Öykü

İrade

Şehriyar, Hindistan ile Çin topraklarının arasında kalan, şaşalı bir adacığın üzerine kurulu bir hükümdarlığın şahı idi. Babasından kalan bu ada toprağını eskisinden daha elverişli hale getiren Şehriyar, baharların gelmesiyle birlikte kendisine yeminli beylerin topladığı ordular ile denize açılır, kendisine, halkına ve ticaret yollarına saldıran, mallarına ve mülklerine zarar veren kanunsuzları ve onları kiralayan krallıklara savaş açar, yavuz yüzünü düşman ordularına gösterir, kalelerin, şehirlerin veya hisarların duvarlarını kahredici kudretiyle tarumar eder ve yeni yerler fethetmekteydi. Gittiği, boyunduruğu altına aldığı yerleşkelere bereket gelir, ticaret artar ve adalet anlayışı ve prensibi sualsiz bir biçimde yerine getirilirdi. Yeni tebaasına kalender bir şah olduğunu unutturmamak için onlardan daha az vergi alır, savaştan dolayı kaybettikleri gelirlerini de karşılamayı eksik etmezdi. Ancak halkına, topraklarına ve sularındaki zararsız gemilere tecavüz edenlere ve o emri verenlere asla merhamet etmez, ibretialem olsun diye kellelerini alır, hayatları bağışlanan devlet adamlarına ve askerlerine de ifşa edilirlerdi.

Adil, merhametli ve yüce bir şah olarak kendisini nitelendiren Şehriyar’ın, kendisine sadakatle bağlı olduğuna inandığı bir karısı vardı. Her daim ona güvenir, başkentinden, adasından ayrıldığında yönetimi karısına bırakırdı. Vezirinden gayrı koymaz, devlet işlerinde onunla istişare etme noktasına kadar gelirdi. Ancak umduğu, bildiği ve kendi kafasında tasavvur ettiği şey ile karısının gizli kapılar ardında yaptıkları uyuşmamaktaydı. Şehriyar, defalarca karısı tarafından aldatılmıştır. Sevincini, merhametli oluşunu karısının vermiş olduğu nasihatlerle gerçekleştiren Şehriyar, rivayetlere ve şahitlerin dediklerine kulak asmış ve karısını bir gece, kendisinden gayrı bir odada ve yatakta dinlenmekteyken dilsiz cellatlarca idam ettirmiştir. Şehriyar genç, hayata umutla bakan ve dinç bir hükümdarken asık suratlı, kindar ve sabırsız biri haline dönüşmüştü. Sarayında gülmek yasaklanır, ozanlar, çalgıcılar idam edilir, kadınlar sarayından sürülür ve onlara olan düşmanlığı katbekat artar. Sadakatsizlik onu sarsmakla kalmaz, kendisine diz çökmüş, vergi vermeye ve asker sağlamaya yemin etmiş uzak diyarlardaki güçlü soylulara dahi itimat etmemeye başlamıştı. Şehriyar, istikbali parlak olan saltanatını, kutsal fetihlerini ve adaletli oluşunu bir ferman ile parçalayan, bundan böyle korkulan ve kara yürekli olarak anılan bir hükümdara dönüşmüştü.

Vezirine, gece yatağını paylaşacağı bir bakirenin bulunmasını emretmişti. Bu istek, vezir tarafından elbette karşılanmıştı. Ulaklar, adanın merkezine kurulan, kiremit taşlarla örülü dar sokaklarda, sesleri kısılana kadar şahın arzusunu deklare etmişti. Şah Şehriyar’a olan bakışın değişimi bu duyuru ile gerçekleşmişti. Tüccarlar, hancılar, kervansaray işletenler, devlet kurumlarında yer edinenler ve din adamları, bakire ve bekar olan kızlarını şahları ile evlenebilmesi için yapmadıkları hile hurda kalmaz, diğer gelin adaylarını eleyebilmesi için vezirin en yakınında olan danışmanlarına rüşvet verir, kendi kızının seçilmesi için onlara dil dökerlerdi. Elbette sadece bir avret ile evlenecek olan Şehriyar’a uygun bir bakire seçen veziri, kızı bir güzel temizletmiş, egzotik topraklardan getirtilen takılar ile süslendirmiş ve mor rengi, altın işlemeli uzun bir elbise giyindirmişti. Bu evlilik başkentte çok büyük bir coşku ve heyecan ile kutlanmış, havai fişekler patlamış, fillerin üstünde giden askerler meydanlarda törenler gerçekleştirmiş, fıçılardan baharatlı şaraplar dökülmüş ve herkes zilzurna sarhoş olarak bu evliliği kutsamıştır. Şehir bu hengamedeyken şahın sarayında sükûnet vardı ve sarayının avlusunda, sarayı koruyan ve etrafının gözetlenmesini sağlayan hisarların burçlarında veya kölelerin bulunduğu mutfaklarda çıt çıkmamaktaydı. Saray matem havasındaydı ve herkes siyah bir kaftan ile kuşanmıştı. Mumlar karartılmış, dilsiz cellatlar urgan ipini yağlamış ve infazcı olacak olansa kılıcını keskinleştirmişti.

Şahın yeni karısı olarak saraya muhaceret eden bakire, Şehriyar’ın yatak odasına götürülür. Şah, onunla birlikte olur ve yatağını sabaha kadar yeni karısıyla paylaşıverir. Ancak semada güneş ışıldadığında kız, aceleyle şahın odasından alınır ve kellesi alınmak suretiyle infaz edilir. Bu durumu yeni günün sabahında öğrenen halk ne yapacağını şaşırır. Günler geçer ve her gecenin sabahında bir kadın, Şehriyar’ın idam fermanıyla öldürülür. Artık kadınlar, ölenler için ağıt döker, gözlerinden yaşlar boşanır ve sıranın kendisine gelmemesi için dua ederler. Ancak Şehriyar’ın kadınlara karşı olan öfkesi dinmemiş, daha fazla kadına, bakireye sahip olmak ve idam edilmelerini görmek istemekteydi.

Bu acımasız davranış yıllarca sürdü. Kininde boğulan ve herkese şüpheyle bakan Şehriyar, bir gece vezirinin kızı Şehrazad ile birlikte olur. Şehrazad çok güzel, akıllı ve efsunkar bir kızdı. Öleceğinin bilincindeydi ve ölmekten asla korkmamaktaydı. En azından Şah Şehriyar böyle algılamıştı. Tan vaktine yaklaştıkları sırada Şehrazad, şahtan son bir kez kız kardeşi Dünyazad ile görüşmek için izin istemişti. Buna müsaade buyuran şah, görüşmenin hemen yanında olmasını istemişti. Buna karşı çıkmayan Şehrazad, kız kardeşiyle son kez görüşüyormuşçasına sarılmış, onu öpüp koklamış ve canından bir parçaymışçasına bağrına basarak onunla helalleşmişti.

Şehrazad, çok güzel bir hitabete ve lisana sahipti ve masal anlatmaktan keyif alırdı. Çoğu akşam karabasanlar tarafından rahatsız edilen Dünyazad, ablasının kendisine anlattığı öyküler eşliğinde uykuya dalabilmekteydi. Her daim onun efsunlu olduğuna inanan kız kardeşi, son bir kez, ayaküstü bir masal anlatmasını istemişti. Kardeşinin arzusunu geri çevirmeyen Şehrazad, alçak ve nazik bir ses tonuyla başlamıştı anlatmaya.

“Bir vakit Kuzey Diyarı diye anılan bir kıta varmış.

Bu kıta çok bereketliymiş. Batısında Birleşik Taç Krallığı adını almış köklü, kudretli bir krallık varmış. Ve ona her zaman rakip olan Kuzey ile Güney hükümranlıkları bulunurmuş. Dertleri çokmuş, insanları birbirini sevmezmiş. Savaşlar da eksiz olmazmış böyle krallıklarda. Ordusunu ve halkını külfet altına sokan bu krallar, birbirlerine hakaret eder, ulaklarına işkence eder, hasım krallıkların topraklarına tecavüz eder, sınır köylerini yakar ve insanları kılıçtan geçirirmiş. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi birbirlerini saraylarına davet eder, hasmına kardeşim veya dostum diye hitap eder, krallara layık sofralar kurdurur, balo düzenler ve askeri tatbikat tertiplermiş.

Doğuda da pek farklılık yokmuş. Kussai, Med, Qarssi, Qisri, Qussi ve Medja gibi köle şehirleri birbirleriyle mücadele edermiş ve köleleri maiyetine alarak kazanç elde ederlermiş. Kendi yörelerine has olan bu köleleri, Baharat Yolu veya Kurt Körfezi aracılığıyla batıdaki falanca filanca kontuna, düküne veya kralına satarlarmış. Bu köle toprakları, batının gözünde esrarlı bir yermiş. Seyyahlar ve tüccarların yolları haydutlarca pek kesilir, geçiş ücreti olarak belli bir para ödemek zorunda kalırlarmış. Bu esrarlı şehirlerin, kültürünün ve insanlarının gizemi, batılılar tarafından tam olarak çözülememiştir.

Ancak bunların pek de önemi kalmamıştır. Çünkü ticaretten, seyahatlerden ve savaşlardan çok daha mühim bir mesele insanoğlunu tehdit etmektedir. Gökten, yerin altından, denizlerden, ormanlardan, nehirlerden, vadilerden ve mezarlıkların lahitlerinden çıkan kötülüğün iradesi ve onun kudretli (bin bir çeşit yaratıklardan olma) ordusu yaşamın merkezine doğru saldırıya geçmiş, bin yıllık kehanetlerin (Genelde kocakarı hikâyeleriydiler) doğruluğu ortaya çıkmıştı. Kötülüğün iradesi, çürüyen ölü atlarıyla Kırlangıç Bataklığı’nda, Berbian (Köle şehirlerinin etrafındaki bölgeye verilen genel isim) çayırlarında, Yüksek Vadi’nin taygalarında, Baharat Yolu’nun kiremitlerinde, Vazilyra’nın ovalarında ve kuzey ormanlarının seyrekleştiği, bodur çalıların sıklaştığı tundralarında tırısla gitmekteydi. Efsun ile dövülmüş, koca koca devlerin bileklerini sıyırarak elleriyle yonttuğu kılıçlar ile insanların canlarını alıyor, diz çökenleriyse himayesine alarak İradenin affedici ve kutsal kudretine teslim ediyorlardı. Bu iradenin sahibi biçimsiz, insanların istediği şekle bürünen, onlara duymak istediklerini anladıkları dillerden anlatan, biat edeni hoş gören, etmeyeniyse hor gören bir varlıktı. Ancak insanlar bu iradeye yabancılık çekmemişti. Ne de olsa insan, yaratıldığı zamanlarda bu kötü iradenin boyunduruğu altında idi. Merhametsizlik, kindarlık, hırs, acımama duygusu, daha fazlasını istemek, hor görmek ve vahşilik iradenin serpmiş olduğu tohumlardı. Çünkü bu iradenin gerçekleştirmesi gerektiği görev bundan ibaretti. Diğer sanatkarları kıskanmak, onlara hükmetmek, âşık olduğuna kavuşmak, iradesiyle insanları kukla gibi yönetmek ve merhametsiz olmak. İktidarda olan krallardan, kontlardan veya düklerden ne farkı vardı? İkisi de bir şekilde insana zulmetmiyor, ağır vergiler ile onları köleleştirmiyor, savaş oldu mu ilk onların canlarının kıyılmasına göz yummuyor muydu? İki tarafında umursadıkları şey kendi iktidarları, zenginlikleri ve egoları değil miydi? Peki ya niçin insan olunca, tebaa sessiz kalıyor, kötülüğün iradesine kendisini teslim ediyordu? Bir tek irade gelince mi savaşlar olmaktaydı? Hayır.

Falanca filanca bir yılda, kötülüğün iradesinin dünyaya hükmetmek için çabaladığı bir zamanda kendisine Buz Kralı diyen bir hükümdar, Buz Kalbi Kalesi adını taktığı evinde büyük bir ziyafet tertipledi. O şölene Demir Kale’den, Kumru Kasabası’ndan, Peri Kapısı’ndan, Beyaz Diş Kalesi’nden, Ateş Kalbi Kulesi’nden, İlk Ayaktan ve Uzuntaş Hisarı’ndan falanca filanca koldan soylu, asker, maceraperest, seyyah vb. Kişiler katılmıştı. Çoğu kötülüğe karşı savaşmak isteyen yiğit, heykelinin dikilmesini hayal eden, ozanlar tarafından şarkılarla methedilmeyi arzulayan ve bakire kızlarca parmakla gösterilmek isteyenlerden oluşmaydı. Her birini dikkatlice incelediğimizde hep bir kazanç, takdir görmek ve zengin olmak gibi dünyevi amaçlar saptanmaktaydı. Bu fikirlerle atını eyerleyenin istikbali pek de iyi olmayacaktır. Kötülüğü, insanlık yaratıldığı sırada üzerlerine tüküren iradenin yöntemleriyle kazanabilmek kendilerini kandırmaktan başka bir şey değildir.

Keza bu gösterişli şölenin sonunda Buz Kralı, oğlunu, kendisine her zaman yaranan dalkavuk Nazırını, Gururlu Şövalyeyi ve Yardımsever gibi görünen zengin tüccarın yola koyulmasını uygun görmüş, her birini adlarına, şanlarına ve zenginliklerine göre adak adamış, her birini tanrılarının sözleriyle kutsamış ve kendilerine kalesinin ahırında bulunan en değerli, kuvvetli, korkusuz ve huysuz olan cüsseli savaş atlarını tahsis etmişti. Ancak hiçbiri iradeyi mağlup eden taraf olmamıştı. Çünkü iradenin yöntemleri ile karşı koymak, savaşmak ve iyiliğin galip geleceğini ummak aptallık idi… Ancak kendini feda edecek bir kişinin ortaya çıkması ile bu mümkün olabilirdi…” Şehrazad bundan sonra masalı anlatmayı bırakmış ve kardeşine sarılmış, onu şahın kapısına kadar eşlik ederek veda etmişti. Şah ile baş başa kaldığındaysa gıkını çıkarmadan ayakta beklemişti.

Deminden beri Şehrazad’ı dinleyen Şah Şehriyar, “Devam edecek misin?” diye sual etti.

Anlatacak vakti kalmadığını ve uykusunun geldiğini söyleyen Şehrazad, masalının devamını yarın anlatacağına söz vermiş ve böylelikle idam edilmekten ilk gece kurtulmuştu.

Ertesi gece yarım kalan masalını tamamladı ve şaha fırsat vermeden yeni bir masal anlatmaya koyuldu. Bu günlerce sürmüştü… Hatta binlerce. Şehriyar’ın ders çıkarmasını sağlayacak masallar anlatan Şehrazad, üç evladının babası olan şaha binbir gece sonunda anlatacağı bir masalı kalmadığını açıkladı. Eski öfkesinden eser kalmamış olan Şah Şehriyar, kendisini terbiye eden ve her kadının sadakatsiz olmayacağını düşünmesini sağlayan Şehrazad’a gerçekten âşık olmuş, onunla evlenmiş, sarayında yeniden şarkılar çalınmış ve ziyafetler verilmişti.

Kadınlar ağlamayı kesmiş, ağıt dökmeyi bırakmış ve normal hayatlarına dönmüşlerdi. Ancak nice canın vebaline giren Şehriyar’ın yediği beddualar bir gün yatağa düşmesine sebep olmuş, sesi, tüm sarayında işitilmişti. Kalan günlerini yatağında kıvranarak, kanlar kusarak ve ölmek için tanrılara dua ederek geçirmişti. Son nefesini verdiğindeyse Şehrazad dışında kimse onun için ağlamamıştı. Fetihleri unutulmuş, babasından devraldığı yüce hükümdarlığı zayıflamış ve falanca filanca bir yılda da yıkılmıştı.

Berke Topbaş