Öykü

Simyacı Hızar’ın Akılla İmtihanı

Güneş ışınları dinmiş, yerini ay ışığına bırakmıştı. Saray duvarları, birer birer sarı ışık veren kandillerle parlamayan başladı. Kadife kumaştan özenle dikilmiş sofra örtüsü, iki hizmetlinin ellerinde uzayarak Hicaz’dan getirilen oymalı masaya serildi. Peşi sıra tabaklar, kaşıklar, bardaklar itinayla yerleştirildi. Şah, akşam yemeğini yemek için salona girdiğinde, çalışan herkes daha hızlı hareket etmeye başladı.

Şah Şehriyar, belindeki işlemeli hançere dayanarak, yorulan ayağını diğeri ile değiştirmek ister gibi doğruldu ve yine döşeğe oturdu. Kısa bir süre sonra iyice doymuş olacak ki; kaytan bıyıkları, yukarı ve aşağı hareket ederken şu cümleleri duymamızı sağladı:

“Şehrazad! Haydi devam et bakalım!”

Sürmeli gözlerinin içindeki göz bebekleri, tüm endişesini gizlemek ister gibi parladı. Sesini düzelterek hikâyeye devam etti:

Simyacı Haldun Bin Hızar, önceki gece yarattığı vahşi yaratığın on üç kişiyi öldürdüğünün haberini, Şam tütününü sararken duydu. Elinden geldiğince soğukkanlı davranmaya çalışarak birkaç kelam etti, yanı başındaki ipek tüccarının yakışıksız esprilerine güldü ve Yemen kahvesini bitirip izin isteyerek doğruca evinin yolunu tuttu.

Eve geldiğinde karısına selam verip öpüp, okşadı. Akşam yemeğini yemeyeceğini, ipek tüccarı Rıfad El Rafi ile beraber yemek yediğini söyledi. Bunları söylerken, daha inandırıcı olması için göbeğini sıvazladı. Son beş senedir, yalanla yatıp yalanla kalkıyor; kelle koltukta gezen bir yaşayan ölü gibi dolaşıyordu. Diğer simya ustaları gibi, sıradan işlerle uğraşacağına, en zor olan uğraşlarla haşır neşir oluyordu. Tüccar ile görüşmesinin nedeni yemek değil, temin etmek istediği sönmemiş kireç idi.

Şah, eliyle işaret etti. Cariye, sürekli sesini düzelterek düşünmek için zaman kazanan Şehrazad’a, kil sürahiden su doldurup eline uzattı. Yavaşça dudaklarına götürüp yudumlarken, soluk borusunun soğuk kılıç darbesiyle kesilmesini düşünmeden edemedi. Kafasını toplayarak devam etti:

Yevmir’i yaratması iki gece sürmüştü. Bacaklarını, telef olan bir atın arka ayaklarından, pençeleri ve göğsü ise bir ayıdan, kafasını da savaşta ölen bir askerden almıştı. Yarattığı bu yaratık, gece boyunca hırıltıdan başka ses çıkarmamış, simya ustası ondan nasıl kurtulacağının hesabını yapmıştı.

Karısı mahzenin sadece bir bölmesini biliyordu. Oysa, gizli altı bölme daha vardı. Yevmir, urgandan kurtulup, evin beşinci bölmesindeki demir ızgara bükerek kurtulmuş; gece gizlice şarap içip eğlenen bir haneye girerek herkesi vahşice katletmişti. Yevmir gözüne, ayağına ve boynuna saplanan oklarla yaralanmış; en sonunda ona korku dolu gözlerle bakan bir Pers askeri tarafından boynu vurularak öldürülmüştü. Yevmir, en son icabına baktığı zavallı sarhoş, günahkâr köylünün öldüğünü anladığında “puf” diye ses çıkarmıştı. İşte okları vücuduna tam o zaman yemişti.

İmam Bin Abdullah, yatsı namazında bu konuya değinmiş; zina yapan, şarabın su gibi aktığı geceyi örnek göstererek şöyle demişti:

“İşte bu zındıklar, cezalarını bu şekilde çektiler! Zina ve şaraptan uzak durun! Allah’ın cezası pek çetindir!”

Oysa biraz ötedeki sarayda, Sultan Hafzal su yerine şarap içiyor, sırf günah işlemek için nikâh kıymadan yatağına genç dilberler alıyordu. Riyakâr imam, sadece gücü yettiğine diş geçirebiliyor idi.

Şehrazad, Şah’ın dinine çok bağlı olduğunu, babasından hükümdarlığı aldığı günden beri ağzına bir damla şarap dökmediğini çok iyi biliyordu. Şehriyar’ın gülerek onayladığını gördü ve hikâyesine devam etti:

Haldun Bin Hızar, uslanmadı elbette. Ulvi bir amaç uğruna bu kadar riske girmenin gerekli olduğuna ikna ediyordu kendini. Kanlı canlı, onunla konuşan, bilinci yerinde bir varlık yaratmak istiyordu.

Mezarcı Sadık Bin Caiz’e bir kese altın verdi. Bu sefer kendisine ergenliğe yeni girmiş bir çocuk ya da çelimsiz bir kız bulmasını istedi. Altın kesenin içinden çıkardığı bir altını dişleyen Sadık, eğile büküle minnet duyarak haneden ayrıldı.

Mezarcı ancak dokuz gece sonra gelebildi. Zifiri karanlıkta, mahzenin arka girişine getirdiği deveden cesedi indirip sırtına yüklendi. Bir eliyle soğuk bedeni tutuyor, diğer eliyle tahta kapıya vuruyordu. Kapı açıldı ve hızlıca içeri girdi. Haldun Bin Hızar, eliyle işaret etti:

“Yavaşça şuraya bırak.”

Buğday çuvalını sıyırdı ve boynu kesilmiş, göğsü ve bacaklarında ciddi yaralar olan bir oğlana acıyarak baktı. Sadece çocuklara özgü masumiyeti, ölüm bile silememişti. Çocuğun ölmeden önce tebessüm mü ettiğini, yoksa korkunun etkisi ile kasılmadan mı, bu hâlde olduğunun ayrımına varamamıştı.

“Sadık, kimseye görünmeden git.” diye temkinli bir sesle fısıldadı.

Zaman kaybetmeden, gerekli simya malzemelerini getirmek için mahzenin öbür ucuna yürüdü. Döndüğünde; zaç yağı, göztaşı, Kıbrıs taşı, sönmüş ve sönmemiş kireçleri cesedin yanındaki masaya koydu. Özel olarak imal ettirilmiş fıçılardan bir miktar saf su alarak, işlemlere başladı. Suyu odun ocağında ısıtarak içine sönmemiş kireçleri koydu ve o kireç ile bedeni kapladı. Yaraları iyice kapattığına emin olduğunda, zaç yağı, göz taşı ve Kıbrıs taşını ağzına doldurdu ve beklemeye başladı. Cesedin baş kısmına birkaç işaret çizdi ve uyumak için odasına çekildi.

Sabah kontrol etmek için aşağı indiğinde, oğlanı ayaklarını gövdesine çekmiş, kafasını sağa dizine yaslamış halde buldu.

“Evlat! Bir kelam et!” diye seslendi ve karşılık bekleme umuduyla can kulağı ile dinlemeye koyuldu.

Çocuk hiç cevap vermeden sadece bir noktaya donuk bir şekilde bakıyordu. Başarısız olduğuna kanaat getirerek, köşedeki tabureye çaresizce oturdu. Uzun bir süre sabırla çocuğu izledi…

“Başaramadım, yine yaratamadım!” diye haykırdı.

Çocuk, yavaşça kafasını sesin geldiği yöne doğru çevirdi ve şöyle fısıldadı: “Bunun daha mantıklı bir açıklaması olmalı!”

Haldun Bin Hızar, bu beklenmedik cevap karşısında kaskatı kesildi. Sesi çatallanarak cevap verdi: “Ne demek istiyorsun evlat?”

“Yaratma diyorum, sen hiçbir şey yaratamazsın!”

Çocuğun ukala tavırlarından rahatsız olan Haldun, hiddetle ayağa kalktı: “Seni simya ilmi ile tekrar yarattım, farkında olmasan da sana can veren benim!”

“Doğru mantık zinciri kurmaktan acizsin, mutlak gerçeğe ulaşmak için iyice düşünmen gerekiyor!” Bu cümleleri sarf ederken, sesi inceliyor ve kalınlaşıyordu.

“Mutlak gerçek neymiş?” derken bir yandan da, “Emelime ulaştım, düşünebilen, idrak edebilen bir canlı yarattım!” diye düşünerek sırıtıyordu.

“Burada olmamın nedeni ne! Beni tekrar hayata döndüren sen değilsin! Mutlak hükümdar olan efendimiz! Sen sadece bir sebepsin!”

Hızar, gittikçe sinirlenmeye başlamıştı, elini sakallarında gezdirerek biraz düşündü ve:

“İstersen mezarcı Sadık’tan bir başka ceset isteyerek, gözlerinin önünde başka bir bedene can verebilirim!”

Biraz düşünerek, ağır hareketlerle oturduğu taş bloktan aşağı indi. Yüzünde tüm hakikate vakıf bir mizaç vardı ve kendinden emin bir biçimde seslendi:

“Anlamıyorsun! İçindeki kibir ateşi, doğru düşünmeni engelliyor! Bu kâinatta tamamlanmış, zaten var olan maddeyi değiştirdin. Yoktan var edemedin! Bedenime bak, daha önce yaşadım ve öldüm! Sana sadece ilim verilmiş, ama bu bilgiyi kötüye kullanıyorsun!”

“Sen kendini ne sanıyorsun? Kısa bir süre önce çürümeye yüz tutmuş bir cesedin, şimdi kalkıp bana maval okuyorsun!”

Genç çocuk, küçümser bir tavırla gülümsedi: “Sonsuza kadar o bedende kalacağını mı sanıyorsun? Belki de senin sınanman bu şekildedir!”

Hızar cevap vermeden hızlı adımlarla yürüdü, ani bir hareketle kapıyı çekti ve dışarıdaki sürgüyü ittirdi.

Çocuğa cevap vermemişti ancak, bu durum aklını kurcalıyordu. Mezarlığa doğru giderken, yolda Sadık’ı gördü ve yine düzgün bir ceset istedi.

“Çocuk işinizi görmedi mi efendi?” diye cevap verdi, Sadık Bin Caiz.

“Gördü, ama yeni bir ceset gerekiyor.” diye karşılık verdi, “fazla soru sormada işi bu gece hallet! diye devam etti.

Sadık, İki büklüm eğilerek selam verdi ve yoluna devam etti.

Mahzenin kapısı çaldığında, karanlık bütün havayı kaplamıştı. Hızar kapıyı açtı ve hiç bir söz demeden, koyması gerektiği yeri eliyle gösterdi. Sadık altın dolu keseyi, giydiği elbisenin bez bölmesine koyarken yüzü gülücükler saçıyordu.

Diğer odadan çocuğu getirdi, oturması için işaret etti. “Şimdi dikkatlice izle!” der gibi tavırla, elinde tuttuğu malzemeleri ona gösterip cesede uyguluyordu. Bildiği her şeyi uyguladı ve gerisini zamana bırakmak için odadan ayrıldı.

Ertesi gün, kendinden emin bir şekilde mahzenin kilidini açtı. Çocuk kenarda oturuyor, genç kızın cesedi ise, tam olarak bıraktığı yerde öylece duruyordu. Yaklaşarak bedeni kontrol etti, her şeyi olması gerektiği gibi yaptığına emindi. Koluna dokundu, karın bölgesine eliyle bastırdı, yüzünü her iki yöne çevirmek için girişti ki, birden kız gözlerini açıverdi ve delici bir bakışla Hızar’a baktı. İrkilen Hızar, geriye doğru sendeledi. Kız yavaş hareketlerle doğruldu ve şöyle dedi:

“Neredeyim?”

“Sana tekrar can verdim!” dedi, Hızar. Yüzünde yine o bilindik gururlu mizaç belirmişti.

Kız gülümseyerek: “Sen hiçbir şey yaratamazsın!” dedi.

O anda Hızar, kuşkucu bir tavırla oğlan çocuğa baktı: “Bunu sen mi öğrettin ona?”

“Hızar Efendi, yeryüzüne Allah’ın izniyle döndürdüğün, döndüreceğin her akıl sana böyle cevap verecek.”

Hızar, hayıflanarak: “Ne demek istiyorsunuz?” diye seslendi.

“Yeryüzünde hiç kimse yoktur ki, içten içe yaratıcıyı tespih etmesin. Her insan inanma isteği ve duygusu ile doğar, ama neye inanacağının kararına kendisi varır. Sen bu dünyevi duygulara kapıldın ve bizi yarattığına kendini inandırdın. Oysa her zerrenin nedeni olan Allah, bununla sana öğüt vermek istemektedir.

Duyguların ve bedenin ardına gizlenen örtü kalktığında, insan bu bilgiye vakıf olur.

Şehvetsiz aklın, nefsani gayelerle ilgili herhangi bir amacı kalmaz. Hak [şehvetsiz sırf akıl haline gelmiş] ölen bir insan bilincinde bir varlık olarak bilinmiş, böylece insan Allah’a dair bilginin tamamını elde etmiştir; çünkü akıl, mutlak bilgiye vakıf olmuştur. Sen yaratıcıya dair bilgiyi teşbih ile açıklayabilirsin, birileri de başka tanrıları ona ortak koşabilir, o ve ben ise; tenzih ile o bilgiye ulaşmış bulunuyoruz. Allah akla tecelli ederek tam bilgi verdiğinde, hiçbir akıl sahibi, onu bilmiş olmaktan geri kalamaz.” dedi ve tebessüm ederek şöyle bitirdi: “Hakka yürüdüğünde bunu daha iyi anlayacaksın!”

Hızar, tek bir cevap bile veremedi. İçinde bir daha hiç sönmeyecek kor alevlendi. Secdeye kapanarak rabbine boyun eğdi.

Şah’ın yüzünde şaşkınlıkla karışık hayranlık belirmişti. İçten içe hikâyenin devam etmesini ister bir hâli vardı. Şehrazad, yeni bir hikâyeye girişmek için düşünmeye başladı.

Benan Pastaci