Gözlerini kırpıştırdı. Hala karanlık içindeydi, kimbilir kaç asırdır… Zaman zaman bir farklılık hissediyor, başından aşağı ter boşalıyordu ama genel olarak hareket edemediği bir karanlıkla kuşatılmış, öylece bekliyordu. Ne zamandan beri…
Hatırlamaya çalıştığında başında bir zonklama hasıl oluyordu. Gözlerini kırpıştırıyor, düşünüyor da düşünüyordu… Bir şeyler hatırlayacak gibi olduğunda da genelde ya vücudu tamamen ıslanıyor, baştan aşağı ter boşanıyordu; ya da bir sarsıntıya kapılıyordu. Titreyip duruyordu. Sarsıntı da başladığı gibi bitiyordu…
Bazen de garip bir şey hissediyordu, adını koyamadığı ama içinde bulunduğu ortamdan tamamen farklı bir şey…
Nemli, soğuk bir karanlığa sarılmış durumdaydı. Bazen elini havaya kaldırmaya çalışırken fiziki engellere çarptığı oluyordu, bu engellerin eski zamanlardan bir anısını hatırlatırcasına minik ıslak parçalara dönüşmesini de hayretle izliyordu.
Hatırlayamadığı şeyler vardı, çoğu geçmişe dair. Neden bu karanlık izbe yerde olduğuna dair…
Uyuyup uyanmalarını hesaplamayı çoktan bırakmıştı, ne zamandır yemek yemediğini de bilmiyordu… Acıktığı da yoktu ya, neyse!
Gerinirken kopan kara, ıslak parçalardan birini tutup burnuna götürdü. Koku bir yerden tanıdık geliyordu ama…
Hiç düşünmeden ağzına attı ve çiğnemeye başladı. Tadı iğrençti ama bir şey için faydalı gelmişti: Hatırlamaya başlamıştı!
– – –
Yeşil kırlar… Ve güneş, olanca parlaklığıyla… “Bazen…” diyordu Usta Grewy, “… bazen o kadar çok parlıyor ki, hiç batmıyor sanıyoruz!”
Başıyla hayret içinde onaylamıştı, bunu daha önce neden düşünememişti sahi?
“Sen artık oldun…” diye sözlerini sürdürdü. Bunun anlamını biliyordu, “olmak” demek tüm ustalık öğretilerini öğrenmek demekti. Hepsini öğrendiysen sana iki yol sunuyorlardı: Ya tapınakta kalıp eğitici oluyordun, ya da bir sınavı geçebilirsen hayata atılıyordun.
Usta Grewy de bunu tekrarlamıştı.
Ve tüm sözleri bittiğinde parlak kahverengi gözlerini gözlerine dikip, “Sen hangi yolu seçeceksin?” diye içtenlikle sormuştu…
– – –
Midesi bulanıyordu, öğürerek ağzındaki parçayı çıkardı. Çok iğrençti!
Kolunu tekrar hareket ettirip başka parçalar yakaladı ve onları ağzına götürdü…
– – –
Sessiz tapınak davul sesleriyle güne merhaba demişti.
Bunun da tek bir anlamı vardı: Sınav.
Tapınağın tarihinde gördüğü ne ilk ne de son sınavdı ama sayılarının az olduğunu kabul etmek lazımdı. En büyük usta, genelde oturduğu pencereden dışarıyı izleyip kitap yazmakla meşgul olan Hiro-Sun, bile sadece beş sınava şahit olmuştu. Bu altıncısı olacaktı.
Sınav, bir düelloydu.
Eğitilenler, eğitenleri yenemezse gitmeye hak kazanamıyordu. Şimdiye kadar sadece bir kişi gidebilmişti, o da büyük bir ülkenin başkanı olmuştu sonradan… Diğerleri ise… Eh, savaş ve düello kavramları insanın içindeki öğretileri hayvanî bir güdüyle bir kenara atmalarına neden olur. Bunu yapanlar da öğretiye vakıf olamamış demektir ve cezalandırılır.
Ceza ise farklı şekillerde olur. Ne olması gerekiyorsa, o…
Davul sesleri Hiro-Sun’ın dikkatini dağıttı. Tekrar düello alanına bakmaya başladı.
Bir kenarda usta eğitmenlerden Grewy, diğer kenarda ise McShine vardı. McShine’ı başından beri çok gözü tutmamıştı, pes edip kaçacağını düşünmüş fakat yanılmıştı. Genç adam tüm öğretilere sabredebilmişti… Dudağı kıvrıldı, yanılmayı severdi Hiro-Sun.
Ve en sonunda büyük davul çalındı, Usta Grewy öğrencisine son öğütlerde bulundu; düello kurallarını aktardı ve başarılar diledi. McShine, heyecandan mıdır yoksa kafasında dönen tilkilerden midir bilinmez; pek cevap vermedi ustasının sözlerine…
– – –
Kusma raddesine geldiği kara parçaları tekrar tükürüp başka, “taze” parçalar kopardı çevresinden… Ve ağzına attı.
– – –
Bir sopa darbesiyle yere düşmüştü, ustası ayakta; gülümseyerek bakıyordu. Bu gülümseme dalga geçer bir edayla değil, daha ziyade bilgece bir üslupla süslenmişti. Gözleri kilitlenmiş gibiydi. McShine, pes etmenin beş metre uzağındaydı; tapınak süslerinin de… Anî bir hareketle yana yuvarlandı, ustasının ayağını havadan kesmişse de yaşlı adam yere düşmedi. Yerdeki tek ayağıyla sabit kaldı ve tekrar düzeldi. “McShine, yapma!” diye bağırdıysa da nafile, genç adamı engelleyemedi…
Tapınağa giden yolda dev saksılar vardı, dev ama hafif ve bir adamın rahatça kaldırabileceği şekilde…
McShine gibi güçlü kuvvetli bir adamın bir hayli kaldırabileceği saksılardı! Öyle de olmuştu… Kaldırdığı saksıyı ustaya fırlatacakken saksı havada infilak etti ve herkesin dikkatini çeken bu patlamanın müsebbibi, Hiro-Sun’dı.
Yaşlı bilge, pencereden beline kadar eğilmiş ve elindeki garip bir tabancayla saksıyı hedef almıştı. Ve saksı, yok olmuştu!
“McShine’ı odama getirin! Nöbetçiler!” diye bağırdı. McShine için kaçma fırsatı bile doğmamıştı, apar topar tapınağın üst katına götürülmüştü…
Bir koltuğa oturtulup, el ve ayak bileklerinden bağlanılan McShine; ustalar ustası Hiro-Sun ile başbaşa bırakılmıştı. “Ne… ne oluyor!” diye bağırdı.
– Hile yaptın… diye mırıldandı Hiro-Sun hem dalgındı hem de kararlı konuşmuştu
McShine başını öne eğip, haklı olduğuna dair mırıldandı. Hile yapmıştı, özür diliyordu. Tapınakta kalmaya razıydı.
“Yoo, yooo…” diye homurdandı Hiro-Sun, “…bana rüşvet sunma McShine.”
– Tapınaktan gitmek istiyorsan, gideceksin. diye eklemişti.
McShine’ın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. “Nasıl? N…” diye sorarken lafı kesildi:
– Evet, gideceksin. Ama hep rahatsız olacak, hiç nefes alamayacaksın. Hep düşünecek ve hatan için kahrolacaksın. Dahası, yetmiş beş yıl sonra tekrar tapınağın ortasında dirilecek ve bir düelloya daha tâbi tutulacaksın… Eğer onu da geçemezsen, sonsuza kadar…
– – –
“Uyuyacaksın!”
Son sözcüğü kendisi de mırıldanmıştı. Hatırlamaya başlamıştı! Evet…
– – –
Ve bir şırınga çıkarmıştı dolaptan, korkuyla bakan McShine’a yaklaşmış; acımayacağını telkin edip batırıvermişti… Haklıydı Ustalar Ustası, acımamıştı.
Uyandığında ise dünya daha büyüktü sanki, bir rüya bir halisünasyon içinde gibiydi. Bir rüzgar hissetti ensesinde, arkasını döndüğünde Hiro-Sun’ı gördü… Ama dev ebatlardaydı ustalar ustası! Öyle ki, burnundan verdiği nefes rüzgar gibi geliyordu genç adama…
“Ne!” diye bağırdı. “Bana ne yaptınız!”
Yumruklarını sıkıyordu fakat bu muhtemelen komik bir görüntüydü. Minik bir adam yumruklarını sıksa, o da gülerdi. Hiro-Sun ise gülmemişti.
“Cezalandırıldın, McShine.” diye homurdandı. “Tapınak saksılarından birinde, yetmiş beş yıl gömülü olarak duracaksın… Korkma, acıkmayacaksın! Susamayacaksın fakat olayı büyük ölçülerde de hatırlayamayacağın için tam bir cehennem azabı çekeceksin… Hatırlamaya başlarsan, düello vakti de yaklaşmış demektir; sen gardını o zamandan almaya bak!”
Sözlerini tamamladığından eliyle sertçe itmişti adamı. Ve havalanıp bir yere düşmüştü.
Nereye düştüğünü anlaması çok sürmedi; üstüne kara kara topraklar atılıyordu. Parçalattığı saksının yerine konulacak saksıdaydı. Ağlamaya başladı…
– – –
Birden uyanmıştı. Dişlerini sıktı, ağzındaki kara parçaların artık toprak olduğunu biliyordu.
Dahası, uzaktan gelen seslere de kulak kesilmişti.
Bunlar davul sesleriydi…
- Çekmecemdeki Yangınlar - 1 Temmuz 2020
- Yarım Kalan Hikâye - 1 Temmuz 2019
- Kayıp Harfler Mezarlığı - 15 Haziran 2018
- Ya Her Şey Boşaysa? - 15 Şubat 2018
- İnecek Var! - 15 Ekim 2014
Uzak doğu her zaman mistik bir yer olmuştur. İşin içine bir de tapınaklar ve gizemli büyük ustalar da girince olay iyice zenginleşir. Ama bunlar tek başına yetmez, bunları bir araya getirecek, meraklı bir senaryo eşliğinde sunacak usta bir de kalem lazımdır. İşte sen o usta kalemsin 🙂 Çok keyif alarak okudum, bulduğun fikir çok iyiydi. Kalemine ve zihnine sağlık sevgili alpi.
Utandırıyorsun beni, kalemim usta değil sen çok iyi niyetli ve alçakgönüllüsün. Teşekkür ederim görüşlerin için…
İşte budur! Gerçekten çok orjinal bir fikir; ama bence tembellik edip düelloyu yazmamışsınız. Tamam tema dirilişti; ama ondan sonra ne oldu?
Selamlar, utandırdınız beni yorumunuzla. Teşekkür ederim görüşünüz için.
Eh, bazen öyle öyküler vardır ki okuyucu tamamlar. Mesela, siz olsanız düelloyu kazanabilir miydiniz? Veya, yıllardır biriken öfke, bir düelloyu kazanmaya yeter mi?
Genel olarak hoşuma giden öykü türü böyle, bitince dahi insanı düşündüren / hayal gücünü çalıştırtan öyküler. (Kendi öykümü tenzih ederek konuşuyorum bittabi)