Öykü

Buluşma

Osman ile görüşmeyeli nereden baksan on beş sene olmuştu. Lise öğrenimimiz boyunca can ciğer kuzu sarması olmuş, içtiğimiz su ayrı gitmemişti. Kimi zaman okuldaki öğretmenleri bile yaradana sığındıracak kadar haylazlık yapmış, kimi zaman da birbirimizi gaza getirip kendimizi derslere vermiş ama tüm çabalarımıza rağmen sınavlardan hüsranla ayrılmıştık. Yıl boyunca yaşanan çalkantıların hesabının kesildiği kaçınılmaz karne günü stresinin üstesinden beraber gelmiştik. Hatta bir ara aynı kızla platonik aşk yaşamıştık ki, arkadaşlığımız, asıl o çıkar çatışması sonrası dostluğa dönüşmüştü. Okulda bıyığı terleyen her erkeğe mavi boncuk dağıttığını daha sonradan öğreneceğimiz Arzu’nun, ikimize de yüz vermeyip tam yağlı ezine peyniri suratlı Gökmen ile önce pastaneye, ardından da vizyona yeni girmiş korku filmini izlemek üzere sinemaya gitmesi sonrası, teselli aradığımız omuz yine birbirimizinki olmuştu.

Osman ile aramızdaki bu yakın dostluk, üniversite sınavı isimli sayısal lotodan hallice piyango çekilişi nedeniyle maalesef duraklama ve sonrasında gerileme dönemine girmek durumunda kalmıştı. Sınav sonucuna göre ben işletme okumak üzere İstanbul’a yollanırken, Osman da psikoloji eğitimi almak üzere Ankara’ya sürülmüştü. İlk aylarda irtibatı koparmamaya çalışmıştık. Lakin, gözden ırak olan gerçekten gönülden de ırak olmuştu. Doğal seyrin sonunda da birbirimizi arayıp sormaz olmuş ve bir süre sonra hayatlarımızdan tamamen çıkmıştık.

Aradan geçen on beş senenin ardından Osman’ın beni Facebook’ta bulup eklemesine, doğrusu oldukça şaşırmış ama memnun olmuştum. Kısa bir hâl hatır mesajlaşmasının ardından, benim İstanbul’da olduğumu söylememin peşi sıra, kendisinin de bir iş için İstanbul’a geleceğini belirtmiş ve buluşma teklif etmişti. Sonuçta, Osman benim lisedeki en samimi arkadaşımdı ve bunca yılın ardından birbirimize anlatacak anılarımız olmalıydı. Buluşma teklifini ivedilikle kabul ettim. Osman’ın bir kelebeğin kanat çırpışı kadar hızlı geçen yılların ardından nasıl bir görünüme büründüğünü ve nasıl bir hayata sahip olduğunu merak ediyordum. Acaba benden daha mı mutluydu? Zengin olmuş muydu? Evli miydi? Çocukları var mıydı? Ne iş yapıyordu? Kimlerle takılıyordu?

Osman’ın Faceboook profilinden ve paylaşımlarından, bu sorularıma cevap verip merakımı giderecek herhangi bir ipucu yakalayamamıştım. Bu durum bana biraz garip gelmiş olsa da üstünde durmamış ve aradığım cevaplara buluşmamızda ulaşmayı ümit etmiştim.

Buluşmalarda bekletmeyi hiç sevmediğim için buluşma noktasına kararlaştırdığımızdan yarım saat önce vardım. Kadıköy’ün göbeğinde bulunan boğa heykelinin sağ boynuzu mükemmel bir buluşma yeriydi. Detayla zenginleştirdiğim buluşma yeri seçimimin farklılığı ile gurur duyuyordum. Geçmişte yaşadığımız hiçbir anıyı tetiklememesine rağmen bu seçimim bana kifayetsiz bir tatmin duygusu vermişti.

Osman’ı en son lise mezuniyetinde gördüğüm için tam olarak nasıl birisi ile karşılaşacağımdan emin değildim. O zamanlar, yeni bilenmiş kasap bıçağı ile pürüzsüz bir şekilde kesilmiş gibi duran keskin çenesi, hafif kepçe kulakları ve deve hörgücünden hallice kemikli burnu ile fark edilmesi güç olmayan birisiydi. Saçlarını da hep amerikan tıraşı kestirirdi.

Boğa heykelinin sağ kalçasına yanaşmış onu beklerken, aklımın bir köşesinde, Osman’ı Osman yapan bu özelliklere kendimce photoshop uygulayıp onu yaşlandırdım ve nasıl birisi ile karşılaşacağımı hayal etmeye çalıştım. Şakaklarına hafif ve narin fırça darbeleri ile aklar düşürdüm. Saçlarının dökülmüş olabileceğini öngörerek üstleri ve önleri biraz seyrelttim. “Çoktan burun ameliyatı olmuştur,” diye düşünerek deve hörgücü burnunu kaydırağa döndürdüm. Keskin çenesini kirli sakal ormanının derinliklerine sakladım. Kepçe kulaklarını japon yapıştırıcısı ile geriye doğru yapıştırdım. Üzerine de yırtık bir kot pantalon ve çok giyilmekten rengi solmuş, ütüsüz bir tshirt yerleştirdim. Evet, 15 yıl yaşlanmış Osman aşağı yukarı böyle olmalıydı. Hiçbir zaman bir baltaya sap olamayacağını bir kilometre öteden belli eden Osman, benim ufak rötuşlarım sonrası on beş senelik evrimini tamamlamış ve toplum içine çıkmaya hazır hale gelmişti. İlk parti Osmanlar için üretim tarihini 2018 olarak belirlemiştim.

Bilinç altımdaki çocuğun, yemyeşil bir parkta, boş bulduğu bir kavak ağacının altında oynamakta olduğu bilimkurgu öğelerle süslenmiş piyesine kısa bir ara vermesini söyleyip, çevreme göz gezdirdim. Boğa heykelinin etrafı benim gibi birilerini bekleyen insanlarla dolup taşmıştı. On beş yıldır görmediğim birisi ile buluşmak için daha tenha bir yer seçmiş olmam gerektiğini şimdi şimdi fark etmiştim. Buluşma yeri seçimini yaparken sahip olduğum entel kendini beğenmişliğim, yerini semt pazarından alınmış hayal kırıklığına bırakmıştı.

Gözlerimi boğa heykelinin çevresinde dolaşan insanlar üzerinde gezdirirken, kafamda canlandırdığım Osman figürüne tıpa tıp uyan birinin, kulağında telefonla trafik ışıklarından geçmekte olduğunu ve hızlı adımlarla bana doğru geldiğini gördüm. Onu görünce gerçekleştirdiğim mükemmel yaşlandırma operasyonu nedeniyle kendimi bir kez daha takdir ettim. Bilinçaltımdaki tek kişilik sinema salonunda, ödül almak üzere sahneye çıkışımın, salonu dolduran binlerce insanın çılgın alkışları eşliğinde “yılın en başarılı Osman tasviri ödülü”mü alışımın görüntüleri oynuyordu. Pek güzeldi ama maalesef gerçek olmaktan bir o kadar uzaktı.

Photoshop’ladığım Osman’a bire bir uyan adam, boğaya ulaşmasına birkaç metre kala durdu, kalabalık içerisinde birini arar gibi parmak uçlarına yükseldi ve etrafına bakındı.

Ben o an, “Yanına gidip kendimi tanıtsam mı?” diye iç sesimle münakaşa halindeydim. İçimde yaşadığım kısa süreli tartışma sonucunda verdiğim “kendini tanıt” kararım, mahkeme başkanı tarafından görkemli bir basın açıklamasıyla tek kişilik dünyamın sakinlerine bildirilmişti. Dava karara bağlanmış, duruşma salonu boşaltılmıştı.

Tam ileriye doğru ilk adımımı atıp elimi selam vermek üzere kaldırmıştım ki, genç bir kız tam önümden geçerek Photoshop Osman’a doğru koştu ve kendini onun kollarına attı. Bu sahne, boğanın kalçasına omzumu dayadığım ilk andan beri kafamda bir ileri bir geri oynattığım Osman’ın hayatına dair gösterime girmemiş film şeritlerinin, geriye yanık kokuları bırakarak küle dönmelerine neden olmuştu. Genç kız, klişe aşk filmlerinde ve artistik patinaj şampiyonalarında görmeye alışık olduğumuz “kendi ekseni etrafında 360 derece dönme figürü” olarak adlandırdığım hareketi gerçekleştiren adamın boynuna sımsıkı sarılmıştı. Ben de B sınıfı bir aşk filmindeki figürana dönmüştüm. Kadraja bile girmeyi başaramamıştım.

Ben bu filmin jönü olmadığıma göre, bu adam da Osman olamazdı. Bu sonuca varmamla birlikte, sahneye atılan domatesler ve uğultulu yuhalamalar eşliğinde kendimi apar topar aklımdaki hayali sinema salonunun acil çıkışından dışarı attım.

Gözlerimi genç kıza ve Osman olmadığını anladığım adama kilitlemiş, onların sevgisini kendi hayal kırıklığıma dönüştürmüştüm.

O saniyede arkamdan yaklaşan birisinin omzuma dokunduğunu hissettim.

Ani bir refleksle vücudumu omzuma dokunan kişiye doğru çevirdim.

“Kemal? Sen Kemal misin?” diye sordu omzuma vuran adam.

“Evet de. Siz kimsiniz?” diye soruya soruyla cevap verdim ismimi doğru söyleyen kişiye.

“Vay kardeşim Kemal. Osman ben!” diyerek bir anda sarılıverdi bana.

Tanımadığım birinin Kadıköy’ün orta yerinde bana sarılmış olmasını bir an göz ardı edersek, ortada başka büyük bir problem vardı. Bu adam ne benim lisedeki dostum Osman’a, ne de hayal gücümün ürünü Photoshop Osman’a benziyordu. Eğer bu adam gerçekten Osman ise, geceleri bana kabuslar gördürmesi dışında bir işe yaramayan hayal gücümü shift+delete kombinasyonu ile bir daha geri döndürülemeyecek bir şekilde çöp kutusuna atabilir ve bundan sonraki hayatımı damacana su şişesi içerisinde kendimden utanarak geçirebilirdim.

Gelgelelim, omzuma dokunan adam Osman olduğunu iddia ediyordu ve ismimi de doğru bilmişti.

Anlaşılan, geçmiş yıllar benimle alay ederken, eski dostum Osman’a kıyak geçmiş ve onu bambaşka bir varlığa dönüştürmüştü. Hayatım boyunca giymediğim ve muhtemelen giyemeyeceğim, etiketinde yazan rakamla değil kıyafet, alışveriş merkezi satın alınabilecek jilet gibi bir takım vardı üstünde. Yeni kesilmiş dalgalı saçlarına sürdüğü saç jölesi ona bakımlı bir hava vermişti. Hani mahalle berberlerinde sıra beklerken karıştırdığımız, içerisinde bizim asla sahip olamayacağımız saç modellerini sergileyen mankenlerin olduğu kataloglar vardır ya, işte Osman, o mankenlerin katalogdan fırlayıp Üsküdar-Kadıköy dolmuşu ile boğa heykelinin önüne gelmiş kanlı canlı hali gibi görünüyordu. Yüzünün yarısını kaplayan ve gözlerini saklayan bir güneş gözlüğü takıyordu. Kirli sakalı ekstra şekilli kesilmişti. Sol kulağında parıldayan büyükçe bir küpe vardı. Kulaklarının kepçe olduğunu iddia etmek son derece abesti.

Peki ya ben? Külkedisinin geçirdiği evrime benzer bir değişimle film yıldızına dönmüş Osman’ın karşısında ben nasıl görünüyordum? İki yıllık spor ayakkabılarımın rengi biraz solmuştu ama iyi durumdaydılar. Kot pantolonumu satın alalı henüz bir yıl olmuştu. Güneş gözlüklerimi annem geçen ay doğum günü hediyesi olarak almıştı. Tek temiz t-shirtümü çamaşır askısından alıp kendim ütülemiş, öyle giymiştim. Sakallarımı da daha geçen hafta kesmiştim.

Sarılma faslı bitince kolunu her gün görüşen insanlarmışız gibi omzuma attı. Yürümeye başladık. Ben kurbanlık koyundan hallice, başıma ne geleceğini bilmeden yanında ilerliyordum. Az ilerdeki bir kafeyi işaret etti. Bir masa beğendi içeride. Oturduk.

Osman’ın, hayat denilen tümsek dolu köy yolunda bana tur bindirdiğini anlamam çok uzun sürmemişti. Bir el işareti ile garsonu çağırdı.

“Hoşgeldiniz, ne alırdınız?” dedi cıvıl cıvıllığından ve enerjik hareketlerinden bu işe yeni başladığını tahmin ettiğim garson kız.

“Dükkânı kaça bırakırsın?” diye kendinden emin ama bir o kadar da yılışık bir şekilde sordu Osman. Şaşkınlıktan açık kalan ağzımı ve utançtan kızaran suratımı masada bulduğum menünün arkasına sakladım.

Ne diyeceğini bilemeyen kız kekelemeye başladı. “Ben menümüzden ne alırsınız demek istemiştim beyefendi.”

“Sen ne önerirsin… (güneş gözlüklerinin üstünden kızın yakasındaki karta bakıp ismini okudu) Gizemcim?”

Masadaki müşterinin yaklaşımından afallayan Gizem irkildi. “Türk kahvemiz güzeldir. Kahve alana bedava fal da bakıyoruz.”

Nedense ücretsiz fal Osman’ın hoşuna gitmişti. “O zaman sen bana orta şekerli bir Türk kahvesi yaptır Gizemcim. Kahvemin yanına lokumdur, efendime söyleyeyim kurabiyedir bir şey de koyarsın artık.”

Resmiyeti elden bırakmamaya çalışan Gizem “Tabi efendim” dedikten sonra siparişi titreyen ellerle küçük not defterine yazdı. Ardından bana döndü. Ne söyleyeceğimi duymayı beklerken “Ne olur sadece sipariş ver, lütfen” der gibi bir hali vardı.

“Ben bir Latte alayım. Normal lütfen,” dedim güven verdiğimi umduğum bir gülümseme takınarak. Başka bir şey almayacağımı belirtmek maksadıyla elimdeki menüyü de masaya geri bıraktım.

Sadece sipariş verdiğimi, Osman’ın yaptığı gibi alengilli kelime oyunlarına girmeyeceğimi anlayan Gizem’in rahatladığını, bir süredir tutmakta olduğu nefesini, kafesinden kaçarak özgürlüğe kanat çırpmış bir bülbül edasıyla bıraktığını gözlemledim.

Siparişleri alan Gizem hızla gözden kayboldu. Gizem’in gidişinin ardından kafamı tekrar Osman’a çevirdim.

Artık içimdekileri dökmenin zamanı gelmişti. Onu ilk gördüğüm andan beri kendimi zor tutuyordum. “Sana neler oldu Osman? Sen kendini tanıtmasan Osman olduğunu mümkün değil anlayamazdım. Bir anlat Allah aşkına. Nedir bu değişimin, özgüvenin sırrı?”

Osman’ın yüzünde duyduklarından hoşnut bir gülümseme belirdi. “Anlatayım Kemal,” dedi ve başladı.

Üniversitede okurken değişik bir arkadaş çevresi edindiğini, o arkadaş çevresinin yönlendirmeleri ile farklı ortamlara girdiğini ve hayatı bizim yaşadığımızdan çok daha geniş bir çerçevede, dolu dolu yaşayan insanları gördükçe, onlardan etkilenmeye başladığını söyledi.

“Ne gibi ortamlar?” diye sordum. Meraklanmıştım. Osman’ın nasıl bu kadar büyük bir evrim geçirdiğini öğrenmek istiyordum. Dünün kepçe kulaklı Osman’ı bugün özgüveni tavan yapmış bir Yeşilçam jönü olmuştu. Peki ama nasıl olmuştu?

“Hayatı düne özlem duyarak ya da yarını planlayarak değil, içinde olduğu saniyenin tadını çıkararak yaşayanların bulunduğu ortamlar,” dedi bacak bacak üstüne atarken.

Osman konuştukça tavşan deliği derinleşiyordu. “Bir çeşit gizli tarikat mı bu? Mason falan gibi?” diye doğrudan sordum. Vereceği cevabın beni tedirginliğe sürükleyebileceğinin bilincindeydim.

“Tam olarak öyle söylenemez. Bizim kimsenin hayatına müdahale etme ya da onları kendi emellerimize ortak etme amacımız yok,” diyerek tepki gösterdi. “En basit haliyle söylemek gerekirse, kendi aramızda toplanıp biraz eğleniyoruz ve ihtiyaç halinde birbirimize koşulsuz destek oluyoruz. Hepsi bu kadar.”

Eski sınıf arkadaşımın üniversite hayatında nasıl bir grubun içine düştüğünü çözememiştim. Halinden memnun olduğu belli oluyordu ama nasıl bir arkadaş grubuydu bu böyle? Konuşmamız derinleşirken, bir taraftan da onunla görüşüyor olmam benim için bir tehdit oluşturuyor mu onu tartmaya çalışıyordum. On beş yıldır görüşmediğim arkadaşım yüzünden başıma bir iş gelmesinden çekiniyordum.

“Ne gibi eğlenceler?” diye sordum. Tavşan deliğinin nereye varacağını öğrenmek istiyordum. Kafamın içinde, The Matrix filmindeki “Follow the white rabbit” sekansı canlanmıştı.

“Şarap, dans, maskeli balolar, konsept partiler, müzik… Eğlence diyince aklına ne geliyorsa hepsi var.”

Benim eğlence anlayışım sinemaya gitmek, kitap okumak, bilemedin arkadaşlarla buluşup yemek yemekten ibaretti. Osman’ın söyledikleri bana çok uzak kavramlardı.

“İyiymiş. Eğlenceli ve ilginç gözüküyor. Maskeli balo özellikle,” diye cevap verdim.

Maskeli baloya özel ilgi duyduğum sonucuna varıp cesaretlendi ve devam etti Osman. “Maskeli balolarımız gerçekten özeldir. İçki su gibi akar. Kızlı erkekli rahat ortamlardır. Geçen gün yunan tanrıları konsepli bir maskeli balomuz vardı mesela. Ben Satir kılığına girdim. Bilirsin, hani şu boynuzu olan, kuyruklu, kadın düşkünü, alkolik yaratıklar var ya!”

“Arkadaş, milletin ne biçim eğlence anlayışı var,” diye geçirdim içimden. Kelimeler dilimin ucuna kadar gelmişti ama kendime saklamayı seçmiştim.

Konuşmamıza siparişlerimizi getiren Gizem yüzünden kısa bir ara vermek zorunda kaldık. Acemiliği tepsi tutuşundan anlaşılan Gizem, önce Osman’ın orta şekerli Türk kahvesini masaya bıraktı. Yanında iki parça güllü lokum, ufak ama şirin bir su bardağı ve küçük boy pet şişe su getirmişti.

“Mersi canım,” diye teşekkür etti Osman ve ekledi “Pardon ama yere bir şey düşürdün sanırım.”

Daha cümlesini bitirmeden yere eğildi Osman. Yerden define bulmuş gibi kalktı ve elindeki 200tl’lik banknotu gösterdi. “Senden düştü Gizemcim. Dikkatli ol. Para ağaçta yetişmiyor.”

Gizem paranın kendisinin olmadığını anlatmaya çalışsa da Osman onu dinlemedi ve banknotu kızın elinde tuttuğu servis tepsisine koydu. Utandığı ve rahatsız olduğu belli olan Gizem benim siparişimi masaya koydu. Donuk ve hoşnutsuz bir tonla “Afiyet olsun,” dedikten sonra bizi tekrar yalnız bıraktı.

Gizem giderken arkasından teşekkür ettim kendisine. Bu aslında bir teşekkür değil karşımda oturan tanımakta güçlük çektiğim eski dostum adına bir özürdü. “Bu adamı on beş yıldır görmemiştim, inan böyle bir insana dönüştüğünü bilmiyordum. Affet beni. Ben ondan farklıyım.”

Dileyemediğim özrüm, paralel evrenlerdeki duvarlarda yankılanıyordu. Bizim yaşadığımız evrende ise daha doğmadan ölmüştü ürkek özrüm. Allah rahmet eylesin. Dilenemeyen özürler, dillendirilemeden ölen aşklarla birlikte yarın öğle namazına müteakip toğrağa verilecekler. Ruhları şad olsun. Âmin.

Osman’ın yüzünde pis bir sırıtış vardı.

“Kıza mı yürüyorsun sen?” diye sertçe sordum.

“Yok be Kemal. Üniversite masraflarını çıkartmak ve ailesine destek olmak için part-time çalışıyor belli ki. Yardımcı olmak istedim. Bizim ekip böyle işte. Nerede bir fırsat görsek hemen insanlara yardıma koşuyoruz,” diye pek de inandırıcı olmayan bir açıklama yaptı Osman. Peşinden de Gizem’in getirdiği güllü lokumlardan birini ağzına attı.

“Peki bu sizin ‘farklı ortamlara’ nasıl girilebiliyor?” diyerek konuyu kendi ilgi alanıma doğru döndürdüm.

Sanırım direksiyonu biraz keskin çevirmiş olacağım ki, yüzüne pişkin bir gülümseme yayıldı. “Aramıza katılmak ister misin?” diye sordu.

“Belki bir gece katılabilirim. Nasıl bir şey olduğunu görürüm. Hoşuma giderse tekrar değerlendiririz,” diye cevap verdim. Kendi kabuğumu kırmanın zamanının geldiğini düşünüyordum. Amacım Osman gibi olmak değildi ama daha önce tanışmadığım insanlarla bir araya gelmek ve bugüne kadar kendimi sakındığım, dikenli bitkilerin arasına, mıcır dolu toprak yollara girmek kulağa fena gelmemişti. Osman’ın anlattıkları ve aşırı rahat tavırları bana adlandıramadığım bir özgüven aşılamıştı.

“Maalesef bu işler öyle olmuyor. Kendini tamamen özgür bırakman gerekiyor. Bir kere katılıp aramızdan ayrılamazsın. Bir kere girdin mi, ondan sonra hep katılmak zorundasın.”

“Neden böyle olmak zorunda?”

“Aramıza katılırsan anlarsın,” diye cevap verdi kahvesinin son yudumunu içerken. Ardından fincanı ters çevirdi ve fal için kapattı. Son kalan güllü lokumu da nezaketen bile olsa bana sunmadan afiyetle yedi.

Kafam karışmıştı. “İyi de bu kadar içine kapalı ve gizli olmanın gereği nedir? Anlattıklarından kötü bir şey yapmadığınız, sadece eğlendiğiniz ve birbirinize destek olduğun sonucunu çıkarıyorum.”

“Daha fazla detaya giremem. Tam olarak nelerin yaşandığını kendin tecrübe etmen gerekiyor.”

Bunu söylerken karşılaştığımızdan beri ilk defa güneş gözlüklerini çıkartmış ve kan çanağı gözlerini bana dikmişti. Artık yüzünü tamamiyle görebiliyordum. Gözlük, kemikli burnunu bir göz yanılmacasıyla mükemmel bir şekilde kapatıyordu. Gözlük çıkınca takke düşmüş, biçimsiz burun kendini ele vermişti. Saçlarına düşen aklar da gözüme batar olmuştu. Kirli sakalı yaklaşan ışık hüzmesini emen bir kara delik gibiydi. Bu adamın Osman olduğuna hala inanamıyordum. Olsa olsa kötü bir kopyası olabilirdi. Başarısız bir imitasyonu…

Bakışlarımın değiştiğini ve gördüklerimden kafamın karıştığını anlayıp gözlüğünü tekrar taktı.

“Teşekkür ederim. Ben halimden memnunum. Üniversitede kalmak zor bir seçimdi ama pişman değilim,” diye kestirip atarak ama kalpten gelen bir inançla cevap verdim. Az önce içine girdiğim merak sarmalı kaybolmuş, yerini tedirginliğe ve suskunluğa bırakmıştı.

“Ne kötü. Bence aramıza katılmayı hakediyordun.”

“Neyi hakediyordum? Maskeli baloda Satir olmayı mı?” Sertleşmiştim.

“Onun gibi şeyler.”

Osman’ın kapalı fincanındaki kahvenin artık soğuduğuna kanaat getiren falcı kadın yanımıza kadar gelmişti. “Falınıza bakmamı ister misin?” diye sordu Osman’a, vıcık vıcık paçalarından akan bir kibarlıkla.

“Olur. Anlatın bakalım neler çıkmış falımda,” dedi Osman küstah bir sırıtışla.

Rengarenk çiçeklerle dolu çingene kıyafeti içinde “Burada falcı benim” diye bağırıyordu kadın. Boştaki sandalyeyi kestirdi gözüne. Çekti yanımıza ve Osman’ın kapatılmış kahve fincanını eline almak üzere ileri atıldı. Parmağını fincana değdirir değdirmez elektrik çarpmış gibi titredi ve geri çekildi.

Önce Osman’a, sonra fincana, en son da bana baktı kuşkuyla. Bakışları daha sonra tekrar Osman’a geçti ama bu sefer korku ve endişe doluydu bakışları.

“Bir problem mi var?” diye sordu Osman alayla.

“Falınızda çok enerji var,” dedi kadın sakin kalmaya çalışıyordu ama gerginliği dışarı yansıyordu.

“Hadi ya? Çok ilginç. Buyurun devam edin,” dedi Osman.

Ben de artık gerilmiştim. Osman’daki farklı hava bizim masayı aşmış artık tüm kafeye yayılmıştı. Osman’ın verdiği 200tl’yi dükkânın kasasına sinirle yerleştiren Gizem, barın önünde durmuş bizim tarafa doğru kaçamak bakışlar atıyordu. Kafedeki diğer müşteriler anlam veremedikleri bir rahatsızlık içindeydiler. Ortam fırtına öncesi sessizliği çağrıştıran bir tekinsizlikle dolmuştu.

Falcı kadın kahve fincanına doğru bir deneme daha yapmak üzere hareketlendi. Elini yavaşta fincana doğru uzattı. Dokundu. Bu sefer sıkıntı yoktu. Usulca fincanın ağzını görüş hizasına doğru çevirdi ve incelemeye başladı.

Her geçen saniye benim kalp atışım hızlanıyordu. Osman son derece rahat bir şekilde, güneş gözlüklerinin arkasından gözlerini kadına dikmiş, bir hafta öncesine kadar kafenin bulaşıkçısı olan, geçen hafta başında çingene kıyafetleri giydirilerek falcılığa terfi edilen kadının ne diyeceğine kulak kesilmişti.

Falcı kadın konuşmak üzere ağzını açtı ama ilk denemede konuşamadı. Boğazını temizlemeye çalıştı. Başarılı olamadı. Bir şey boğazını tıkıyor, konuşmasına izin vermiyordu. Gözleri doldu, yüzü kül rengine büründü. Sakin kalmak için çabaladı. Derin bir nefes aldı, bu sefer kontrolünü sağladı ve konuşmaya başladı.

“Burada başarısız olduğunu biliyorsun. Onu kendine benzemeyeceğini, yanına çekemeyeceğini anladın. Peşini bırak. Kendi yoluna, türünün yanına git. Yıllanmış şaraplarınızdan için, sonsuza kadar kasvetli kutlamalarınızı yapın, tanrılarınız ile vakit geçirin,” dedi ve ekledi falcı kadın “Ne halt ederseniz edin, bu alemden defolup gidin!”

Son sözünü söylerken sesini iyice yükselten falcı artık tir tir titriyordu. Ağzından çıkanlara kendi de inanamıyordu. Dengede tutamadığı fincan elinden kaydı. Yere düştü ve binlerce küçük parçaya ayrıldı. Acı çektiği belli olan falcı kadın kızarmış gözlerle Osman’a bakıyordu.

Osman istifini bozmadan pis pis sırıttı.

Falcının söyledikleri bana hiçbir şey ifade etmiyordu ama içimden bir ses benimle ilgili olduklarını fısıldıyordu. Osman’ın tuhaf davranışlarının üzerine falcının bu durumu beni iyice korkutmuştu. Bu adam benim lise arkadaşım Osman olamazdı. Buradan çıkmam, bu adamdan en kısa zamanda uzaklaşmam lazımdı.

Yüzünü falcıdan bana doğru döndüren Osman yaşananlara ters düşen saçmalıkta bir sakinlikle sordu:

“Ne diyorsun bu duruma Kemal?”

“Sen çok değişmişsin Osman. Benim lisede hatırladığım dostum değilsin artık. Bence sen o üniversite arkadaşlarının yanına dönmelisin.” Sakin kalmaya, kontrolümü kaybetmeme çalışıyordum ama sesimin titremesine mâni olamıyordum.

“Öyle olsun o zaman. Neler kaçırdığını bir bilsen,” dedi ve ayağa kalktı. “Kendine iyi bak Kemal. Başka bir zamanda, başka bir yerde tekrar görüşmek üzere.”

Elini sıkmam için uzattı. Tereddüt içerisinde ayağa kalktım ve elimi uzattım. Parmaklarımız birbirine değdiği anda Osman’dan bana doğru akan bir enerji dalgasının tüm bedenimi sardığını hissettim. Acı, zevk, umut, keder ve adını koyamadığım bir sürü duygu bir anda üzerime çullanmıştı. Gayri ihtiyari gözlerimi yumdum.

Gözlerimi tekrar açtığımda boğa heykelinin sağ boynuzunun önünde bekliyordum. Az önce ne olmuştu, neredeydim? Sanki saniyenin onda biri kadar bir süre boyunca ruhum bedenimden çıkmış, astral bir seyahat yapıp geri gelmişti. Başım dönüyor, midem bulanıyordu.

Trafik ışıklarının oradan birisinin bana el salladığını zar zor fark edebildim. Bu kişi Osman’ın kafamda canlandırdığım on beş yıl yaşlanmış haline tıpa tıp benzettiğim Photoshop Osman’dı. Daha önce bu adama sarıldığını gördüğüm genç kız, bu sefer başka bir adamın kollarındaydı.

Photoshop Osman yanıma kadar geldi. Gözlerini benim gözlerime kenetledi.

“Kemal?” dedi şüpheyle.

“Evet,” dedim. Az önce kafede yaşadıklarımın hafızamdan silindiğini fark dahi etmemiştim. Bir kaç saniye önce hissettiğim mide bulantım geçmiş, baş dönmem durmuştu.

“Osman?” diye karşılık verdim gayriihtiyari.

“Tabi ya! Benim ben, Osman. Eski dostun.”

Osman tıpkı hayal ettiğim gibiydi. Yaşlandırma operasyonum ile ne kadar gurur duysam azdı.

Ben bunca yılın ardından eski dostumla buluşmuş olmanın heyecanını yaşarken, genç kızın sarıldığı güneş gözlüklü ve takım elbiseli adam kızgınlık ve kıskançlık dolu gözlerle bizi izliyordu. Adamın alnından çıkan boynuzları ve jilet gibi takımını yarıp kendini ortaya çıkartan bir kuyruğu olduğuna dikkat etmemiştim.

Takım elbiseli adama sarılmış genç kızın yakasında Gizem yazan bir yaka kartı vardı. Ammavelakin, Gizem ismi ve sarılmış olduğu takım elbiseli adam o an için bana hiçbir şey ifade etmemişti.

Üç vakit sonra posta kutumda belirmiş esrarengiz maskeli balo davetiyesine icabet ettiğim o gün, tüm parçalar yerine oturmaya başlayacaktı…

Ufuk Yasin Yurtbil

Hikaye anlatıcısı, okur-yazar-inceler, sinemasever, birincilik ödüllü amatör bir öykü yazarı, hayatı dolu dolu yaşamaya hevesli, öğrenmeye aç bir ruh. Meslekten inşaat mühendisi, doğuştan hayalperest, bir tutam bilimkurgu/fantastik kurmaca. Hepsi ve daha fazlası www.duslerdengercege.com adresindeki blogunda…

Buluşma” için 6 Yorum Var

  1. Merhabalar. Çok güzel bir öyküydü okuduğum.
    ”…hayal gücümü shift+delete kombinasyonu ile bir daha geri döndürülemeyecek bir şekilde çöp kutusuna atabilir…” bunun gibi birbirinden güzel ve farklı benzetme vardı. Öykü son ana kadar gerçekçi bir havadaydı, sanki bir arkadaşımın anısını dinliyor gibiydim, oldukça eğlenceliydi ama bu öykünün nasıl bir fantastik boyuta çekilebileceğini kestiremedim, diyalogda geçen cümleyle sınırlı kalacağını düşündüm Satir’in. Beni ters köşeye yatırdınız 🙂 Final harikaydı. Akıcılık, işleniş, diyaloglar hepsi yerli yerindeydi. Ellerinize, aklınıza sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.
    ”…bir hafta öncesine kadar kafenin bulaşıkçısı olan, geçen hafta başında çingene kıyafetleri giydirilerek falcılığa terfi edilen kadının ne diyeceğine kulak kesilmişti,” beğendiğim yerlerden sadece biri.

    1. Merhabalar,

      Teşekkür ederim güzel yorumunuz için. Tebessümle okudum yazdıklarınızı. Bu öyküde okuyucuyu ters köşeye yatırmayı amaçladığım doğrudur. 🙂 Gerçekçi başlayıp doğa üstüne yönelen bir kurgu ile okuyucuda farklı bir tat bırakmayı arzulamıştım.

      Hiç bir öyküyü sonunu önceden düşünerek yazmıyorum. Bu öyküde de bir kaç farklı son üzerinde çalışıp bunda karar kıldım. Bu açıdan finali beğenmiş olmanıza ayrıca sevindim.

      Nedense Öykü Seçkisi’ne yazdığım tüm öykülerim samimi ve gerçekçi temeller üstünde kuruldular. Bu öyküm, biraz daha farklı bir havaya sahip oldu. Umarım beğenilir ve diğer seçkilerde daha farklı tondaki hikayelere yönelebilirim.

      Yazdığım öykülerimin bir bölümünü Ekşi Sözlük’te de paylaşıyorum. Arzu edenler şu başlıktan okuyabilirler: https://eksisozluk.com/gurlinonun-kisa-hikayeleri–4933004

      Esenlikle…

  2. Merhabalar, öykünüzün ilk birkaç satırı oldukça tekdüze bir yazıya giriş yapıyor etkisi uyandırdı bende fakat üslubunuz ile kahramana kattığınız renk öykünün ritmini yukarılara taşıdı. Gündelik bir hayatta satiri yerleştiriş biçiminizi beğendim, elinize sağlık.

    1. Merhaba,

      Öykümü okuyup, görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim.

      Gözleminizde haklısınız. Öykü sıradan bir anı hikayesi olarak başlıyor. “Bu hikaye nasıl Satir temasına bağlanacak?” diye soruyorsunuz kendi kendinize. Olay örgüsü yavaş yavaş ilerledikçe baştaki anlatımı unutuyorsunuz. Bu kurguyu bilinçli seçtim. İki farklı atmosferi olan bir öykü yaratarak okuyucunun ilgisini ayakta tutmaya çalıştım. Umarım başarılı olabilmişimdir.

      Gelecek temalarda görüşmek üzere.

  3. Merhaba,
    Güzel bir öyküydü. Temayı farklı kullanmışsınız; iyi olmuş. Özellikle kurguyu beğendim öyküde. Akıcı bir öyküydü.
    Kaleminize sağlık.

    1. Merhaba,

      Teşekkür ederim yorumunuz için. Kurguyu ve akıcılığı beğenmenizden memnun oldum. Temayı farklı kullanmak bende bir gelenek oldu. Bu şekilde gidecek gibi görünüyor. 🙂

      Daha sonraki seçkilerde görüşmek üzere.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *