Öykü

Kralın Gölgesi

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde…

Aşılmaz dağların, geçilmez çöllerin ardında bir diyar varmış. İnsanların tek derdi bu diyarda zulümde etmediğini bırakmayan kralmış. Gel gör ki kralın da başında amansız bir dert varmış.

Havası temiz, güneşi parlak, toprağı bereketli bu diyarın zalim kralı, başının üstünde kocaman bir şemsiye taşıyan dört askeri olmadan saraydan dışarı adımını atmazmış. Güneşten kaçar, bulutsuz havada tek başına dolaşmazmış. Halk bunu kralın şımarıklığına yorar, elinden gelse güneşe de zulmedip ışığını söndüreceğini düşünürmüş. Kimse işin aslını bilmez, kralın büyük derdi büyük bir sır olarak saklanırmış.

Günlerden bir gün kral yine sarayda esip gürler, etrafına emirler yağdırıp önüne geleni cezalandırırken en sevdiği, biricik küçük kızı yanına gelmiş. Olanca prensesliğiyle babasının ellerini tutmuş; “Babacığım,” demiş, “Biraz sakinleşseniz. Kendinizi çok yıpratıyorsunuz. Yine sesiniz kısılacak, asabınız bozulacak. Haydi gelin bahçede biraz yürüyelim, size yeni açan saat çiçeklerini göstereyim.” Prensesin asıl istediği babasını insanlardan uzaklaştırmak, böylece saray ehline rahat bir nefes aldırmakmış.

Kral kızının gözlerinin içine bakmış. Onun zulmü kendi sevdiklerinin ayaklarının dibine kadarmış. Başkalarının çocuklarını ezip geçerken kendi çocuğuna kıyamazmış. İstemez miymiş kızıyla bahçelerde dolaşsın, baş başa sohbet etsin, kızının elleriyle bakıp büyüttüğü çiçekleri koklasın… ama şemsiyesi olmadan çıkamazmış işte çıkamazmış! Kral bunu düşününce iyice sinirlenmiş, kızmış, küplere binmiş! Başındaki derdi kızıyla bile paylaşamamanın sıkıntısı içini sarmış, göğsü şişmiş şişmiş şişmiş, patlayacak gibi hissetmiş.

Ne olursa olsun, bu korkunç sırrı kızıyla paylaşmak, gerçekten sevdiği ve güvendiği birine söylemek zorundaymış. Kararını vermiş, kızının elini tutmuş. “Kıymetli yavrucuğum, seninle konuşmam lazım. Bu çok mühim, çok özel bir konu. Sırlı Salon’a gidelim.” demiş.

Sırlı Salon diye anılan yer devlet meselelerinin konuşulduğu, dışarıya ses gitmesin diye duvarların kalın, kapıların küçük, pencerelerin yüksek olduğu, köşelerinde şırıl şırıl akan şadırvanların bulunduğu geniş bir odaymış. Nasıl başlayacağını, ne diyeceğini bilememiş. En iyisi göstermek diye düşünüp pencerelerin yanına gitmiş. Perdeleri açıp kapatmaya yarayan kalın ipi çekmiş, tüm perdeleri ardına kadar açmış. Odayı ışıl ışıl güneş ışığı doldurmuş. Kral odanın ortasına yürümüş, pencerelere arkasını dönüp öylece durmuş.

Prenses babasını izliyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyormuş. Kral susmayı ve durmayı sürdürünce prenses duyması değil, görmesi gereken bir şeyler olduğunu fark etmiş. Bakmış, bakmış. Sonunda görmesi gerekeni görmüş! Ellerini ağzına kapatmış, boğazına kadar gelen çığlığı durdurmaya çalışmış. Derin nefesler almış. Prenses akıllı kızmış, içinden gelen ilk hareketi yapmak yerine iki kez düşünmüş. Sakinleşince ellerini ağzından çekmiş. Yavaşça babasının yanına yürümüş, etrafında birkaç tur atmış. Nihayet o da pencerelere arkasını dönüp kralın yanında durmuş.

Prensesin gölgesi önüne, kralın gölgesi arkasına düşüyormuş!

Sonunda “Babacığım,” demiş, “Hep böyle miydi?” Kral üzgün, başı önünde cevap vermiş: “Hayır yavrum hayır. Hep böyle değildi. Önceleri ben de herkes gibiydim. Işıktan kaçmaz, gölgemden utanmazdım. Aklıma bile gelmezdi. Niye gelsin? Herkesin gölgesi nerede, benimki orada. Kimse başka türlü olacağını düşünmez ki. Sonra bir gün, kötü bir gün, gölgem tersine döndü. Işıktan yana düştü. Ne bir çare bulabildim, ne kimseye içimi dökebildim. Bu derdi çekip duruyorum.”

Prenses babasının haline çok üzülmüş olsa da, bu derde neden düçar olduğunu hemen anlamış. Bu kadar zulmetmesi karşısında kralın gölgesi ışığa dönmüş, sahibine yol göstermeye çabalamış besbelli. Prenses düşünmüş, düşünmüş. Babasına bunu nasıl anlatsa, ne yapsa da zavallı halkı babasının zulmünden, babasını da ters gölgesinden kurtarsa…

“Babacığım,” demiş, “Ben bir çare bulacağım siz hiç merak etmeyin. Sadece bana biraz zaman verin.” Kral kızına güvenmiş, içini şişiren büyük sırrı paylaşmış olmanın hafifliğiyle Sırlı Salon’dan çıkmış. Günün geri kalanında kimseye bağırmamış. Saray ehli daha önce hiç görmedikleri bu sakin günün tadını çıkarmış.

O günden sonra prenses boş durmamış. Vaktini şehir kütüphanesinde araştırma yaparak, ülkenin dört bir yanından şifacılara danışarak, antikacılarda acayip eşyaları kurcalayarak geçirmiş. Kimseye ne aradığını söyleyemediğinden, aradığı çareyi bulması da uzun sürmüş. Ama sonunda, çok eski bir sahaftaki çok eski bir kitapta, daha önce hiç görmediği bir nesne görmüş. Kitabı almış, eski şehrin en eski mahallesindeki yaşlı simyacıya gitmiş. Nesneyi ona göstermiş. “Bana bunu yapmanı istiyorum,” demiş, “Bunun karşılığında sana hayatında görmediğin bir servet vereceğim. Yedi sülalen rahat edecek.” Simyacı görmüş geçirmiş, bilge bir ihtiyarmış. “Servet lazım değil Prensesim, barış lazım. İstediğinizi yaparım, ama karşılığında zulmün bitmesini isterim.”

Prenses ihtiyar simyacının kendisini tanımasına şaşırmış. Eh, herhalde sokaklarda dolaşırken allı pullu soylu kıyafetlerini giyecek hali yokmuş. Tabi ki tebdili kıyafet yapıyormuş. O halde bu adam onu nasıl tanımış? Yoksa ne yapmaya çalıştığını da biliyor olabilir miymiş? Prenses çok işkillenmiş, çok huzursuz olmuş. Simyacıya daha soramadan ihtiyar kendisi konuşmuş: “Merak etmeyin, sırrınız bende güvende. Yıllardır güvende. Zira ilk ortaya çıktığında oradaydım, kendim gördüm. Kralın ordusu mahallemizi yıkmış, çoluk çocuk demeden herkesi kıyıp geçirmişti. O sene yeterince vergi vermemişiz, sebebi buydu. Vergi vermiyorsak yaşamamızın lüzumu yoktu. Ben yaralandım, yıkıntıların arasında kaldım. Kral yıkıntıların yanına geldi. Ona karşı çıkan hadsiz insanların sonunun bundan sonra böyle olacağını ilan etti. Askerlerini haberi yaymak üzere ülkenin dört bir yanına saldı. Yıkıntılara gururla bakarken arkadan güneş açtı. Kralın gölgesi önce önüne düştü, sonra güneşe doğru döndü. Gözlerimle gördüm. Yıllardır kimseye söylemedim. Neden ve nasıl olduğunu düşündüm, çare aradım. Sizin bulduğunuz çareyi ben de buldum. Uğraştım, yaptım. Bir gün gelip krala bu çareyi sunabilmek, zulmü durdurabilmek hayaliyle yaşadım. Şimdi bu hayalim gerçek oldu.

İstediğiniz şey arkada, gizli bir köşede, sizi bekliyor. Ama kendi başınıza götüremezsiniz. Güvendiğiniz iki kişi yollayın, gece yarısı gelip alsınlar.”

Prenses şaşkınlık, üzüntü, sevinç içinde kalmış. Ne diyeceğini bilemeyip sadece başını sallamış. Simyacıya gülümsemiş, doğru sarayın yolunu tutmuş. Acaba sarayda güvenilir iki kişi bulabilir miymiş? Buna pek ihtimal vermemiş. Çareyi çocukluk arkadaşlarında bulmuş. Küçükken saraydan gizlice kaçıp yakın mahallelerdeki çocuklarla oynarken edindiği iki eski arkadaşının yanına gitmiş. Zaten ara sıra saraydan kaçıp yanlarına geldiği için arkadaşları onu gördüklerine şaşırmamış. Prenses neler olduğunu anlatmadan onlardan bu çok önemli emaneti gece yarısı kendisine getirmelerini istemiş. Karşılığını vereceğini söylese de eski dostları ücret kabul etmemiş, “Askerlerden paçamızı kurtardığın zamanlara say Prenses!” demişler.

Odasına dönen prenses üstünü değiştirmiş, saray kıyafetlerine bürünmüş. Halkın zulümden kıvrandığını biliyor olsa da o gün duydukları onu çok rahatsız etmiş. Simyacının emanetini nasıl yapsa da doğru kullansa, babasını nasıl zulümden vazgeçirse diye düşünmüş, düşünmüş…

Gece yarısı prenses odasında bir o yana bir bu yana yürüyor, arada balkona çıkıp etrafı gözlüyormuş. Arkadaşlarının simyacıya gidip emaneti alıp saraya gelmeleri için gereken sürenin geçtiğini düşündüğünde gizlice odasından çıkmış, merdivenlerden ta en alt kata sessizce inmiş, mutfaklardan geçip hizmetli kapısını açmış, bahçeyi usul usul geçip arka duvarlardaki servis kapısını aralamış, kapının dışında gölgede bekleyen arkadaşlarını içeri almış. Emanet gerçekten büyükmüş. Bir insan boyu kadar uzun, bir insandan daha genişmiş. En azından derinliği azmış da iki kişi taşıyabiliyormuş. Prenses emaneti aynı sessizlikle Sırlı Salon’a taşıtmış. İşleri bittikten sonra arkadaşlarına mutfakta tatlı ve çay ikram etmiş, halk arasında olup bitenlerin haberlerini almış.

Sabah kralın bağırış çağırışlarını duyarak uyanan prenses doğruca babasının yanına gitmiş. Yumurtanın sarısı yeterince sarı olmadığı için aşçıyı zindana attıran kral öfkeden köpürüyormuş. Prenses en uygun zamanın o an olduğunu anlamış ve babasının yanağına bir öpücük kondurup, “Babacığım, size bir sürprizim var. Gösterebilir miyim?” deyip onu Sırlı Salon’a götürmüş.

“Babacığım, size söz verdiğim gibi derdinize bir çare aradım ve buldum. İşte burada!” demiş. Kralın az önceki öfkesinin yerini şaşkınlık ve ümit almış. Merakla prensesi izlemeye koyulmuş. Prenses önce perdeleri açmış, sonra kralı elinden tutup odanın ortasında, kalın bir örtünün altında duran emanete doğru götürmüş. “Babacığım,” demiş, “Bu perdeyi kaldırdığımda gölgenizin neden size ters düştüğünü göreceksiniz. Fakat unutmayın bu sadece bir alet, bir nesne. Onu kullanıp derdinizden kurtulmak, gölgenizi düzeltmek sizin elinizde. Eğer siz üstünüze düşeni yapmazsanız hiçbir nesne gölgenizi düzeltemez.”

Kral kızının ne demek istediğini anlamaya çalışmış ama o anda heyecanı ve merakı o kadar fazlaymış ki düşüncelerini takip edememiş. Bir an önce perdenin açılmasını istiyor, sabırsızlanıyormuş. Prensesin konuşup durması sabrını taşırmış, bir an için gözü kızını bile görmez olmuş. “Yeter konuştuğun! Aç şunu!” diye bağırmış ve prensesi beklemeden örtüyü kendisi çekip atmış.

Karşısında gözleri öfkeden kızarmış, yüzü kararmış, burnundan soluyan, sıkılı yumrukları ve asık suratıyla son derece itici bir adam varmış. Şaşaalı kıyafetleri, parmaklarını ve boynunu süsleyen mücevherleri, başındaki gösterişli tacı bu adamın korkunç ruhunu örtemiyor, gözlerinden taşan nefreti gizleyemiyormuş.

Kral gördükleri karşısında dehşete düşmüş. Bir adım, bir adım daha geriye atmış. Karşısındaki adamı durdurmak ister gibi bir elini öne uzatmış, diğerini ağzına kapatmış. Korku dolu gözlerle kendisine bakan adam da aynı hareketi yapmış. Kralın yıllardır etrafına yaptığı zulüm birikmiş de sanki bir barajdan taşar gibi gelip kendi üstüne yağmış. Kral dizlerinin üstüne çökmüş, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başlamış.

Prenses babasının yanına çömelmiş, elini omuzuna koymuş. “Gölgen sana yol göstermeye çalışıyor babacığım.” demiş. Sırlı Salondan yavaşça çıkıp babasını kendisiyle baş başa bırakmış.

O günden sonra simyacının sırlı emaneti kralın yatak odasında durmuş. Kral zulme arkasını dönüp halkına huzuru geri getirince gölgesi de doğru yöne dönmüş. Yıllarca başının üstünde taşımak zorunda kaldığı geniş şemsiye sarayın bahçesine yerleştirilmiş. Yıllar boyu nice krallar ve prensesler gölgesinde dinlenmiş.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş, biri sana, biri bana, biri ona…

Feyza Şahin