Döner kapıdan girince derin bir nefes aldılar. Dışarısının rüzgâr ve soğuğundan sonra bu aydınlık, sıcak mekân onları duraklattı. Soluklandılar. Atıf, kocaman yuvarlak masanın arkasında ufacık kalmış sekretere doğru yürüdü. Mürüvvet etrafına bakındı, iç geçirdi, yorulduğunu hissetti. Atkısını çıkarttı. Gülen bir hastane çalışanı görmek hafifletti onu. Önlerine birinin düşüp doktorun odasına götürmesini de pek yadırgadılar, sevindiler. Kapı çalındı, açıldı, görevli “Hastanız geldi Hocam,” dedi. Giriş katında odasında randevu saatini bekleyen Doktor, “Hoş geldiniz” deyip, ayağa kalktı. Orta yaşta, gözlüklü, gür siyah saçlarıyla güven veren bir hali vardı. Mürüvvet, “Hoş gördük,” dedi. Masasının karşısındaki boş koltukları göstererek buyur etti doktor. Önce Atıf sonra Mürüvvet oturdu. Diğer hastanelerde çektikleri ip gibi uzayıp giden yollar bir anda geride kaldı sanki.
– Anlatın bakalım neyiniz var? Soru Mürüvvet’eydi.
Atıf son saniyede puan almak isteyen güreşçi gibi atak yaptı,
– Eşimin hastaneye yatması lazım Doktor Bey, dedi.
Kalktı, elinde rulo haline getirilip lastikle bağlanmış evrakları masaya bıraktı. Doktor, “Bir bakalım”, deyip ne varsa masaya yaydı. Tetkikler, reçeteler, filmler, başka hastanelerden alınan raporlar, içinden çıkılacak gibi değildi.
– Önce sizi bir muayene edelim,dedi doktor ve binanın boşluğuna bakan büyükçe bir pencerenin önündeki paravanın arkasına yürüdü. Işığını esirgemeyen bir sabah güneşi pencere dibindeki muayene masasını aydınlatıyordu.
O an duydu, koridorda Alpay söylüyordu; “ Gözlerin ah o gözlerin…” Sevgiyi duymak gibi geldi. Eskiden eşi de böyle derdi. Arkeolojik bir kazı buluntusu gibiydi bu şarkı. “Ben burada iyileşirim,” dedi içinden.
Sarıp sarmalanmış Mürüvvet’in kıyafeti dökülüyordu, buna karşılık Atıf’ın şıklığı ve kaytan bıyıkları dikkati çekiyordu. Atıf, daha zayıf, sağlıklı, enerjik, bakımlıydı. İkisi de ellili yaştaydı.
Mürüvvet, balıketinde güzel bir kadındı, kocaman, gülen gözlerinde merak ve korku okunuyordu. “Hiçbir şeyim yok,” duruşunda ise, “Ben neler çektim,” sesi işitiliyordu.
Sağ kolu şiş olduğundan doktor yardımı ile soyunabildi Mürüvvet. Muayene masasına uzandı. Pansuman arabasından gelen ilaç kokusunu hiç yadırgamadı. Atıf yerinden kalkmadı. Masanın arkasındaki duvarda asılı doktor diplomasına takılmıştı gözü.
– Anlatın bakalım nasıl oldu?
– Sağ mememde bir sertlik vardı, Ekim ayında doktora gittik. Parça alındı. Temiz dediler. Sonra büyüdü, ağrı yaptı. Yine gittik. Geç kalmışsınız neredeydiniz, dediler. Gölbaşı’ndaydık dedik. Kızdılar. Yatırdılar.
Sonra ameliyat, kemoterapi. Kolum o zamandan beri şiş. İş göremiyorum. Başka bir hastaneye gittik orada da radyoterapi yaptılar. Yara açıldı. Haftalardır dolaşıyoruz. İlaçlarla, pansumanlarla kapanmadı. Sizi tavsiye ettiler. Geldik.
Pansumanı açıp, açık yarayı gören hekim, kapatırken mırıldandı.
– Evet, bu gidip gelmekle olmaz, sizi yatıracağız dedi.
Atıf kalktı, kartvizitini doktorun masasına bıraktı. Galeri Muhabbet, Atıf Sert. Adres. Üstte kırmızı bir Impala resmi.
Hasta genel cerrahi kliniğine yatırıldı tetkik ve tedavisine başlandı.
Onca ağrıya ve hastalığının ilerlemiş olmasına rağmen Mürüvvet yüzündeki gülümsemeyi hiç eksik etmedi, hemşirelere, doktorlara nasıl iltifat edeceğini pekiyi bilirdi “Nasılsınız?” diye sorulduğunda her zaman aynı yanıtı verdi, “Çok şükür iyiyim.” Pansumanlarda, ağrısını belli etmemek için kimi zaman yumruklarını sıktı, kimi zaman kafasını yastığa gömüp, boğazından çıkmasına engel olamadığı haykırışını saklamaya çalıştı. İkili koğuşta yalnız yatmış olmasının nedeni ise mesleki bir dayanışmanın gereğiydi. Emekli hemşireydi. Bazı geceler kız kardeşi kalırdı yanında. O da yarısı yitik hayatının kalan çeyreğini yaşıyor gibiydi. Mürüvvet kocasından çok onu düşünür, kardeşinin ayağına taş değsin istemezdi.
Bu kez yaşam deneyiminden çıkardıklarını diğer hastalarla paylaşıp, onlara yardım etti, kendini böyle teselli etmeye çalıştı. Of demez, diyeni şakacıktan azarlardı. Hastalığını gülen gözlerinin ardına saklardı. Durumu pek teselli edilecek gibi değildi ama en azından yürüyebiliyordu. Her doktordan iyileşince bahçesinde yapacağı mangal partisine gelme sözü alırdı. Yüzünde daima batan bir güneşin hüznünün verdiği güzellik vardı.
Yatıştan sonra kocasının arada gelip birkaç imza attırıp gidişini açık etmez, eşinin kendisini çok sevdiğinden bahsederdi. Bir de trafik kazasından sonra ona nasıl baktığını anlatırdı. Dinleyen bulursa da Konya yolu altındaki kara delik dedikleri tünelden kocasının eskiden nasıl hızla geçtiğini buradan gece geçenin ölmeyeceğini dillendirirdi. Kocası bir gün orada kaza geçirmiş ucuz atlatmıştı.
Ziyaretler seyrelince, “Karda, kışta gelip gitmesi zor,” diye, diğer hastalara durumu açıklamak zorunda kaldı. Kimse de “Yahu bu adam Hakkâri’den mi geliyor, Gölbaşı aha şurası” demedi. Sonradan bu imzalanan evrakın kadının üzerindeki tüm malların eşine devrine dair belgeler olduğu dedikodusu yayıldı.
Kocası, her gelişte değişik bir kıyafet giyip, iş yoğunluğundan söz ederek ziyaretleri kısa tutuyor, fırsat buldukça da doktorlara araba pazarlamaya kalkıyordu. Eşine olan tek ilgisi; ne zaman iyileşip taburcu olacağı değil, yakın zamanda bir şey olur mu sorusunda odaklanıyordu. “İyileş seni kara delikten geçireceğim, bir daha hiç hastalanmayacaksın,” diye teselli ediyordu. Mürüvvet’te yastığının yönünü değiştirmiş yüzü hep kapıya dönük uyuyordu.
Üç beş komşusunun ziyaretleri de havaların soğumasıyla kesildi. Sürekli koridorda dolaşan kıdemli hasta Hacer Hanım her seferinde neyi olduğunu sorar, cevabı beklemeden “Aman Allah kötü hastalık vermesin” der kendi derdini anlatmaya başlardı. Mürüvvet mahzunlaşır, fırsat bulursa ameliyattan sonra neler çektiğini anlatarak avunurdu. Bilirdi derdini bilirdi de demezdi. “Dert benim kime ne” diye düşünür, “daha kötüsünden saklasın” der bitirirdi.
Hastada yorgunluk, takatsizlik, iştahsızlık gibi belirtilerinin çıkması, nedense eşini daha da hareketlendirdi, sağlık durumunu daha sık sorar oldu. Ara sıra “Hiçbir masraftan kaçınmayın” lafını demekten de geri durmadı. Galerici olduğunu herkes biliyordu artık. Oysa gidilen süreç ve sonuç belli idi. Çocukları da olmadığı için, tek ziyaretçisi olan kız kardeşi, sessizce uğrayıp, evde yaptığı börek, çörek yiyecekler getiriyordu, her seferinde ablası için elinde birkaç kitap olurdu. İki kişilik odada tek başına kalan Mürüvvet de yalnızlığını bu kitaplara gömülerek gidermeye çalışır, okurken ellerinin ne güzel olduğunu düşünürdü.
Mürüvvet giderek ağırlaştı. Akciğerlerinde tümöre bağlı yayılmalar görüldü. Onkoloji uzmanları ellerinden geleni yapıyor ama bunları yok edemiyordu.
Kimi zaman eşinin asistanlara, “Bırakın artık karımı, daha fazla acı çektirmeyin,” şeklindeki sözlerini tüm klinik biliyordu. Bu nedenle de bu yüzsüz kocayı kimse görmek istemiyordu.
Bir gün ceket yakasına kırmızı mendili sokmuş, galerici koca elinde hastanın filmleri ile nöbetçi doktor odasına adeta daldı. Bir açıklama istedi.
Doktor sonu belli bir satrancı oynamaktan usanmış bir sesle:
– Ciğerlerde leke var, dedi.
Kilometrelerce üstünde gittiği patlamış lastiğin yeni farkına varmış gibi,
– Ne lekesi, diye sordu.
– Tümör lekesi.
Durdu, sorup sormamak arasında bir tereddüt geçirdikten sonra:
– Neden arttı bu Doktor Bey, yiyip içmesi iyi, gezip dolaşıyor. Ne lâzımsa yapmaya hazırım.
Nöbetçi hekim her zaman geçerli olan bir yanıt verdi:
– Bakın bu ciddi bir hastalık, biz elimizden geleni yapıyoruz, sizde ilginizi esirgemeyin.
O zaman üzerinde çalışılmış bir tiyatral tavırla sordu;
– Acaba eşimin daha ne kadar ömrü kaldı? Ama sonra pişman oldu… Cevabı beklemedi.
Mürüvvet’in durumu daha da ciddileşti, yara kapanmaya yüz tutmuştu ama tümörün yayılımı, genel vücut direncinin düşmesi onu yatağa bağımlı hale getirmişti. Aynaya baktığında; oldukça zayıflamış, yanakları çökmüş, yüzünün rengi kara sarıya dönüşmüş, gözleri donuk ve bitkinleşmişti. O aralar, eşinin de gelmediğini fark eden hastanın doktoru, gölge gibi sessizce gelip giden hiç konuşmayan, yüzünde hep masallardaki meleklere özgü duru, sakin, sevecen bir bakışı olan koyu kıvırcık saçlarını yeni yaptırmış kız kardeşine sordu:
– Atıf Bey görünmez oldu, nerelerde?
– Atıf Bey on beş gün önce trafik kazası geçirdi, kurtaramadık.
Alınan yanıt karşısında doktorun, ağzı açık kaldı. Boğazına bir şey tıkandı, durdu, kaldı.
– Ya, öyle mi? Nasıl oldu?
– Kara delikten geçme yarışına katılmış.
– Başınız sağ olsun, diyebildi, sessizce.
Hayat devam ediyordu ve doktorlar buna hiç de yabancı değildi. Bu kez Mürüvvet’e daha fazla ilgi gösterilmeye başladılar. Tüm klinik sanki depremden tek kurtarılan yaralı gibi Mürüvvet’in üzerine titredi. Kardeşinden başka kimsesi olmadığı için olayı ona duyuran da olmadı.
Birkaç gün sonra, Mürüvvet kardeşinin kolunda taburcu oldu. Mutluluğu aramayacak kadar mutluydu. Kara delikten geçip evine varacak, kocasına sürpriz yapacaktı.
- Küçük Hoca - 1 Mart 2021
- Hadra - 1 Kasım 2020
- Sır - 1 Nisan 2020
- İp Üstünde Yürümek - 1 Kasım 2019
Kutluyorum @Naki Bey,
Bir solukta okudum. Sade bir anlatım. Öykünün mıknatısı diyebileceğim Kara Delik etrafinda güzel bir toparlanma sağlanmış.
Yüreğine kalemıne sağlık.
Gelecek sayıda görmek isterim öykünü
Merhabalar sayın meslektaşım
Anlattığıniz hastane sahneleri çok tanıdık geldi. Güzel bir öykü olmuş elinize sağlık.
Görüşmek üzere bol selamlar…
Merhaba,
Mürüvvet’in mutluluğu aramayacak kadar mutlu olması ve kocasının kara delik yarışındaki sonu öykünün sonunda tebessüm etmeme yol açtı, ondan önce tüm hastane koridorlarında okurken ben de volta attım sanki.
Emeğinize sağlık,