedi doktor. “Ama onları incelemekte ısrar ederseniz…”

“Gerek yok,” dedi Holmes. “Sadece karın bölgelerinin içini görmem gerekiyor.”

“İçi mi? İyi ama orada bir şey yok ki. Tamamen boş.”

“Kesinlikle. Zaten ilgimi çeken de bu.”

Doktor, bir makas yardımıyla örtüleri keserken, “Bakın, tekrar ediyorum. Bu boşa zaman kaybı,” dedi Carmichael. “Onları araştırdım. Akrabalıkları yok, tanışmışlıkları yok, sosyal statüleri tamamen farklı. Rasgele işlenmiş dört ayrı cinayet, hepsi bu.”

Fakat yaraları inceleyen Holmes’ün yüzünde bu kez başka bir şeyle karıştırılmayacak bir tebessüm gördüm.

“Ne buldunuz Bay Sigerson?” diye sordum merakla.

“Başından beri yanlış iz üzerinde olduğunuzu Bay Dresden,” dedi gayet sakin bir ses tonuyla. “Bir şey bu insanları öldürüp karınlarını yarmamış, o şey bu insanların içinden çıkmış.”

“Ne yapmış ne?” dedim.

“Eğer yakından bakarsanız bunu siz de görürsünüz. Vücudun içinde pençe izleri var, özellikle de karın bölgesinde. İşte tam burada.”

O tarafa doğru bir-iki hızlı adım attım ve gösterdiği yere baktım. Burnuma çarpan sigara kokusuna bakılırsa Carmichael de omzumun üzerinden aynı şeyi yapmakla meşguldü. Ve ihtiyar kurt haklıydı, vücudun iç kısmında gerçekten de pençe izleri vardı. Tüm o kan ve parçalanmış organlar temizlenince bunu görmek daha da kolay olmuştu.

“Yıldızlar adına…” diye mırıldandım.

“Tüm bunlar ne anlama geliyor?” diye sordu Doktor Kleiner. Kafasının karıştığı ve biraz da korktuğu her hâlinden belli oluyordu.

“Bela,” diye homurdandım.

“Sanırım bu noktadan sonra iş sizin uzmanlık alanınıza giriyor Bay Dresden,” dedi Holmes, steril eldivenlerini çıkarıp çöpe atarken. “Yanınızda yaratığın türünü tespit edebileceğimiz bir kitap veya herhangi bir kaynakça var mı?”

“Üzgünüm. Mahluk Larousse ciltlerimi öbür pantolonumun cebinde unutmuşum,” dedim alaycı bir tonla. “Ama cevabı kimden alabileceğimizi biliyorum. Gelin benimle.”

 

 

12

Tam tahmin ettiğim gibi dairemin önünde bekleyen bir polis aracı vardı. Sadece iki kişiydiler ve görünüşe göre vakitlerini arabanın içinde poker oynayarak geçiriyorlardı. Park alanındaki sokak lambası her zamanki gibi arızalıydı – bilin bakalım neden? – bu yüzden çevreyi aydınlatan tek şey tepemizde asılı olan ayın solgun ışığıydı. Yine de fark edilmeden geçmek imkânsızdı.

Poker oynayan polislere dikkatli bir biçimde baktım. “Eğitiminizin bir parçası mı?” diye sordum Carmichael’e. Tam olarak anlayamadığım bir şeyler homurdandı, ama o bile keyifle sırıtmama neden oldu.

“Sana ne öğrendiğimizi göstereyim,” dedi, lekeli tişörtünü düzeltti, eşofman altını çekiştirdi ve kararlı adımlarla arabaya doğru yürümeye başladı.

“Ne yapıyor bu?” dedim, arkasından bakıp kaşlarımı çatarak.

“Bizim için yolu temizliyor sanırım,” dedi Holmes, yüzünde takdir dolu bir ifadeyle.

Carmichael arabanın yanına vardı, kapıyı sertçe açtı ve tüm mahalleyi ayağa kaldıracak bir sesle gürledi. “Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz, ha? Çaylaklar!”

İki memurun da yerlerinde sıçradığını ve iskambil destesinin havaya saçıldığını görebiliyordum. Her iki adam da arabadan hızla inip Carmichael’in önünde esas duruşa geçti, sırtları bize dönüktü. Şişman dedektif ise uzun ve öfkeli bir tirada başlamıştı bile.

Ses çıkarmamaya dikkat ederek park alanını geçtik, ön kapıma inen birkaç basamağı indik ve daireme ulaştık. Bir mum yakmaya cesaret edemediğim için annemin beş köşeli yıldız muskasını kavradım, irademin bir kısmını ona yönlendirdim ve mavi bir ışıkla parlamasını sağladım.

Laboratuarıma inen kapağa yönelerek, “Bu taraftan,” dedim. Kapağı kaldırıp Holmes’ün geçmesi için beklemeye başladım.

Tam o esnada, “Çok garip bir beş dakika anlayışın var Harry!” diye gürledi Bob. Ürkerek yerimde sıçradım, az kalsın kapağı ihtiyar dedektifin kafasına düşürüyordum.

“Şşşt! Sessiz ol,” diye tısladım aksi aksi.

Bob oralı bile olmadı. “Tam dokuz saat kırk beş dakika ve otuz üç saniyedir seni bekliyorum! Eğer her ‘beş dakika içinde geliyorum’ dediğin kadını da bu kadar beklettiysen neden yalnız olduğuna şaşırmamak gerek!”

“Üzgünüm Bob,” dedim öfkeli bir alayla. “O sırada daha önemli işlerim vardı. Cinayet suçuyla tıkıldığım bir hücreden kaçmak gibi!” Kapağı arkamdan kapattım, basamakları inip birkaç gazocağı yaktım ve muskamı bıraktım. Elimle teması kesilir kesilmez solgun parıltısı anında söndü.

“Cinayet mi? Kimi öldürdün peki? Elin değmişken ev sahibini de temizleseydin keşke.”

“Hiç kimseyi öldürmedim.”

“Hmm… Peki kim öldü?”

“Marilyn…”

“Kız arkadaşını mı öldürdün? Tanrım Harry, yoksa platonik miydi?”

“Kimseyi öldürmedim dedim Bob, Karındeşen Jack olmayan Karındeşen Jack’in işiydi. Suçu üzerime attı.”

“Kimin kimin?”

“Ka— ah, unut gitsin!”

O anda Holmes’ün bir köşede durmuş, hem Bob ile aramda geçen diyalogu hem de laboratuarımı ilgiyle izlemekte olduğunu gördüm. Onun gösterişli çalışma odasıyla karşılaştırıldığında benimki tam anlamıyla bir mezbelelikti.

“Gerçekten de ilginç bir mekânınız var Bay Dresden,” dedi, İngilizlere has o mesafeli tavırlarıyla.

“Şey, teşekkürler. Sanırım,” dedim.

“Bilgi kaynağınız daha da enteresan şüphesiz. Kafata… eee.. arkadaşınızın bu iş için uygun… kişi… olduğuna emin misiniz Bay Dresden?” diye sordu, piposunu yakarken.

Derin bir nefes aldım. “Bu Bob,” dedim, bezginlikle. “Kendisi laboratuar asistanımdır. Tam bir bilgi bankasıdır, fotoğraf hafızasına sahiptir, gördüğü ya da öğrendiği hiçbir şeyi unutmaz.”

Holmes ona başıyla hafif bir selam verdi.

“Ve bu da…” diye devam ettim.

“Onun kim olduğunu biliyorum. Sherlock Holmes! Onu tanımamak için aptal olmak lazım. Ya da ümitsiz bir bakir.”

“Kapa çeneni Bob,” diye hırladım.

Bob oralı bile olmadı. “Çok memnun oldum Bay Holmes,” dedi, sesinde daha önce hiç duymadığım saygılı bir tınıyla. “Sizin gibi bir dehayla tanışmak benim için büyük onur. Yanlış anlamayın, Harry’yi severim. Fena çocuk değildir, ama bazen kafası gerçekten çalışan biriyle çalışıyor olmayı diliyorum.”

“Zevzekliği bırak Bob, çözmemiz gereken bir dava var,” diye çıkıştım.

“Ah, Harry, Harry…” dedi, sesine aristokrat bir hava katarak. “Sana kibar olmayı bir türlü öğretemedim gitti. Ama ne yaparsınız Bay Holmes, hayat bu. Bazıları zekadan yoksun yaratılır.”

“Bob!”

“Artık araştırmamıza başlasak?” dedi Holmes, cebinden çıkardığı köstekli saate bakarak. “Zamanımız azalıyor.”

“Elbette! Zevzekliği bırak Harry, Bay Holmes gibi önemli birini bekletmeyelim.”

Gözlerimi devirip sıkıntıyla içimi çektim, sonra da keşfettiğimiz yeni ipuçlarını ona aktarmaya başladım. Holmes konuşmamı sık sık bölerek beni düzeltiyor, bazen de daha önce bana anlatmadığı bazı küçük detaylar ekliyordu.

“Bir Doppleganger,” dedi Bob, anlatmayı bitirdiğimizde.

“Bir ne?”

“Doppleganger. Bir kimlik hırsızı.”

“O da nedir?” diye sordu Holmes.

“Sanırım haklarında birkaç şey duymuştum. Bir tür şekil değiştirici, istediği herhangi birinin kimliğine kolayca bürünebilen bir yaratık,” diye açıkladım.

“O dediğin rol yapma oyunlarında olur Harry,” dedi Bob. “Gerçek dünyada işler öyle yürümez. Dopplegangerlar Yok Diyar’ın kiralık katilleridir. Beşinci ve altıncı yüzyıllar sırasında çok yaygındılar, soyları tükendi diye biliyordum. Kurbanlarını hipnotize eder ve ağızlarından içeri girerler. O andan itibaren taşıyıcının bildiği her şeyi bilir ve içine yerleştikleri vücudu diledikleri gibi yönetebilirler.”

“Ağızlarından mı?” dedim yüzümü tiksintiyle buruşturarak. “Nasıl?”

“Fransız usulü öpüşerek,” dedi Bob, alayla. Ona dik dik baktım. “Bir Doppleganger maddesel boyutla ruhsal boyut arasında geçiş yapabilir,” diye ekledi çabucak. “Böylece kurbanlarının ağzını bir çeşit kanal olarak kullanarak içlerine akabiliyorlar.”

“O hâlde neden dışarı çıkmak için taşıyıcılarını öldürüyorlar? Aynı yoldan çıkamazlar mı?” dedi Holmes, düşünceli bir şekilde piposunu tüttürerek.

Bob’un göz ışıkları titreşti, hayranlık dolu bir nefes aldı ve, “Harikasınız Bay Holmes! İşte soru diye ben buna derim,” dedi, yine o sinir bozucu ses tonunu kullanarak. “Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, bunu gerçekten de yapamazlar. Bir taşıyıcının içine yerleşen Doppleganger maddesel aleme bağlı kalmak zorundadır, aksi takdirde taşıyıcısını kontrol edemez. Bu yüzden taşıyıcının bedeni terk ettiği an saldırıya en açık olduğu andır, çünkü hâlâ somuttur. İkincisi geride bir tanık bırakmamak. Nerede olduğunu veya neler yaptığını hatırlamayan insanlar kafalarda soru işaretleri doğuracaktır. Üçüncüsü ise bunun daha havalı olması.” Hafifçe kıkırdadı.

“Harika… Gerçekten harika,” diye mırıldandım. “İnsanların içine girip midelerini yararak dışarı çıkan, Alien filminden fırlamış bir canavar. Başımızda bir bu eksikti.”

“Hey. Ridley Scott o fikri nereden buldu sanıyorsun?”

Bakışlarımı Holmes’e çevirdiğimde duvardaki bir lekeye dalgın dalgın baktığını ve piposunu düşünceli bir şekilde tüttürdüğünü gördüm. Bir müddet öyle durmaya devam etti, sonra gözlerini tek bir kez kırptı, bana döndü ve, “Bir haritanız var mı Bay Dresden?” diye sordu.

Duvara yaslı masalardan birine yöneldim ve oradaki kâğıt yığınını karıştırmaya başladım. En alttan deri kaplı, eski bir ajanda çıkarttım. En arkasında katlanarak açılan bir Chicago haritası vardı. Üzeri metro istasyonlarının, parkların, lokantaların, otellerin, taksi duraklarının ve bunun gibi şeylerin yerini gösteren küçük işaretlerle doluydu.

“Bu işinizi görür mü?”

“Harika,” dedi Holmes. “Rica etsem Dedektif Carmichael’in bahsettiği noktaları işaretleyebilir misiniz? Cinayet mahallerini?”

“Denerim,” dedim. Haritayı ortadaki masanın üzerine yaydım. En kolayı taksi şoförünü bulduğumuz Roosevelt Parkı’ydı, kırmızı kalemle onu bir daire içine aldım. Evsiz ihtiyarın bulunduğu liman bölgesine de bir çarpı koydum, fakat lokantanın nerede olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu.

“İkisini düz bir çizgiyle birleştirmeyi deneyin,” dedi Holmes. Dediğini yaptım ve şaşırtıcı bir biçimde çizginin Güney Michigan Caddesi’nin üzerinden geçtiğini gördüm. Tam üzerinde olmasa da birkaç santim solunda ufak bir çatal-bıçak sembolü vardı.

“Sanırım doğru iz üzerindeyiz,” dedim.

“Elbette. Şimdi çizgiyi düz bir şekilde devam ettirin lütfen, bakalım ilgimizi çekecek bir şey görebilecek miyiz?”

Ona sorgularcasına baktım, fakat itiraz da etmedim. Defterlerden birini kapıp cetvel gibi kullandım ve limanla parkı birleştiren çizgiyi harita boyunca uzattım. Sonra da okumaya başladım. “Chicago Polis Departmanı.”

Holmes başını olumsuz anlamda iki yana salladı.

“Çin Mahallesi.”

“Hmmm… Mümkün olabilir. Devam edin lütfen.”

“Jasmine’nin Evi.”[8]

“Kesin orasıdır!” diye atıldı Bob. “Eminim! Haydi, hemen gidelim. Beni de alırsınız, değil mi?”

Holmes bana sorarcasına baktı. “Sanmıyorum,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Orası sadece bir genelev.”

“Sadece bir genelev mi?” diye uludu Bob. “Harry… Orası bir cennet! Sundukları seçenekleri bir görmelisin!”

“Şimdi olmaz Bob,” dedim. Tekrar haritaya baktım, çizgiyi takip ettim ve o anda soluğum kesildi. “Lanet olsun…” diye homurdandım. “Adalet Sarayı.” Başımı kaldırıp ihtiyar dedektife baktım ve onun da onayladığını gördüm.

“Sanırım katilimizin nerede olduğunu biliyorum Bay Dresden.”

 

 

13

Dairemden çıktığımızda ne polislerden ne de Carmichael’den bir iz bulamadık. Üçü de buhar olup uçmuştu sanki. Belki de bir acil durum çağrısı falan almışlardı. Ama durup da bunu sorgulamadım. Hızla Mavi Kaplumbağa’yı park ettiğim yere yöneldik ve arabaya bindik. Patlatma çubuğumla asamı arka koltuğa attım ve anahtarı kontağa sokup çevirdim, ama her zamanki gibi çalışmadı. Bir kez daha denedim; üçüncü de motor öksürmeye başladı, sonra da boğuk bir homurtuyla çalıştı.

“Gerçekten de garip bir zevk anlayışınız var Bay Dresden,” dedi Holmes, yolcu koltuğunda rahatsız bir biçimde kıpırdanarak.

“Ne diyebilirim ki, antikaları severim,” dedim alaycı bir tavırla. “Sıkı tutunun.” Sonra aracı vitese taktım, yola çıktım ve gaza asıldım.

“Doppleganger’ın Pecker’ın içinde olduğuna inanamıyorum!” dedim. “Bundan gerçekten de emin misiniz?”

“Eğer yardımcınızın dediği doğruysa şekil değiştirici dostumuzun nihai bir hedefi olmalı ve düz bir rotada ilerlediği gayet açık. Sizin de bildiğiniz gibi bir başsavcının pek çok kişiyle teması vardır. Bu iş Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’na kadar gidebilir. Kısacası Pecker kusursuz bir taşıyıcı.”

“Peki neden onca insanın canını aldı? Neden direkt Pecker’a gitmedi?”

“Tam olarak emin değilim, ama bunun yaratığın doğasıyla ilgili olduğunu sanıyorum. Kendisine uygun bir kabuk bulmak zorundaydı ve buna en alttan başladı. Önce liman bölgesindeki berduşu ele geçirdi, böylece sokakları iyi bilen birine sahip oldu. Bir süre etrafta dolaşıp plan yaptı, sonra da harekete geçti. Önce lokantadaki kadının yerini aldı, böylece taksi şoförünü yakalayabilecekti. Onu kullanarak da…”

“…Marilyn’in yerini aldı. Pecker’a ulaşabilmek için.”

“Kesinlikle.”

“O hâlde daireme gelip beni tutuklatan Doppleganger’dı.”

“Büyük olasılıkla.”

Korkunun buz gibi parmaklarının omurgamdan aşağı indiğini hissettim ve hafifçe ürperdim. Yine de aklımın almadığı bir şey daha vardı. “Yanlış bir şeyler var,” diye mırıldandım. “Marilyn… Norma Jean. Bu sabah beni aradı ve onu tehdit ediyormuşum süsü vermeye çalıştı, size bahsetmiştim. Büyük ihtimalle beni arayan asıl kişi Doppleganger’dı. Beni tuzağa düşürdü, işlediği tüm cinayetleri üzerime yıktı. Ama bunu neden yapsın? Neden öfkeli bir büyücünün dikkatini üzerine çeksin?”

“Gerçekten de neden?” diye mırıldandı Holmes.

“Belki de nihai hedefi Pecker’dır,” diye fikir yürüttüm. “Katil – yani zavallı ben – yakalanacak, idam edilecek ve dosya kapanacaktı. Böylece o da başsavcı kisvesi altında elini kolunu sallayarak dolaşabilecekti.”

“Belki…” dedi Holmes, düşünceli bir şekilde. Kafasının başka yerde olduğunu görebiliyordum. “Onu gecenin bu saatinde adliyede bulacağımızdan emin misiniz Bay Dresden?”

“Aslına bakarsanız hayır,” diye itiraf ettim. “Ama başka nereye bakabileceğimizi bilmiyorum. Ayrıca kendisi yoksa bile adresi kesin oradadır. En azından bizim için bir başlangıç noktası olur.”

Gecenin ilerleyen saatlerinde olduğumuzdan sokaklar nispeten boştu, ben de bundan yararlanarak gazı sonuna kadar kökledim, kırmızı ışıklarda durmadım ve birkaç köşeyi sertçe döndüm. Bir ara göz ucuyla Holmes’ün köstekli saatine baktığını, sonra da paltosunun iç ceplerinden birini karıştırdığını gördüm. Ufak bir şişe çıkardı ve içindekileri bir dikişte içti; burnuma bal, kır çiçeği ve kekik kokusu çarptı.

“Sihirli iksiriniz mi?” diye sordum.

“Öyle de denebilir. Dinç ve zinde kalmamı sağlayan doğal bir karışım. Günde bir kez içmem gerekiyor. Vakti geldiğinde sizi yüzüstü bırakmak istemem.”

“Bence gayet iyi idare ediyorsunuz. Aslına bakarsanız tüm bunlara çok çabuk adapte olduğunuzu düşünüyorum. Büyücüler, katil yaratıklar, konuşan kafatasları…”

“Bunda şaşılacak bir şey yok sevgili dostum. Kitaplarımda yer almamış olabilirler ama bu doğaüstü suçlulara karşı verdiğim ilk mücadele değil.”

“Öyle mi?” dedim, kaşlarımı havaya kaldırarak.

“Elbette. Ben İngiltere’den geliyorum unutmayın. Yani Kral Arthur ve Merlin’in ülkesinden, Stonehenge’in bulunduğu topraklardan, Peter Pan ile Shakespeare’e ilham veren memleketten, Bay Hyde’ın geceleri terör estirdiği sokaklardan. Tüm bunlarla iç içeyken doğaüstü olaylarla karşılaşmamam düşünülebilir mi sizce?”

“Şey… Sanırım hayır.”

“Örneğin Baskerville’ların köpeğini ele alın. Sizce de o canavarın bir cehennem tazısı olması fosforla boyanmış bir köpek olmasından daha mantıklı değil mi?”

“O bir cehennem tazısı mıydı?” diye sordum şaşkınlıkla.

“Kesinlikle. O olay Watson ile yaşadığımız inanılmaz maceralardan sadece biriydi. Sevgili Watson hepsini tek tek, özenle kaleme almıştı; fakat yayıncısı olacak o korkak adam – yani Doyle – bunları basmaya çekindi. İnsanların anlamayacağını savunuyordu, ama bence asıl korktuğu şey kendi itibarıydı; çünkü koskoca bir fizikçinin kaçış edebiyatı yapıyor gibi görünmesi kariyerini zedeleyebilirdi. Yine de Baskerville hikayesi geri çeviremeyeceği kadar iyiydi, böylece Watson’ın müsaadesini alıp üzerinde bir-iki oynama yaptı. Gerisini biliyorsunuz.”

“O yüzden büyücü olduğumu bu kadar çabuk kabullendiniz.”

“Aynen öyle. Büyücüler, vampir avcıları, paladinler… Van Helsing. Hepsiyle çalıştım.”

Keskin bir ıslık çaldım. Romanlara konu olacak kadar ilginç bir hayatınızın olması güzel bir şey olmalıydı. Kim bilir, belki bir gün benim yaşadıklarım da kitaplaştırılırdı. Talihsiz Serüvenler Dizisi. Başrolde fakir ama gururlu büyücü Harry Dresden.

Son köşeyi de dönüp Adalet Sarayı’na çıkan ana yola, yani Kanal Caddesi’ne çıkmıştık ki yolun tam ortasında dikilen iri bir siluet gördüm. Son sürat üzerine gidiyorduk, fakat taş kesilmiş gibi yerine çakılı kalmıştı. Çarpışmak üzereydik.

“Lanet olsun!” diye bağırarak frenlere asıldım ve direksiyonu sağa kırdım. Mavi Kaplumbağa’nın tekerlekleri acı acı cıyaklarken asfaltın üzerinde süratle kaymaya başladık. Arabam kendi ekseni etrafında sağa, direksiyonu kırdığım tarafa doğru döndü, ama yeterince yavaşlayamadık ve gölgeli siluete yanlamasına, sertçe çarptık.

Aynı anda, arabamın siluetle temas ettiği yerden kırmızı-mavi büyülü kıvılcımlar fışkırdı. Ve onda tuzağa düşürüldüğümüzü anladım.

“Dresden!” diye kükredi Bekçi Morgan’ın sesi. “Sana bu işe karışmaman emredilmişti! Emirleri hiçe saydın! Şimdi cezanı çekeceksin.”

“Morgan! Beni dinle—”

Dinlemedi. Arabamın kapısını sertçe açtı, yakama yapıştı ve beni caddenin diğer köşesine fırlattı. Asfaltın üzerine kötü bir şekilde düşüp yerde birkaç kez yuvarlandım. Kollarım, dirseklerim ve dizlerim sıyrılmış, giysilerim birkaç yerden yırtılmış, dudağım patlamıştı. Başımı kaldırıp baktığımda caddenin üzerinde enlemesine duran, motorundan dumanlar çıkan Mavi Kaplumbağa’yı ve hemen onun önünde dikilen Morgan’ı gördüm. Yolcu koltuğundaki Holmes hareketsizdi, başı önüne düşmüştü. Bekçi, ağır adımlarla bana doğru yürürken sırtındaki kılıcını çekti.

“Kıdemli Konsey’in bana verdiği yetkiyle seni yargılıyorum Dresden!” diye kükredi Morgan. Artık tam tepemde dikiliyordu, iki eliyle kavradığı kılıcını başının üzerine kaldırdı. “Cezan idam!”

Sol elimi kaldırıp, “Dur, yapma…” dedim.

Büyük bir hazla sırıttığını görebiliyordum. “Bugünü uzun zamandır bekliyordum,” diye mırıldandı ve kılıcını hızla sapladı.

Korkuma odaklanıp irademi topladım ve gücümün bir kısmını sol bileğimdeki kalkan bileziğime gönderdim. Son anda. Morgan’ın kılıcı önümde oluşturduğum büyülü kalkana çarparak etrafa kıvılcımlar saçtı ve Bekçi’nin sendeleyerek gerilemesine neden oldu. Bu fırsatı kaçırmadım ve sağ kolumu, yani enerji oluşturan tarafımı kaldırıp, “Ventas servitas!” diye bağırdım. Parmaklarımın ucundan güçlü bir rüzgâr püskürdü ve zaten yalpalamakta olan Bekçi’nin dengesini iyice bozup yere kapaklanmasına neden oldu. Elimden geldiğince hızla doğrulmaya çalıştım. Canım yanıyor, başım dönüyordu. Gözümün ucuyla Morgan’ın da ayaklandığını gördüm.

“Karara karşı mı geliyorsun?” diye kükredi. “Konsey’in kararına?”

“Morgan, beni dinle. Başka seçeneğim yoktu!”

Doğrulup kılıcını aldı. “Beni yalanlarına zehirleyemeyeceksin yılan! Sen bir baş belasının, bir çıban! Kendini Konsey’den daha üstün görüyorsun, kafana göre hareket ediyorsun ve bunun bedelini ödeyeceksin!” Kılıcını savurmaya hazır hâlde tutarak üzerime doğru gelmeye başladı. Yarım bir daire çizerek aramızdaki mesafeyi korumaya çalıştım.

“Anlamıyorsun! Bu işe karışmasaydım öldürülecektim.”

“O hâlde ölmeliydin Dresden! Konsey’in emrine karşı gelmektense ölmeliydin!”

Vahşi bir savaş narası atarak üzerime atıldı. Kendimi çabucak sağa atıp yerde yuvarlandım, kol ve bacaklarımdaki yaralar isyan edercesine haykırdı ama durmadım – öyle bir lüksüm yoktu – ve hareketimin devinimiyle ayağa kalkıp hızla arabama doğru koşmaya başladım. Morgan’ın kılıcı bir sokak lambasını biçti ve büyük bir gürültüyle Mavi Kaplumbağa’yla aramdaki mesafenin arasına devrilip etrafa cam ve metal parçaları saçılmasına neden oldu. Kalkan bileziğimi tam zamanında kaldırıp parçalardan zarar görmeden kurtuldum, fakat artık Morgan bana yetişmeden önce arabama ulaşma imkânım yoktu.

“Kahretsin!” diye homurdandım, pardösümün kollarını sıvadım, ellerimi öne uzattım ve arabamın arka koltuğunda duran asama odaklandım. “Ventas servitas!” Aniden esen bir rüzgâr asamı kaptığı gibi hazırda bekleyen ellerime uçurdu. Morgan’ın arkamdan koşarak yaklaştığını duyabiliyordum. Kendi eksenimde hızla dönerek iki elimle kavradığım asamı havaya kaldırdım ve Bekçi’nin başıma nişanladığı kılıcı karşıladım. Ardından adamın karnına sert bir tekme attım.

Morgan hafif bir inleme koyuvererek geri çekildi. Asamı savurarak çenesine bir darbe indirmeye çalıştım, ama eğilerek kaçtı ve kılıcını yeniden, bu kez bir kesme hareketiyle savurdu. Geriye sıçradım, ama yeterince hızlı değildim; kılıcın keskin ucu pardösüm ve tişörtümle birlikte derimin bir kısmını da uçurdu. Yakıcı acı tüm bedenimi sardı.

Morgan’ın vahşi bir kahkaha attığını hayal meyal işittim, çünkü kulaklarım öfkeyle uğulduyordu. Yorgundum, sinirliydim, müttefik saydığım insanlar tarafından ihanete uğramıştım ve bir hiç uğruna ölmek üzereydim. Dudaklarımdan öfkeli bir haykırışın koptuğunu duydum, asamı Morgan’a doğru çevirdim, irademi topladım ve, “Fuego!” diye bağırdım. Asamın yüzeyini boylu boyunca kaplayan rünler kırmızı bir ışıkla parladı ve ucundan iri bir ateş topu fırladı. Bekçi kılıcını ustalıkla savurdu ve ateş topunun yönünü değiştirdi. Kılıçla temas eden alevler kıvılcımlar saçan bir tenis topu misali sekerek kaldırımın kenarına park etmiş araçlardan birine çarptı ve büyük bir patlama ikimizin de ayaklarını yerden kesti.

Gözlerimi açtığımda az önce durduğum noktadan birkaç metre geriye uçtuğumu ve sırt üstü yatmakta olduğumu fark ettim. Kulaklarım patlamanın etkisiyle korkunç bir şekilde çınlıyordu. Birkaç saniye sonra yangın zillerinin ve araba alarmlarının sesini duymaya başladım. Sersemlemiş bir biçimde, dirseklerimden destek alarak başımı kaldırdım ve Morgan’ı görebilmek için etrafıma bakındım. Biraz solumda, büyük bir posta kutusundan geriye kalanların içinde yatıyordu. Üzerinde zarflardan ve kartpostallardan oluşan küçük bir yığın vardı, hareketsiz yatıyordu, yüzü gözü is içindeydi. Muhtemelen benim de öyle.

Uzaklardan siren sesleri duyulmaya başladı, itfaiye ve polis sirenleri. O esnada bir karaltının arabamın etrafından sinsice dolaştığını ve hızlı ama temkinli adımlarla bana yaklaşmakta olduğunu gördüm. Yanıma gelip üzerime eğildi. Gözlerimdeki bulanıklığı gidermek için başımı iki yana silkeledim ve ona tekrar baktım. Holmes’tü bu. Başında ufak bir şişlik vardı ve biraz hırpalanmış görünüyordu. Sanırım arabaya binmeden önce ona emniyet kemeri diye bir şeyin varlığından bahsetmem gerekiyordu. siren sesleri iyice yaklaşmıştı.

“İyi misiniz Bay Dresden?”

“Sanırım yaşayacağım,” dedim, çatallaşmış bir sesle.

“O kimdi?” diye sordu, başıyla Morgan’ın yattığı yönü işaret ederek.

“Bir Bekçi. Büyü kanunlarını ve büyücüleri korumakla yükümlüdürler.”

“İlginç bir koruma anlayışları var doğrusu.”

“Bir de bana sorun. Haydi, gelin. Buradan hemen gitmemiz gerekiyor,” dedim.

Doğrulmaya çalıştım ama elini göğsüme bastırıp kalkmama engel oldu. Başımı kaldırıp sorgulayan bir ifadeyle ona baktım. Yüzünde oldukça sert ve kararlı bir ifade vardı. Gözlerini kısıp bana dik dik baktı.

Derken yüzüme okkalı bir yumruk indirdi ve her yer karardı.

 

 

14

Suratıma inen sert bir tokatla gözlerimi açtım. Gözümün önünde şimşekler çaktı, darbenin indiği yer cayır cayır yanıyordu. Hayat böyledir işte, bazı insanlar öpücük eşliğinde uyandırılır, bazılarıysa yumruk ve tokatlarla. Eminim sizin de başınıza gelmiştir, değil mi? Lütfen evet deyin.

Gözlerimi kırpıştırıp başımı silkeledim ve bana vuran kişiyle yüzleşmek için bakışlarımı kaldırdım. Parlak sarı bir ışık gözlerimi alınca onları hafifçe kıstım. Gri takım elbiselerinin içindeki Pecker’dı bu. Ellerini beline koymuş, muzafferane bir ifadeyle bana bakıyordu.

“Nihayet uyanabildin seni piç kurusu,” dedi başsavcı.

Etrafıma baktığımda oldukça şık döşenmiş bir büroda olduğumuzu gördüm. Sağımda kocaman bir maun masa, onun arkasında da kaliteli deriden bir koltuk vardı. Gözümü alan ışık pahalı bir avizeden geliyordu. Pecker tam karşımda dikiliyordu, şık giyimli bir bayan ve bir polis memuru onun arkasında, kapalı bir kapının yanında duruyordu. Solumdaysa… Morgan mı? İyi de onun burada ne işi vardı? Bir sandalyeye oturtulmuş ve elleri arkadan kelepçelenmişti, görünüşe göre hâlâ baygındı. Hareket etmeye çalıştığımda benim ellerimin de arkamdan kelepçelenmiş olduğunu fark ettim.

“Boşuna debelenme!” diye terslendi Pecker. Sonra da omzunun üzerinden geriye bakarak, “Memur bey, eğer bir numara yapmaya kalkışırsa onu vurun,” dedi.

“Emredersiniz efendim,” diyen polis belindeki silahı çekip birkaç adım öne çıktı. Harika.

Pecker ellerini sandalyemin kenarlarına koyarak yüzüme doğru eğildi. İstem dışı olarak kafamı geriye çektim ve ağzımı sımsıkı kapadım. Şu anda son isteyeceğim şey içime bir yaratığın kaçmasıydı.

“Bu sefer kaçmak yok, artık elimdesin,” dedi kötücül bir şekilde sırıtarak. “Neden buraya geliyordun, ha? Beni öldürmeye mi? Norma Jean’e yaptıklarının aynısını bana da mı yapacaktın?”

Na-na-na-na-naaa-na! Beni konuşturamazsın, ağzımı açmayacağım işte!

“Konuşsana be adam!” diye bağırdı. Sonunda öfkeyle doğrulup Morgan’a doğru uzaklaştı. “Peki ya bu yarma kim? Yardımcın mı? Cinayetlerinde sana yardım mı ediyor?”

Aramızda yeterince mesafe olduğuna kanaat getirince “Kes artık Pecker, ya da gerçek adın her neyse,” dedim. Of! Konuşunca Holmes’ün yumruk attığı yer fena acımıştı. Çenemi oynatarak kaslarımı esnettim. Hain, üçkâğıtçı, ihtiyar bunak! “Oyun bitti. İkimizde o cinayetleri işleyenin sen olduğunu biliyoruz.”

“Ben mi?” dedi elleriyle kendini göstererek. Yüzünde duyduklarına inanamayan birinin ifadesi vardı. “Ben ha? Bu duyduğum en saçma şey.” Sinirli sinirli gülmeye başladı. Doğrusu çok iyi rol yapıyordu. Yoksa yapmıyor muydu?

En arkada sessiz sedasız duran şık giyimli kadın ani bir hareketle ileri çıktı ve sırtı kendisine dönük olan polis memurunun boynunu kolayca kırdı. Şok olmuş bir biçimde kadına bakakaldım. Korku dolu bir çığlık atan başsavcı bir-iki adım geri çekildi “Betty! N-ne… neler oluyor tanrı aş—”

Lafını bitirmeye fırsat bulamadan çenesine okkalı bir yumruk yedi, odanın diğer ucuna uçtu ve iç kaldıran bir çatırtıyla duvara çarptı. Sonra da yere yığılıp hareketsiz kaldı.

“Merhaba büyücü,” dedi Betty denen kadın, bana bakarak. Sesini hemen tanıdım.

“Monroe,” dedim usulca.

Sırıttı. Çok güzel görünüyordu, çok normal, çok sıradan. “Yeni bedenimi nasıl buldun?” dedi ellerini vücudunda gezdirerek. Monroe siyah saçlı, orta boylu ve balık etli bir kadındı. Üzerinde beyaz bir bluz ve bordo bir etek vardı.

“Eh, idare eder. Yine de Marilyn’i tercih ederdim doğrusu,” dedim. Çaktırmadan kelepçelerimi zorlamaya başladım. Fakat hiçbir işe yaramayacağını biliyordum. İşim bitmişti. Dudaklarımı yaladım, bir şey düşününceye kadar onu oyalamam gerekiyordu. “Demek Pecker’ın peşinde değildin,” dedim.

Ufak bir kahkaha attı. “Pecker mı? Onun gibi bir zavallıyla ne yapayım?”

“Ne bileyim. Önce senatörü, sonra başkanı ele geçirip dünyaya savaş falan ilan edebilirdin. Ya da Amerika’da yaratıklara özgürlük tanıyan kanunlar çıkarırdın.”

Tekrar güldü. “Senatör mü? Amerika mı? Neden piyonlarla uğraşayım ki? Daha büyük balıkları yakalamak varken…”

“Mesela?”

Gözlerini kısıp kötücül bir şekilde sırıttı. “Hâlâ anlamadın, değil mi?” diye sordu. Yanıma yaklaştı ve bir eliyle yüzümü kavradı. Cehennem çanları! Ağzımı olabildiğince sıkı tutup yüzümü diğer tarafa çevirmeye çalıştım ama kavrayışı çok güçlüydü. “Ben senin peşindeydim. Başından beri hedefim sendin,” diye tısladı.

Benim mi? Yıldızlar aşkına! Debelenip kavrayışından kurtulmaya çalıştım. O da diğer elinin tersiyle suratıma okkalı bir tokat yapıştırdı. Birinin ben dün gece uyurken gizlice odama girip alnımın tam ortasına ‘Vur bana!’ yazdığından ciddi ciddi şüphelenmeye başladım. Tam o esnada Morgan homurdanarak kendine gelmeye başladı.

“Ama…” dedi Betty, geri çekilerek. “Artık sana gerek kalmadı.

“Kalmadı mı?” dedim şaşkınlıkla. “Ama az önce—”

“Hedefim sendin, bu doğru ama nihai amacım değil. Asıl ele geçirmeye çalıştığım kişi Konsey’inin başındaki kişi, kraliçemin kanlısı olacak o hain.”

“Kim? Merlin mi?”

“Merlin…” dedi dişlerini sıkıp tıslayarak. “Seni ele geçirip Beyaz Konsey’e sızacaktım, sonra da kraliçemin yüzyıllardır hayalini kurduğu intikamını alacaktım. Ama…” Morgan’a doğru döndü. “Artık elimde daha iyi bir yem var. Donald Morgan, Merlin’in sağ kolu ve infazcısı.”

Bekçi gözlerini kısarak önce Betty’ye, ardından bana, sonra yeniden kadına baktı. “Dresden… Seni hain,” diye mırıldandı. “Bizi sattın.”

Bu adama inanamıyorum.

Betty bir kez daha sırıttı ve Morgan’ın üzerine yürüdü. Bekçi kıvranmaya ve kelepçelerinden kurtulmaya çalıştı. Altındaki sandalye tehlikeli bir biçimde çatırdadı, ama Bekçi yeterince hızlı hareket edememişti. Kadın, Morgan’ın arkasında topladığı saçları tutup sertçe çekti ve adamı yukarıya bakmaya zorladı.

Derken Betty’nin gözleri buz mavisi bir ışıkla parlamaya başladı ve anlamadığım bir dilde bir şeyler mırıldanmaya başladı. Sesi gurultu hâlinde çıkıyordu. Bekçi’nin bakışları kadınınkilere kenetlenmişti; önce hareketleri yavaşladı sonra da gözleri ve ağzı yavaşça ardına kadar açıldı. Tıpkı morgda gördüğümüz o cesetlerdeki gibi…

“Hayır!” diye haykırıp sandalyemle birlikte ayağa kalktım ve Betty’nin üzerine atıldım. Kadın insanüstü bir hızla dönerek suratıma sert bir darbe indirdi – evet, yine – ve beni arkamdaki duvara yapıştırdı. Çarpışmanın etkisiyle sandalyem parçalara ayrıldı. Acıyla inledim ve ayağa kalkmaya çalıştım ama boğazıma yapışan bir el hissettim. Betty beni bez bir bebekmişim gibi havaya kaldırıp sırıttı, başını bir yana eğdi ve gözlerinden yine o uğursuz ışıkları saçmaya başladı. Kurtulmak için debelendim, gözlerimi kapamaya çalıştım fakat boşunaydı. Dehşet içinde bedenimin kontrolünü yavaş yavaş kaybettiğimi, ağzımın kontrolsüz bir şekilde açıldığını hissettim. Etrafımda olup bitenleri görüyor ama hiçbir şey yapamıyordum. Sanki kendi hayatınızı televizyondan izlemek gibiydi. Ne yazık ki benimki korku filmi kuşağına denk gelmişti.

O esnada Morgan’dan hafif bir hırıltı çıktı. Betty o yana baktı ve beni umursamaz bir biçimde maun masanın üzerine fırlattı. Düştüğüm yerden kadının sırtını ve Morgan’ın yüzünü görebiliyordum. Onu yeniden hipnotize ederken çaresiz bir biçimde izledim.

Betty memnuniyetle bir-iki adım geri çekildi, bana işveli bir şekilde göz kırptı ve, “Gösterinin tadını çıkar büyücü, bu izlediğin son şey olacak,” dedi. Başını havaya kaldırdı, gözlerini yumdu ve şiddetle titremeye başladı. Aniden tam karnının olduğu bölgeden iki keskin pençe çıkıverdi. Pençeler yavaş ama kararlı bir şekilde birbirlerine zıt yönde ilerlemeye ve kadının vücudunu parçalamaya başladı. Etrafa yoğun bir şekilde kan ve deri parçaları fışkırıyordu. Derken önce bir kafa göründü; iri ve siyah gözleri, ağzı ve burnu olmayan düz bir yüzü vardı. Sonra uçlarında birer kanca olan uzun kolları; gri renkli, yer yer siyah benekleri olan vücudu ve üç parmaklı ayaklara sahip uzun bacakları çıktı dışarıya. Betty’nin cansız vücudu mide bulandırıcı bir sesle yere yığılırken Doppleganger gerindi, başını iki yana yatırarak boynunu kütürdetti, ardından Bekçi’ye doğru döndü.

O esnada ofisin kapısı sert bir tekmeyle açıldı ve içeri hiç beklemediğim biri giriverdi: Sherlock Holmes.

Doppleganger hızla o tarafa baktı, fakat Holmes gayet sakindi. Silahını çoktan kaldırıp nişan almıştı bile. Yaratık tıslayıp üzerine atılmaya hazırlandı. Eski silah gök gürültüsünü andıran bir sesle patladı ve şekil değiştiriciyi sendeletti. Yaratık öfkeyle uludu. Silah üç-dört kez daha patladı, sonra her şey sessizliğe gömüldü.

Üzerimdeki baskının bir anda kaybolduğunu ve yeniden hareket edebildiğimi fark ettiğimde yavaşça doğruldum ve ihtiyar dedektife büyük bir şaşkınlıkla bakmaya başladım.

Bakışlarını bana çeviren Holmes hafifçe gülümsedi, tabancasını paltosunun cebine yerleştirdi ve, “Sanırım artık ağzınızı kapatabilirsiniz Bay Dresden,” dedi.

 

 

15

Beş dakika sonra içeriye silahlı bir güvenlik memuru girdi. Kıpırdamayın! diye bağırdı. Eller yukarı! Falan filan… Sonra karşısındaki manzara karşısında şaşkınlıktan dilleri tutuldu. Eh, yerde boylu boyunca yatan uzaylı kılıklı bir yaratık görseniz siz de şoka girerdiniz. Aramızda soğukkanlılığını koruyabilen tek kişi ihtiyar dedektif gibi görünüyordu.

“Bayım, lütfen polis çağırın,” dedi. Sonra da bana dönüp, “Arkadaşınızın adı ne demiştiniz?” diye sordu. Ona hâlâ ağzım bir karış açık vaziyette bakmakta olduğumu fark edince içimden küfrettim. “Murphy. Teğmen Karrin Murphy, Özel Soruşturmalar.”

Adam bir ona bir bana baktı, silahı tir tir titriyordu. Holmes sıkılgan bir edayla tekrar ona doğru döndü ve “Bir de ambulans lütfen. Başsavcının durumu ciddi olabilir,” diye ekledi.

Güvenlik görevlisi başıyla onaylayıp odayı hızla terk etti.

“Hain! Beni tuzağa düşürdün!” diye gürledi Morgan. Kendisine geleli henüz bir dakika bile olmamıştı, azmine hayrandım doğrusu.

“Morgan…”

“Leydi Morgana’yla birlikte çalışıyorsun! Onurlu Merlin’e karşı tuzak kurdun!”

“Aslına bakarsanız…” diye araya girdi Holmes, “buradaki genç adam olmasaydı şu anda hem siz hem de Merlin mahvolmuş olacaktınız.”

“Sen de kimsin? Onurlu Merlin’in adını ağzına alm—”

“Onu yakından tanıma hakkıyla elbette,” dedi Holmes, gayet soğukkanlı bir tavırla. “Geçmişte birlikte çalışmışlığımız olmuştu. Ne de olsa aynı toprakların insanıyız.”

Bekçi, ihtiyar dedektife gözlerini kısarak baktı. “Yalan söylüyorsun.”

“Öyle mi? Neden bunu kendisine sormuyorsunuz? Hazır lafı açılmışken Gölün Hanımı konusunda kendisine ettiğim yardımı hatırlatmayı unutmayın lütfen.”

Morgan’ın yüzündeki ifade yavaş yavaş kızgınlıktan hayrete doğru dönüştü. Gözleri ardına kadar açıldı. “Sen!” dedi. “Bu… bu imkânsız!”

“Bakıyorum da kim olduğumu anladınız,” dedi Holmes, piposunu yakarken.

“Ama… sizin burada ne işiniz var?”

“Elbette ki dostum Bay Dresden’in ricası üzerine geldim. Eğer beni çağırmamış olsaydı başınıza neler geleceğini düşünmek bile istemiyorum. Özellikle de olayların sizin başarısızlığınız ve dikkatsizliğiniz yüzünden bu hâle geldiğini düşünürsek. Eminim Merlin bunları duymaktan pek de memnun kalmayacaktır.”

Morgan’ın yutkunduğunu görebiliyordum. “Ama ben—”

“Tabii eğer Bay Dresden’in üzerindeki suçlama ve cezaları geri alırsanız ben de size minnettarlığımı gösterebilir ve bu gece olanları unutabilirim.”

Bekçi bir müddet sessiz kaldı. Durumunu değerlendirirken boncuk gibi gözleri bir sağa bir sola gidiyor, soğuk terler döküyordu. Kafasının içinde dönen dişli çarkları neredeyse görebiliyordum.

“Pekâlâ…” dedi sonunda, derin bir nefes alarak. “Onurlu Merlin’in yüce gönüllü bir dostunun sözüne inanmamak bir Bekçi’ye yakışmaz. Dresden’in anlattıklarına inanıyor ve bu davaya karışmaktan başka seçeneğinin olmadığını kabul ediyorum.”

“Ve?”

“Ve Kıdemli Konsey’e vereceğim raporda bunu aynen belirteceğim.”

“Anlaştığımıza sevindim. Siz ne dersiniz Bay Dresden?”

Sadece kafamı boş boş sallamakla yetindim. Bu olanlara hâlâ inanamıyordum.

“Güzel,” dedi Holmes. Yere eğilip ölü memurun belinden kelepçelerin anahtarlarını aldı, ardından önce beni sonra da Bekçi’yi serbest bıraktı.

Morgan çattığı kaşlarının altından bana dik dik baktı, Holmes’e kısa bir kafa selamı verdi, sonra da eşikten dışarı adımını atar atmaz havaya karışıp yok oldu.

Bir müddet orada birbirimize sessizce baktık. “Bana vurdunuz,” dedim sonunda.

Omuzlarını silken Holmes, “Buna mecburdum,” dedi. “Katilin ortaya çıkmasını sağlamanın tek yolu sizi yakalamasını sağlamaktı.”

“Demek başından beri benim peşimde olduğunu biliyordunuz?”

“Pek sayılmaz. Sussex’teki evimde bana olanları anlattığınızda bunun size karşı kurulmuş bir kumpas olduğunu anlamıştım, ama sizi ele geçirmeye çalışan bir yaratığın varlığından bihaberdim elbette. Asistanınızla konuşuncaya kadar… Aslına bakarsanız gerçeği kazadan hemen önce fark ettim demek daha doğru olur.” Piposundan bir nefes aldı. “Ama soran olursa başından beri bildiğimi söyleyebilirsiniz,” diye ekledi göz kırparak.

Ona önce şaşkınlıkla, sonra da sırıtarak baktım. Bu ihtiyar kurdun da öyle veya böyle bir espri anlayışı olduğunu görmek güzeldi.

“O hâlde Konsey de biliyordu,” diye fikir yürüttüm. “Bu yüzden davaya karışmamamı istediler.”

“Şüphesiz. Morgana ile Merlin asırlardır düşmandır, aralarında hiç bitmeyen bir husumet mevcut. Merlin’e bu tarz bir suikast hazırlamak tam da Morgana’nın yapacağı türden bir şey. Harekete geçmektense işi garantiye almaksa Merlin’e göre bir davranış.”

Bir süre sessizlik oldu. “Peki onu nasıl öldürdünüz?” diye sordum sonunda. “Çoğu yaratık normal kurşunlarla ölmez. Aslına bakarsanız mermilerin ona işlemesine çok şaşırdım.”

“Çok haklısınız. Neyse ki benim mermilerim normal değil,” dedi, tabancayı bana doğru uzatarak.

“Gümüş…” dedim kurşunlara bakarken.

“Aynen öyle. Van Helsing’le olan arkadaşlığımın bazı faydalarından biri. Hatırlarsanız asistanınız, Doppleganger’ın saldırıya en açık olduğu anın vücut değiştirirken olduğunu söylemişti. Sizi yakalamasına müsaade etmemin bir diğer nedeni de buydu.”

Başımı inanmazlıkla iki yana salladım. “Peki ya vaktinde yetişemeseydiniz?”

“O zaman bu sohbeti yapıyor olmazdık,” diye kestirip attı.

Yarım saat sonra Murphy ve ekibi olay yerine geldi. Carmichael de yanındaydı. Murph bir müddet bana surat astı, sanırım eğlenceye onsuz başladığımız için kızgındı. Fakat daha sonra ve ilerleyen günlerde üzerimdeki suçlamaların kaldırılması için elinden geleni ardına koymadı.

Başsavcı Pecker ölmedi. Kötüye bir şey olmaz diye boşuna dememişler. Omzunun çıktığı ve bir kolunun kırıldığı tespit edildi. Yaşadığı şok yüzünden pek konuşacak hâlde değildi. Doğrusunu isterseniz gözünü Betty’den ayıramıyordu, adama neredeyse ben bile acıyacaktım. Neredeyse…

Holmes’ün ricası üzerine gerçekte kim olduğunu kimseye söylemedim. Raporlarda da Sigerson adlı Norveçli bir gezgin olarak geçti. Conan Doyle’un hayranları bu ayrıntıyı fark ettiklerinde çılgına döndü, fakat yaşlı dedektifin izine rastlama girişimleri sonuçsuz kaldı. Bunda biraz benim de payım var elbette, ama çoğu kendi marifeti sayesinde.

Aradan birkaç hafta geçtikten sonra bile ne Beyaz Konsey’den ne de Morgan’dan başka bir haber almadım. Görünüşe göre bizim ihtiyar, Merlin’i tanıdığı konusunda şaka yapmıyormuş.

Ben mi? Yaşlı dedektife evine kadar eşlik ettikten sonra daireme döndüm, kendimi yatağa attım ve sabaha kadar deliksiz bir uyku çektim. Uyandığımda yaralı, aç ve hâlâ yorgundum. Üstelik Murphy’den ödememi de alamamıştım. Bana kızgınlığı geçinceye kadar da alamayacaktım. Kadınları bilirsiniz, yaptığınız şeyden iyice pişman oluncaya kadar sizi süründürmekten zevk alırlar. Aynı hatayı tekrarlamamanız için… Fakat yine de tekrarlarsınız. Heh.

Ben Harry Dresden. Bir büyücüyüm. Belki en güçlüsü değilim ama paranızla tutabileceğiniz en iyisiyim. Zaten bu işi para için yapan başka bir meslektaşım da yok. Eğer mahallenizde garip bir şeyler varsa, eğer kafanızın içinden uçarak geçen bir şeyler görüyorsanız, eğer yatağınızda görünmez bir adam uyuyorsa kimi arayacağınız biliyorsunuz.

Numaram rehberde var.

 

– SON –

 

 

Kristal Küre :


[1] 90’ların meşhur korku filmi “Freddy Krueger” serisinde kullanılan bir replik.

[2] Robert De Niro’nun “Taxi Driver” adlı filmdeki “Travis Bickle” rolüne bir göndermedir.

[3] Hayalet Avcıları filmlerinde yer alan Çevre Bakanlığı çalışanı “Walter Peck” karakterine bir göndermedir.

[4] Marilyn Monroe’nun gerçek adı Norma Jeane Mortenson’a bir göndermedir.

[5] Sherlock Holmes’un kullandığı takma isimlerden ikisinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur.

[6] “Son Vaka” adlı hikayeden sonra öldü zannedilen Holmes, bir süre Norveçli gezgin Sigerson adını kullanarak dünyayı dolaşmış ve Profesör Moriarty’nin adamlarından gizlenmiştir.

[7] Barney, Doktor Kleiner ve Lamarr karakterleri Half-Life 2 oyununa bir göndermedir.

[8] Jasmine’s Home: Kayıp Rıhtım forumlarında oynanan “Demir Yumruk” adlı rol yapma oyununda yer alan mekânlardan biri.

Bitmeyen Kin” için 16 Yorum Var

  1. Benim sosyal güvencem yok. Bir devlet hastanesinde göz muayenesi, sigortasız 15,50 TL. Ekranda 18 bin küsur sözcüklük bir novella okuduğum için bana borçlu olduğun tutarın da bu olduğuna karar verdim İhsan Abi.

    Dresden Dosyaları’nın sadece ilk iki kitabını okudum ben. Beğenmemiştim de. Yavan gelmişlerdi. Bitmeyen Kin’i ikisinden de daha çok beğendim. İlk iki kitabın hiç yapamadığı kadar şaşırttı beni. Birkaç yerde çok güzel güldürdü. Dresden’a acımamı, daha doğrusu sempati duymamı çok kolay sağladı. Birkaç yerde “ah şu cümle böyle olsaymış” dediysem de, bunlar sadece birkaç yerdeydi ve geneli itibariyle oldukça akıcı bir metindi. Öyle ki hepsini bir oturuşta okudum. 15,50 TL.

    Marilyn Monroe ve Travis Bickle durumlarını görünce dedim ki kesin bunun altından bir şey çıkacak. Yani yazarın atıflarından daha fazlası, olay örgüsüyle ilgili bir şey, kurbanların katledilmesiyle ilgili önemli bir olay. İkonik sinema figürlerine benzemeleri/benzetilmeleri. Sonunda onu görmek isterdim.

    Sherlock Holmes nereden girdi öyküye, nasıl girdi hiç bilmiyorum; ama bu kadar mı güzel girermiş! Harikaydı. Enfesti. Zaten oldum olası çok sevmişimdir böyle ödünç almaları, göndermeleri, Sherlock Holmes da buraya çok yakışmış.

    Morgan’ı biraz fazla karikatürize buldum. Yani hala adam en sonunda “vay efendim bana tuzak kurdun da” diye gidecek kadar kıt olmamalı dedim; ama sonra hatırladım ki kitaplarda gördüğümüz Morgan karakteri de böyleydi. Yani senin getirdiğin bir abartı yoktu. Aksine, aslına uygun bir temsiliyet vardı.

    Yine de Merlin’in Morgana’nın oyununu çözmek için bir şeylere “dur” dememiş olması; ama buna rağmen bir noktada Morgan’ın “karıştın bu işe” diyerek onu öldürecek raddeye gelmesi durumu var. Yani, konseyin umursamaz olduğunu biliyorum genel olarak; ama emin olamadım kendi elleriyle yem yapıp ortaya attığı bir adamın ölümüne sebep olsa içi sızlamaz mı?

    Bunların dışında da kafama takılan hiçbir şey yoktu. Bob’u özlemişim. Onu farkettim. İyi oldu görmek. Çok güldürdü beni. Cinayetlerin çözümü de harikaydı.. “Meğersek içinden bir şey çıkıyormuş” şeysi bir okuyucu olarak bana da “aa tabii ya, niye bakmadık ki” dedirtti. Kendimi kandırılmış gibi, ya da aptal gibi hissetmedim. Bunun sadece iyi polisiye metinlerde karşılaşılabilecek çok güzel bir şey olduğuna inanıyorum.

    Uzun lafın kısası, ellerine, kalemine sağlık. Kendini bir çırpıda okutan bir “kitap” oldu. Benim okuduğum en güzel Dresden kitabıydı.

    Son olarak da sen böyle çılgınlar gibi uzun şeyler yazarken Microsoft Word’e iletmek istediğim bir mesaj var:
    #direnword

    1. Selamlar Fiddler;

      Öncelikle bu devasa öyküyü (her ne kadar öykü demeye utansam da) okuma zahmetine katlandığın için çok teşekkürler. Ben bu seçkiyi sıfır yorumla kapatmaya hazırlamıştım kendimi, yalan yok 🙂 Sigorta masrafların için de yüce magicalbronze’a başvurabilirsin, beni gaza getiren kişi ta kendisiydi çünkü 🙂 Ayrıca Holmes fikri de tamamen onun başının altından çıktı.

      mit: Seçki için Dresden mi yoksa Holmes mü yazsam karar veremedim. Belki de ikisini birden yazarım.
      magical: Nasıl yani? İkisi aynı hikaye de mi yer alacak???
      mit: Hmmmmmmmmm…

      Dresden’e sempati duyabildiysen ne mutlu bana, çünkü bu hikayeyi yazmaktaki başlıca amacım kitaplardaki o havayı verebilmek ve seriye hiç başlamamış birine Dresden’i sevdirebilmekti. Bunun için mümkün olduğunca kitaplardaki şablonu kullanmaya gayret ettim.

      Monroe ve Bickle konusunda sana katılıyorum, birer göndermeden daha fazlası olabilirlermiş gerçekten. Ama o anda kafam daha çok hikayeyi yetiştirebilmekte ve düzgünce toparlayabilmekteydi. O yüzden aklıma gelmedi. Yine de fikir çok güzel…

      Morgan ve Merlin hakkında ise tek söyleyebileceğim serinin son kitabı olan “Yaz Şövalyesi”ni okumayan birinin böyle düşünmesi çok normal. İkisinin de serideki karakterlere sonuna kadar bağlı kaldığını söylemem sanırım yeterli olur.

      Gülümseten ve moral veren yorumun için çok çok teşekkürler.

  2. Jasmine’s Home kısmına kadar “acaba İhsan abi Jim Butcher’ın bir hikayesini çevirmiş de bizi kandırıyor mu” düşüncesi dolaşıyordu kafamda.

    Tabi burada söylemeye çalıştığım şey yazara özendiğin değil, tam tersine; kitabın aslındaki bilgilere sadık kalarak oldukça başarılı bir yapıt sunduğundur.

    Yukarıda Fiddler’ın da bahsettiği gibi o göndermelerden bir şey çıkacak diye umuyordum, çıkmadı ama yine de çok iyi bir son olmuş.

    Sen hep böyle hikayecikler (!) yaz Dresden hakkında, biz de hep okuyalım İhsan abi. Tadı tamağımda kaldı tabiri caizse. Eline, kalemine sağlık 🙂

    1. Teşekkürler Ufuk, o tadı alabildiysen me mutlu. Bazı kısımlarda kitabın havasından uzaklaştığımı düşünüyordum çünkü. Bu yüzden yorumunu okumak beni mutlu etti. Çok teşekkürler.

  3. Merhabalar efendim.
    Şimdi şunu söyleyeyim: Fırtına Büyücüsü’nü iki gün önce bitirmiş bir vatandaş olarak yorumlayacağım. Yani Eğer ilk kitapla alakalı şeyler söylersem sorun olmaz umarım.
    Şimdi, bu samimiyet dolu birinci şahıs anlatımına Percy Jackson’dan aşinaydım, Dresden serisinde de mükemmel uymuş ve sen de bunu çok iyi kullanmışsın, tebrik ederim abi.
    Göndermeler konusunda pek çok şeyi bilmediğim için alttaki dipnotlara kadar Monroe dışındaki kısmın gönderme olduğunu çakamamıştım.
    Sherlock Holmes’ün girişi ilginçti, hele yaşlı hâli. 😀 Severim bu tür hikâye birleştirmelerini.
    Olayın çözümü de güzel ve ilginçti, en umutsuz anda Holmes girdi ve işi bitrdi.
    Her neyse, bence oldukça güzel bir öykü(!) olmuş.

    Dipnot: Sevgili Harry Dresden, hayır hayatımda hiç bayılmadım, bu yüzden kimse beni tokatla ya da öperek uyandırmadı…

    Dipnot 2: Ellerine sağlık, mükemmel olmuş ama tadı damağımızda kaldı vallaha. Demek ki en kısa zamanda yeni kitaplara geçmem gerekecek… Hepsi bir yana, umarım bir şekilde senden böyle bir hikâye(!) -maşşllah bildiğin roman olmuş- görebiliriz

    1. Teşekkür ederim, sağ olasın 🙂 Birinci teki şahıs anlatım, bu tarz karakterlere cidden çok yakışıyor. Harry bunun en güzel ve eğlenceli örneklerinden biri. Diğer kitapları da en kısa sürede okuma şansı bulabilir ve en az bizim kadar eğlenirsin umarım. Tekrar teşekkürler.

  4. Bitmeyen Kin…. Harflerin yerini değiştirince = “mit beyinken…”
    Önceki yaşamında ‘beyin’ olarak görev yapmış olabilirsin. Veya bunları yazarken kolları olan bir beyne dönüşmüş…

    Hikayeyle ilgili ne diyebilirim ki abi, müthişti. Sherlock Holmes’u çok seven ve -birkaç kez alma girişiminde bulunmuş olsam da- Dresden Dosyalarını okuyamamış biri olarak söylüyorum bunları. Çok kararsız kaldım okumadan önce; uzunluğu cezbediyordu, ama kitabı okumadığımdan spoiler alır mıyım, öyküyü anlar mıyım diye uzun uzun düşündüm. Sonra ‘amaan’ dedim ve okumaya başladım. Tek nefeste okuyamadım hikayeni, bunda uzunluğun yanında midemin beynime gönderdiği sinyallerin etkisi de büyük. Eğer kitap da bu kadar güzelse okumak gerek.

    Eline, koluna, beynine sağlık.

    1. Teşekkürler 🙂 Spoiler olmaması için elimden geleni yaptım, merak etme. Hikaye yazacağım diye kitapların zevkini baltalamanın alemi yok ne de olsa. Beğenmene de çok sevindim ayrıca, kitapların atmosferinin bundan daha iyi olduğunu da belirteyim. Tekrardan teşekkürler.

  5. Selamlar abi. Nihayet bu uzun ve eğlenceli öyküyü okuma fırsatı bulabildim. Ve öykü bitiminde kendi kendime sordum: “Neyi bekliyormuşum ki?!”

    Ellerine sağlık diyorum uzun uzun. Harry Dresden’den üçüncü kitap sonrası bayağı hasret kalmıştım ve aklımda şu an okuduğum kitap sonrası Yaz Şövalyesi ile dönüş yapmak vardı. Ki senin öykün bu düşünceyi kesinleştirdi. Bu kadar mı güzel, bu kadar mı komik ve bu kadar mı sürükleyici olur yahu? Hani Sherlock Holmes’u katacağını biliyordum amaaa böyle güzel bir şekilde öyküye yedireceğini hiç mi hiç tahmin etmiyordum. Tebrik ediyorum valla. Şu novellayı çevirip Jim Butcher’a mail atsak, “Hey, yayınlanmamış olan bu öykümü nasıl ele geçirdiniz?!!” diye geri dönüş yapabilir, o derece bak.

    Göndermeleri, Harry ve Bob’un atışmaları, yerinde espriler, Harry’nin bitmek bilmez kara talihi ve çok çok fazlası… Hepsi buradaydı. Dresden’i tanımayanlar için bile kahkahalar attıracak derecede hem de.

    Bir kez daha ellerine sağlık. Şu Dresden’in Türkiye yazım haklarının fiyatı neyse alıp sana mı devretsek ne? (Türkiye Yazım Hakları!)

    1. Selamlar Hakan. Çok teşekkür ederim bu uzuuuun öykümü okuma zahmetine katlandığın için. Keyif aldıysan ne mutlu.

      Sherlock Holmes için teşekkürü sana ve “İnternet üzerinden yapılan yazışmaların bir kısmı mutlaka yanlış anlaşılır” diyen Murphy Kanunu’na borçluyum 🙂 O günkü kısa muhabbetimiz olmasa bu iki karekteri bir arada kullanma fikri aklıma gelmeyebilirdi. En sevdiğim roman kahramanlarından ikisini bir öykümde kullanmak da apayrı bir zevki benim için.

      Tekrar tekrar teşekkürler 🙂

  6. Çok beğenmeme rağmen, diğer arkadaşların aksine, pislik bir yorum yapmaya karar verdim. Yeterince övülmüşsün abi. Biraz da dost acı söyler seansına geçelim u_u.

    Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, bugüne kadar yazdığın en iyi hikaye buydu. İtiraf etmem gerekir ki senin öykülerini okurken, o öykülerde hep ufak bir eksiklik var gibi geliyordu. Hani o parça da yerine otursa hikaye muhteşem olacakmış da o kısım kayıplara karışmış gibi. Oysa bu defa hiç de öyle olmadı. Uzunluğu rahatlıkla göz ardı edilebileceği gibi, bir fan fiction olmasına rağmen bunu hiçbir şekilde hissettirmeyen de bir öyküydü. Aklıma Butcher’ın “Side Jobs” adlı Dresden öyküleri kitabı geldi. Okurken sık sık bu öykünün o kitapta yer alabileceğini düşündüm, onu oraya layık gördüm. Yani abi, tekrar ediyorum, bugüne kadar yazdığın (benim gözümde) en iyi öykü kesinlikle bu. Ne o eksik parça hissini verdi, ne de anlatımda yumuşamalara gidildi. Artık benim gözümdeki magnum opusun budur.

    Marliyn Monroe şakasının sadece bir şaka olarak kalmaması, yine tahmin edilemez yerlerden Harry’mizin başına iş açılması tam da olması gerektiği gibiydi. Aslına uygun. Ama daha da önemlisi, ben sanırım çoooook uzun zaman sonra bir öykünü okurken ana olayı tahmin edemedim. Beni bu defa şaşırtmaya başardın ve ben bundan tarifsiz bir keyif aldım :). Hatta keyfi kaçmasın diye öyküyü ağır ağır okudum.

    Seni yağlamayı kısa kesecek olursam, (göndermeleri övmeye gerek bile yok) kurgunun bütünlüğü çok başarılıydı ve kullandığın hiçbir unsur sadece anlık kalmadığı gibi, bizi şaşırtacak yerlerde ana konuya dahil oluverdi. Bunu da başarıyla yedirmişsin. Adeta ilmek ilmek örmüşsün.

    Övgülerimin son halkasını da ayrıca belirtmekte fayda var aslında. Hadi bu defa gerçekten son :P. Bu öyküdeki tasvirlerin gayet başarılıydı. Kendini aşmışsın bile diyebilirim. Hepsini sindire sindire ve takdirle başımı sallayarak okudum. Bazılarını da keşke ben düşünseydim diye düşünmeden edemedim. Tasvirler bakımında da dört dörtlüktü.

    Şimdi gelelim olumsuz sayılabilecek ufak şeylere. Evet, bazıları “eah, bu da eleştirilecek şey değil” denilecek türden sayılabilir.

    Ehem. İlki eleştiri sayılmaz aslında. “Dudaklarının arasındaki kürdan bu hareketten faydalanıp kendini yere atarak intihar etti. “ Bunu bir hamlemde çoook benzer biçimde kullandığım düşünülürse, sanırım Alexis bir güzel bilinçaltına sızmış. Hatırlarsın, Paok’la ilgili bir sahnede Alexis’in sigarası da çok benzer bir tanımla ağızdan düşüyordu. Rahatsız olmuş falan değilim, tam tersine, seni etkileyip bilinçaltına sızabildiğim için egom kabardı B).

    Morgan sahneye ilk girdiğinde tavırları ona göre biraz yumuşak kalmış. Harry’e biraz fazla uzun zaman tahammül ediyor. Normalde Harry adım atar atmaz suçlamalara, sert tepkilere başlamalıydı. Oysa burada başta ona göre yumuşacak kalacak bir tavırla konuşuyor. Bu durum yoruma açık elbette. Oysa öykünün devamında şüphe götürmez şekilde Morgan’dı. Hiç gözüm yadırgamadı.
    Bir de şu var, Morgan’ın kılıcının büyüyü bertaraf ettiğini hatırlıyorum. Harry’nin büyüleri nasıl onun üzerinde etkili oldu, oraya kafam takıldı. Ben mi yanlış hatırlıyorum?

    Sonrasında oldukça detay bir şeye değineceğim. Harry’nin dolaptan süt alıp içtiği sahnede (sağlıklı yaşam mesajı mı o asjkdf) gözümün önüne 4 kitaptan sahneler geldi ve 4’ünde de Harry’nin (sabahın köründe bile) kola içtiğini hatırladım. Keşke orada kola içseydi :D. Aç karnına bile kola içtiğini gördüğümüz sahneler vardı. Ama dediğim gibi, bu çok detay bir şey.

    Diğer adımımız eleştiriden çok bir öneri olacak. Tanrım… Bugün giderek daha da güzelleşiyordu doğrusu. Ben tam burada “Daha kötü ne olabilir ki?” demesini beklemiştim :D. Senin yazdığın cümledeki ironi gülümseten cinsten. Sadece o cümleye geldiğimde bunu görmeyi beklemiştim. Dipnot olarak bahsedeyim dedim.

    Ve sonuncusu, “Doppleganger’ın Pecker’ın içinde olduğuna inanamıyorum! “Bundan gerçekten de emin misiniz?”
    Ama neden? Harry’nin duşta bile saldırıya uğramış biri olduğu düşünülürse (bak aklıma geldi şimdi o sahne xD) böyle bir şeye fazlaca şaşırdığını düşünüyorum. Bu kadar hayrete düşmemeliydi benim gözümde. Öykünün kronlojik olarak 1 ve 2 arasında olduğunu da düşünürsek sadece ilk kitapta bile gayet tuhaf şeylerle karşılaşmıştı. O nedenle bence burada fazla bir hayret gösterdi. Okurken bunun bir Jim Butcher öyküsü olmadığını hissettiğim yegane yer de burası oldu. He bir de Bob’un Holmes’a biraz aşırı yaltaklandığını da düşünmeden edemedim >.>. Komikti bak, ona hiç lafım yok. Hele o bakir esprisine epey güldüm :).

    Eleştirilerim ve övgülerim bunlardır. Tekrar edeyim, benim gözümde yazmış olduğun en iyi öykü bu oldu.Şu tarzda bir kitap yazmanı da dilerim. Elbette bir fan fiction’ı kast etmiyorum. Tamamen senin olacak bir eserden bahsediyorum.

    Ellerine, aklına sağlık. Umarım bu öykünü okuyan pek çok kişi Dresden Dosyaları kitaplarına ilgi gösterir de serinin devamı çevrilir.

    Not: Jasmine’s Home’u görünce omuzlarımdaki tozu elimin tersiyle sildim asdkşfjlsdf.

    1. Çooooooook teşekkürler sevgili Hazal. Harlan Ellison için hikayenin kendisinden daha uzun bir son söz yazmak affedilemez bir şeyse, benim için de hikayenin kendisi kadar uzun bir yorum almak tarif edilemez bir mutluluktur 🙂

      Öncelikle senin gibi sıkı bir Dresden okurundan böylesine güzel övgüler, böylesine olumlu yorumlar alabilmek beni çok sevindirdi. Hikayeyi kaleme alırken en büyük endişem seriyi yakından takip eden birinin gözünde çok eğreti durabilecek olmasıydı. Ama aldığım yorumlardan, özellikle de seninkinden sonra içime okyanuslar serpildi. “Side Jobs”a layık gördüm demen bile çok çok büyük bir şey benim için. O “eksiklik” duygusunu hissetmemiş olman da bir diğer sevindirici şeydi (Yuppi! ehem..)

      Eleştirilerinin hepsine noktasına virgülüne kadar katılıyorum. Hiç gözüme çarpmayan çok ince noktaları yakalamışsın ve hepsinde de sonuna kadar haklısın. Harry’nin Cola bağımlılığına ve Morgan’ın giriş sahnesindeki hareketlerine dikkat etmem gerekirdi. “Daha kötü ne olabilir ki?” cümlesini orada mutlaka ama mutlaka kullanmam gerekirdi 🙂 (Nasıl kaçar bu fırsat?) Harry’nin tepkisi ve Bob’un yalakalığı da öyle… Ama en önemlisi Morgan’ın kılıcı… Büyüyü bertaraf ediyor muydu gerçekten? Hiç hatırlamıyorum, ama eğer öyle bir şey varsa – ki sen hatırladığına göre mutlaka vardır – orada çok büyük bir hata yapmışım demektir. Bu kısımlara daha fazla özen göstermeliymişim. Ya da tamamlandıktan sonra Jim’e mail atıp editör muamelesi de yapabilirmişim 😛

      Kürdan / Sigara benzerliğini de hiç fark etmemiştim doğrusu, resmen bilinçaltıma işlemiş de haberim yokmuş. Alexis Stabler Tutulması yaşayanlar sadece Demir Yumruk karakterleri değilmiş anlaşılan. Kadın oyunun dışında bile bizi çaktırmadan yönlendiriyor 🙂 Jasmine’s göndermesi de benim için ufak bir kaçamak, Rıhtım’a da bir selam oldu. Sevdiğim bunca filme ve esere gönderme yapmışken en az onlar kadar sevdiğim DY’a selam göndermemek olmazdı. Son olarak Dresden konusundaki temennilerimiz aynı. Türk okurlar böylesine güzel ve eğlenceli bir seriden mahrum bırakılmamalı.

      Tekrar tekrar çoooook teşekkür ederim. Senin yorumların olmadan yazdıklarım hep bir parça eksik kalıyor 🙂 Çok çok teşekkürler.

  7. Merhabalar, sabrınızdan ve yazma aşkınızdan ötürü sizi tebrik ederim. Yazınızı okurken bizzat şu kanıya vardım ki bu tarzı gerçekten seviyorsunuz. Öyle ki eserlerinize oldukça akışkan bir biçimde sızıyor bu etki. Okuyucuyu amatör bir algıdan uzaklaştıran bir durum bu ancak olumsuz bir yanı var ki o da şu: Bu tarz yapıtların arasından sıyrılan bir yanı yok. Yani orta düzey Hollywood filmleri gibi, keyifli güzel vakit geçirebileceğimiz türde ancak iki gün sonra unutulası. Zirveye çıkmaya aday değil. Ezberbozan bir yan gerek, insanı sersemleten bir üslup yahut başka bir durum bilemiyorum!
    Üslup demişken iç ses, okuyucuyla konuşma mevzusuna değinmek istiyorum. Forrest Gump’ı anımsatan bir yazı örneği. Tıpkı filmde, bankta başlayan konuşmaların izleyiciyi yavaş yavaş olay örgüsüne hazırlaması gibi ancak şöyle bir sorun var ki bu konuşmaları olayların içinde de devam ettirmişsiniz. Bu da akıcılıktan okuyucuyu koparan bir durum. Dostane bir eleştiri olarak bunları söyleyebilirm. Şahsi fikrim bu yönde kaleminize sağlık.

    1. Selamlar Fatih Bey,

      Öncelikle okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkürler. Evet, bu tarz eserleri severim. Zaten yazmış olduğum bu hikaye de severek okuduğum ve sıkı takipçisi olduğum “Dresden Dosyaları”ndan esinlenerek kaleme aldığım bir hayran öyküsü. Geçen ay ki “Fan-Fiction” teması için hazırlamıştım. Üslup, anlatım, Hollywood filmleri tadında olması, okuyucuyla konuşma durumunun olayların içinde devam etmesi vb şeylerin hepsi eserin aslına, tarzına ve üslubuna birebir sadık kalınarak yazıldı. Yani serinin asıl yazarı Jim Butcher bizzat bu şekilde yazdığı için ben de öyle yaptım. Böylece ortaya aslına oldukça yakın, “konuk yazar” hissi vermeyen bir şeyler çıkarmaya çalıştım. Siz de takdir edersiniz ki bir fan-fiction hazırlarken bu unsurlar da konunun kendisi kadar önemlidir.

      Öyküme zaman ayırdığınız ve yorumunuz için tekrardan teşekkürler.

  8. Merhaba. Bir süredir kayıp rıhtım’ı takip etmeme rağmen bu hiyayeye yeni rastladım. Gerçekten harika yazmışsınız. Umarım yeni hikayeler de yazarsınız. Hatta belki içinde Türkiye ve Türklerle ilgili şeyler olursa daha da ilginç olabilir. Hatırladığım kadarıyla Dresden Dosyaları’yla tanışmam da kayıp rıhtım sayesinde olmuştu. İlk üç kitabı okudum fakat araya wardstone günceleri girince ara vermek zorunda kaldım. Ama ilk fırsatta çok iyi olmayan ingilizcemle de olsa bu seriyi bitirmek istiyorum. Bu hikayeyi okuduktan sonra siteye üye olmak için ne bekliyorum diye düşündüm ve üye de oldum. Şahsınıza ve kayıp rıhtım ailesine başarılar diliyorum.

    1. Merhabalar. Yıllar sonra gelen bu yorumunuz için çok teşekkür ederim, hem şaşırttınız hem de mutlu ettiniz. Açıkçası hikayemi beğenmenize mi, Dresden Dosyaları’yla tanışmanıza vesile olmamıza mı, seriyi bitirmek istemenize mi, yoksa Kayıp Rıhtım’a, aramıza katılmanıza mı daha çok sevindiğime karar veremiyorum. Hepsi de birbirinden güzel haberler 🙂 En iyisi mi aramıza hoş geldiniz deyip yorumunuz için kocaman bir teşekkür etmekle yetineyim ben. Yeni hikâyelere gelince… belki bir gün, inşallah.

mit için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *