NOT: Bu bölümü okumadan önce UÇAN HALI BENİ DE ALACAK, SLAİN DEHLİZİ’NDEKİ BEKLENİLMEYEN ve RUGNAR’IN ÖYKÜSÜ adlı öyküleri okumanız, devamlılık açısından önem arz etmektedir.
“Gül çocuğum; seviyorum seni ben:
gecenin hazin yalnızlığında…
Sevin çocuğum; anlıyorum seni ben;
akan çayırın ışıltılı serinliğinde…
Sarıl çocuğum; öyle bir sarıl ki;
kenetlenelim birbirimize; uzaklara;
göçerken ben…
Ah! Ağlama çocuğum; ağlama…
Yarına uyanacaksın; sen, kanlı göz,
yaşlarım kurumaya yüz tutarken…
Çayır akacak; kuşlar uçacak…
Şarkılar söyleyecek; ağaçlar.
Bir yıldız parlayacak; güneş batarken…
Burada bitmeyecek sevgimiz; sürecek,
her daim: bu söğüdün altında…
Yıldızlar parlarken; çayır akacak;
Uzaklardan bir kuş şakıyacak; veda,
edecek bana…
Emin ol! Burada bitmeyecek sevgimiz;
sürecek her daim, bu söğüdün altında.
Emin ol! Sevgimizi, bu söğüt yeşertecek;
davamız: anlaşılırken ve ben uzaklara yol alırken.”
(Güney İskandinavya taraflarında bir köy)
(Rugnar”ın ağzından)
Hayır, görmeye çalışmıyordum. Anlamak istediğim tek şey vardı; neden bendim? Bu zor bir soru değildi. Hiçbir zaman olmamıştı. Peki, neden bir cevap yoktu?
Yoruldum, artık bir şeylerin durağan gitmesinden, bıktım. Her gün arşınlamak zorunda kaldığım suyolu ve yatmak zorunda kaldığım ahır. Hepsi. İstinasız, her şeyden bıktım.
Kiminle dalga geçiyorsun be adam. Yok, Ateş gözlü kuzgunmuş da; Yok, buralarda takip edilmesi gereken tek canlıymış da. Beynim, benle alay ediyordu. Hastaydım ben… Eminim. Bunların yaşanmasının tek sebebi; iflah olmaz bir hasta oluşumdandı. Kesinlikle. Yoksa başka nasıl bir ihtimal öne sürülebilirdi? Ne gibi? Dönüşü olmayan bir labirentte; her defasında daha da derin bir bataklığa adım atan, iflah olmaz bir akıl hastası. Beni çekip kurtarabilecek, biri var mı? Cevabını biliyorum; çok basit: HAYIR!
Bu sefer aynı şeyler yaşanmayacak; belirsizlik ve doğurduğu lanet sonuçlar… Hiçbirine tek bir şans bile vermeyeceğim. Geleceğim benim ellerimle; şekillenecek ve lanet şeytan, lanet kuş ve üzerinde yeni yazılar belirmeye başlayan lanet kitap. Hiçbiri; gram yön veremeyecek: yaşamıma. Bu kadar basit işte.
Neymiş efendim? Adı batasıca; Slain denen zımbırtı mağarada, bacak kadar çocuk: katliam yapmış. Bende bunlara inanacak göz var mı be!
Tüm bunların kafamda yaşandığı konusuna inanmaya: dünden razıyım. Peki, kitap. Sürekli üzerinde yazılar beliren ama daha sonra silikleşen o lanet yazılı; kitap… Beni mahveden şey bu. Beni her defasında çıkmaz sokaklara teslim eden; lanet durum bu.
Bu köy belki de beni yaşama bağlayan en büyük şeydi. Çünkü buranın havası batıda olmazdı. Hele, doğuya gidildikçe basıklaşan evler ve sürekli tüten bacaları çekilecek türden değildi. Ben Güney çocuğuydum. Atalarımız “Uzaklarda değil; hayatın. Kalbinin attığı yerde,” demişlerdi. Benim kalbim burada atıyordu işte. Bunu değiştiremezdim ve değiştirmeye hiç niyetim yoktu. Gözlerimi yukarı kaldırdığımda bana gülümseyen takımyıldızlar; tertemiz görünürdü her zaman. Buraya özeldi; temizlik. Ve yine buraya özeldi; düşüncenin güzelliği. Ama yine de bıkmıştım.
Acılarım her geçen gün daha da artarken. Diğerlerinin işlerinin düzgün gitmesine dayanamıyordum. Hayır, asla kıskanç olmadım. Daha doğrusu olmak istemedim. Bunun sebebi onlar; eskimiş bir testi ile kırık başlı çeşmeden su doldurmaya çalışan; dinç görünümlü bir dede ve arkadaşına el şakaları yapan küçük bir çocuk. Suçlu onlardı… Tüm bunları onlar yapmıştı. İnsan; diyorlardı onlara. Ben her adımımda yokluğa yaklaşırken, onlar neden her adımlarında yükseliyordu. Bunu açıklayacak biri var mı? Beni yatıştırılabilecek biri? Özetleyeyim: Beni çekip vurabilecek bir baba yiğit arıyorum.
Üşümüştüm. Aylardan beridir; düzgün bir şekilde yemek bile yiyemiyordum, değil ki bir de ayı postu giyeyim. Hancı, iyi adamdı doğrusu. Ahırında kalmama ve yemek artıklarını yememe izin veriyordu. Diyeceksiniz ki; iyilik bu mu? Evet; dostlarım, iyilik Kelt piçlerinde böyle olur. Bunu bulmam bile büyük bir şans aslında. Para kesemi kaybetmeseydim; çoktan köy odalarına yerleşip, sert ama sıcak yorganın altına yatmıştım ama bu gidişle uzak bir hayaldi, benim için.
Ama yine de ben vardım. Nefes aldığım sürece burada olacaktım. Sabah; seher vaktiyle ışıldayan çam ağaçları, ne kadar gerçekse bende o kadar buradaydım.
***
Sabah… Ah! O güzel ve alımlı sabah. Dağların arkasından usulca doğan sabah… Ne güzel şeysin sen öyle. Beni sen yaşatıyorsun ve sen götüreceksin uzaklara.
Uzun zaman oldu; güzelce bir uyku çekmeyeli ama hepten olumsuz sonuçlar doğurdu sanmayın. Yeni arkadaşlar edindim. Her sabahın; alaca köründe beni öpen ve salyalarını itinayla üzerime akıtan: bir öküz. Yine de yalnız değilim işte. Bu beni güçlü kılıyor. Aşka gelsem bende onu öpeceğim de neyse…
Bu sabahta değişen bir şey yok aslında; sadece kitapla anlaştık o kadar. Ben ona sorular soruyorum ve o da cevaplıyor.
“Neysin sen? Biri misin? Hiç misin? Var değilsin de ben mi öyle algılıyorum? Burada mısın? Gerçekten üşümüş ellerimde sen mi duruyorsun?” diyorum, fısıldayarak.
Kitap ise alabildiğine, peşi sıra diziyor cevapları. Ah birde kelime oyunları yapmasa.
“Oradayken; bende,
giderken sende;
gelecek iken; onlarda.
Şimdi ve sonra;
buradayken sonlarda,
şimdilerde ise ilklerde,
dönüyor ağaçtan adamlar;
denizden çıkan; yosunlu adamlar,
etrafında usulca…
Çığlıklar savrulurken; yakılıyor:
ağaçtan adamlar; cayır cayır.
Hahaha! Yanıyorlar ne güzel…
Hahaha! Acı çekiyorlar ne güzel…
Şimdi onlar geldi: siz kaçın.
Şimdi onlar geldi: siz ağlayın.
Hahaha! Acı çekiyorlar ne güzel.
Denizlerden; bataklıklara; doğuyorlar,
gecenin pis zamanında.
Geceyi kana buluyorlar; denizkızları;
kaçarken etraflıca…
Ah! Ne kötü… Ne kötü…
Yakalıyorlar; kesiyorlar bir güzel;
narin kuyrukları… Ne kötü!
Denizaltı Efendisi, gülüyor;
Hahaha! Ne güzel! Ne güzel!”
Ateş gözlü kuzgun; olayını atlatmıştık sanırsam. Zaten öyle saçmalık mı olurdu? Bağlantı aramayı kesmiştim; hayat benim için bir nehirdi artık ve ben usulca giden suyun hesabını tutacak değildim.
“ Oralardan gelmişlerdi… Pek uzak; pek zorlu ve amansız yollardan. Yosunların ve balıkların ülkesinden. Ne berbattı onlar. Ne pislerdi. Kötü kokuyordular ve hepsinin dişleri sararmıştı. Yüzlerinde delikler vardı. Balıkların solungaçlarını andıran cinsten: delikler. Kötüydü onlar… Yaşam içinde var olmaya çalışan ama çoktan ölmüş serseriler. Yakıp, yıkmak ne zevkliydi onlar için. Gülüşleri öyle kirliydi ki; kuşlar susmuştu: onlar geldiklerinde. Bebekler ise; kuşların uyarılarına rağmen ağlamaya devam etmişlerdi. Keskin ve ifadesiz suretlerinde tekbir şeyin izi vardı. Acımasızlık. Ah! Ne acıydı o zamanlar… Bebekler ve güzel anneleri; uzaklara göçerken, bütün olarak gidememenin verdiği acıyla; öyle çığlıklar atmışlardı ki, ne sert ve duygusuz yürekler; ağlardı o kesilmiş başlara. Kılıçlarımı vardı onların; hayır. Oklarımı peki? Hayır… Onların, kıskaçları vardı. Yengeçler gibi… Ne korkunç! Ne dehşet verici… Devasa büyüklükteydiler ve çehrelerinden tuzlu sular akıyordu. İnsan bozması suratlarında bulunan solungaçlar ne lanet yerlerdi. Ne acımasız bir düşünceydi onların ki. Ah! Sanıyor musun durduk? Sanıyor musun hiç bir şey yapmadan bekledik?”
Birkaç saattir bu satırları düşünüyordum. Usulca akan denizden; bir zamanlar koca bir ordu mu gelmişti. Bir destandı galiba bu. Yüzyıllar öncesinden ağızdan ağıza söylenmiş bir destandı… Kesinlikle öyleydi. “Bir susta; devamı dinleyelim: geri zekâlı herif” diyorsunuz, sanırsam. Benimde konuşmaya niyetim yok, zaten.
“Sanma; bu hataya düştük. Sanma ki bebeklerimizin ve analarının; başlarının, o lanet kıskaçlar içinde can çekişmesini izledik. Bizler asla böyle bir hataya düşmedik. Onlar, Büyük Buz’dan gelen Kovulmuşlar. Ah! Onlar ne güçlüdür. Ah! O; solungaçlı Büyük Buz sakinleri; ne haindir. Siz bilmezsiniz, şimdilerde onları. Buz Deniz’in içinden; çok derinden geldiler onlar. Kötülüklerinin; her an daha arttığı ve sinirlerinin her an daha da gerildiği yerden geldiler onlar. Ah! Büyük gazap bulacaklar tanrılardan. Denizden öyle bir çıktılar ki dalgalar çoğu köylerimizi yıktı. Ateşlerimiz yanmamak üzere söndü. Neden? Neden? Sadece bunu dedik. Ne mi yaptı; onlar. Güldüler ve bir daha güldüler. Ne de büyük heyecan ve zevk içindeydiler. Sanma; biz kaçtık. Kılıçlarımız, keskin kıskaçların karşısında yenik düşerken; biz asla kaçmadık. Bize Kelt Savaşçıları derler. Bizler; kaçmayız. Ah! Denizaltı Sakinleri; ne pisliktir onlar. Ne gaddar. Ne zorba… “
Üzerine bastığım bu topraklarda; kim bilir neler yaşanmıştı ve yine aynı noktaya geliyorduk. O insan müsveddeleri; geçmişinden habersizdi ve şimdilerde bir kaç kişinin bildiği şiirleri unutmuşlardı. Şimdi hatırlıyordum; eskiden her şeyin daha iyi olduğu ve yarına bugünden çok daha umut duyduğumuz o günlerde babam; bana bir şiir okumuştu. O şiiri unutmam mümkün değildi. Çünkü o şiirde, bugünlerde olmayan bir hüzün vardı. Ama mutlu eden bir hüzün. Gülümsememizi sağlayan hazin bir türkü. Çam kokusunun estiği bir türkü.
“Genç yiğit; sende mi?
Ah! yakışıklı; sende mi?
Sende mi gidiyorsun;
uzaklara; ötekiler,
çoktan uzaklaşmışken?
Ah! Yapma, yiğit gencim.
Gitme! Oralara, alırlar seni;
gülünden; koklayamaz olursun,
gencim. Gel dinle beni; gitme…
Onlar geldiler artık; bak görüyorsun;
gidersen, alırlar seni diyarından…
gidersen ağlatırsın, yaşlı ananı.
Gel çıkar; şu miğferi…
Dinle! Haydi, çıkar şu zırhları…
Ah! Sen ölürsen; kim çıkar sonra;
karşılarına. Yiğidim, haydi;
at şu gönlünden nefreti…
Gencim haydi gel; bırak inadı…”
Ne güzel bir türkü… İçli bir ezgiyle söylenildiği zaman; insanın içini ısıtacak bir öykü… Dikkat edin! İnsan diyorum… İstediğin kadar söylen saygıdeğer kitap bir an önce seni kapatıp; güneş iyice başımıza vurmadan işlerime dönmeliyim. O kadar söylenmiştim, şimdi o lanet suyolundan yine aşkıma su taşıyacağım.