Öykü

Karanlığın Sade Gerçekliği

Toprağın diline takılmış tekdüze bir ezgi misali tavandan damlayan suların ayak sesleri doldurmuştu kentin rutubet içinde çırpınan dar sokaklarını. Nemden yosun tutmuş, içerisinde can çekişen ateşböceklerinin hüzünlü vızıltılarıyla titreşen sokak lambalarının altında, bir merdivenin dibine çömelmişti oğlan. Kentin bir nabız misali atan kolektif takırtılarına kulak kabartıyordu çekildiği kuytu köşede.

Teni, güneş yüzü görmeyen bu yer altı şehrine uyum sağlayarak saydamlaşmış, sağlıksız bir renge bürünmüştü. Cılızdı, öylesine cılızdı ki haylaz bir rüzgârın soluğuyla havalanacak, ufak bir iteklemeyle toprağa kavuşacaktı neredeyse. Onu gören on üç yaşında bir ihtiyar sanırdı. Yine de ince ve renksiz dudaklarındaki kararlı düz çizgi, bıkkın fakat içerisinde umudun da titreştiği içe çökmüş gözleri ve duruşunun, hastalıklı kemik sistemini ele vermeyecek ciddiyeti ona mağrur ve yıkılamaz bir hava veriyordu.

Dizlerinin üzerine koyduğu, ahşaptan oyulmuş ve yüzeyinde ne bir delik ne de bir kabartı bulunan maskeyle öylece oturuyordu. Bu lanetli şehirde sadece kendisinin ihtiyaç duyduğu bu maskeye tiksinti ve acıma dolu bakışlar atıyordu arada. Sokağın önünden geçip giden figürlere gözü takılınca ifadesi daha da sertleşiyor, donuklaşıyordu. Suratını, kimliğini ve ruhunu karanlığa teslim etmiş şehrin benzer insanları, yuvarlak ve pürüzsüz kafalar taşıyan bedenlerinin karmaşası içerisinde yalpalayarak ilerliyorlardı.

Çocuk ise toprağın ezici katmanlarının metrelerce altında siyah bir çığın içerisinde hapsolmuş bu koca şehirde, nefes alabilmesini, konuşabilmesini ve görebilmesini sağlayacak organlara sahip tek canlı varlıktı. Fakat o da yarımdı. Hafızasını ve kimliğini güneş altında kızaran toprakların ellerinde bırakmış, başıboş bir berduştu.

Anılarından yalnızca biri tüm dehşetiyle canlılığını koruyordu. Yerde suratlarını tutarak yuvarlanan insanların çığlıklarının melodik tınısı arasında gitgide karanlığa doğru çekilen şehrin çıtırtılarla dolu bir düşüşten sonra tamamen karanlığa boğulması… İçinde yaşadıkları loş ve çürümüş deliği göremeyen diğerlerinin aksine çocuk, yer altınının kokusunu her nefeste içine çekip daha da zehirlendiğini, dibe çöktüğünü duyumsamak için yaratılmıştı.

Üstüne üstlük bir kent dolusu suratsız, ruhsuz insan, onları birbirlerine bağlayan ortak algısal bir iletişim ağında sözbirliği etmişçesine yüzünde kıvrımlar bulunan ve onların bu iletişimine asla katılamayacak olan çocuktan kaçıyorlar, onu yalnızlığıyla baş başa bırakıyorlardı. Çocuk için aidiyet duygusunu biraz yaşayabilmenin tek yolu maskesini takıp güruha katılmak, onlara benzemekti. Böylece en azından bir süreliğine huzurlu karanlığı kucaklayıp, canlı fakat amaçsız vücutların yanında saf tutabiliyordu.

Çocuk öfkeliydi, yalnızdı, fakat umutsuz değildi. Umudun yeşermek için güneş ışığına, temiz havaya ya da güzel tınılara ihtiyacı yoktu. Karanlığın göğsündeki kemikleri parçalayıp çıkan ve hayatın ışığından beslenen parazit bir sarmaşıktı. Ta ki o hayat ışığının kaynağı kurutana dek…

Çocuk tam da maskesini yeniden takıp, bilinçsiz bir topluluğun huzurlu uykusuna katılacaktı ki senelerdir duymadığı bir ses omurgasından aşağıya buz gibi yağmur damlaları boşanmasına sebep oldu.

“Hey, ufaklık buralarda nereden çakmak bulabilirim biliyor musun?”

İlk başta delirdiğini, azapla dolu günlerini onu çılgınlığın kolları arasına bıraktığını düşündü çocuk. Fakat arkasını dönüp de heyula gibi bir adamın kızıl yıldız tozuna bulanmış saçlarının çevrelediği, kocaman ve garaip bir gözlüğün ufak bir burunla nazik bir ağzı ezip hâkimiyetini ilan ettiği suratıyla karşılaşınca delirmenin bile ötesinde bilinmeyen başka hezeyanlar keşfetmiş olabileceğinden şüphelendi.

Adam çocuğun donup kalmış ifadesine birkaç saniye beklentiyle baktıktan sonra hayal kırıklığıyla iç geçirerek söylendi. “Bu kadar insan arasında dili olan bir tanesini buluyorum, onun da konuşacak kadar bile aklı başında olmuyor. Bendeki de şans yani!”

Tam arkasını dönüp kendisini bir çakmağa az da olsa yaklaştırabilecek başka canlılar bulmaya gidecekken oğlanın ağzından canhıraş fırlayan bir “Dur!” ünlemiyle yeniden çocuğa doğru döndü.

“Eh sözümü geri alıyorum, konuşabiliyormuşsun demek ki.”

Çocuk uzun süredir ses tellerini kullanmamaktan kaynaklanan titrek bir sesle “E-evet,” dedi. “Konuşabiliyorum.” Sesi ona sonsuzluk boyunca yankılanıyormuş gibi geldi. Belki de bu sonsuzluk sadece kendi kafasının içiydi.

Adam beklentiyle sırıttı. “Veee..?”

“Hayır, burada çakmak bulabileceğiniz bir yer bilmiyorum… Şey, aslında burada ateş yakmıyoruz, çünkü teklikeli-” diye açıklamaya girişmiş çocuğu elini eski bir dosta selam verirmiş gibi sallayarak susturdu adam.

“ Peki ya sokak lambaları?” diye sordu kuşkucu bir sesle.

Çocuk yutkunduktan sonra, “Ateşböcekleri. Yakalamak zor ama ateşten daha güvenilir,” diye cevapladı.

“Ve onları yakalayıp bütün şehri aydınlatan da sensin sanırım. Bunları kendin için mi yoksa başkaları için mi yaptın? Onların bu tarz şeylere ihtiyaç duyacağını gerçekten düşünmüyorsun değil mi?” dedi adam parmağıyla sokağın önünden geçen, hepsi birbirinin aynı bedenleri gösterirken.

Çocuk kafasını çaresizce salladı. “Biliyorum, onlar göremezler, duyamazlar, bilemezler. Ama olsun. Ben onları görebiliyorum.”

Adam konuşmanın gidişatıyla ilgilenmiş gibi görüyordu. Sırtını duvara yaslayıp tamamen çocuğa doğru döndü. “Ne kadardır buradasın?”

Çocuk tereddütle cevapladı. “Kendimi bildim bileli. Buraya düşmeden önce bir ailem vardı ve bu şehirde yaşıyorduk diye tahmin ediyorum. Artık hatırlayamıyorum gerçi. Bir rüyanın parçalanıp fırlatılmış kemikleri gibi tüm anılarım. Gerçek ya da hayal nedir bilemiyorum.”

“Peki neden buradan çıkıp kurtulmuyorsun? Bir çıkış yolu bulmayı hiç mi denemedin? Git ve kendine yaşayacak başka bir yer bul,” dedi adam çocuğun dedikleri üzerine birkaç saniye düşündükten sonra.

Çocuk gözlerini yere sabitledi. Konuştuğunda sesi sisle kaplı bir ormanda ağaçlara çarparak dolaşıyormuş gibi durgun ve ruhsuzdu.

“Sadece bir kere denedim. Yerin dibine gömülmemizden iki sene falan sonraydı herhalde, zamanı da tam anlayamıyorum ya olsun. Onca yolu kat ettim, bir merdiven buldum ve tam da en tepeye temiz havayı ciğerlerimde hissedebilecek kadar yaklaşmıştım ki onu gördüm. O kadını gördüm. Saçları nereden geldiğini bilmediğim bir rüzgârla, kömürleşmiş bedeninin üstünde, kafasının etrafında dalgalanıyordu. Ve gözleri, göremediğim fakat hissettiğim gözleri, beynimin içerisinden milyon defa bana bakıyor gibi hissediyordum. Dayanamadım, gerisin geriye buraya geri döndüm. Kafamı kaldırıp kadına bakacak cesareti bulamadım. Benim için tüm kapılar kapanmış oldu.” Sonra bir an duraksadı kafasını kaldırıp adama büyümüş gözlerle bakıp “Peki sen, sen nasıl geçebildin onun yanından? Görmedin mi yoksa onu?” diye sordu histeri sızan bir sesle.

Adam gözlerini bitki kökleriyle bezeli tavana doğru kaldırdı. “Evet onu gördüm. Yanından nasıl geçileceğini biliyordum ve işte buradayım.” Bir süre ikisinin arasında sessizliğin ıslık çalarak dolaşmasına izin verdi. Sonra tekrar çocuğa bakıp “Adın ne senin?” diye sordu havadan sudan bahsedermiş gibi.

Çocuk kaşlarını çattı. “Hatırlayamıyorum. Ben… Böyle şeyleri unutalı çok uzun zaman oldu,” diye yanıtladı adamı. Sonra da ekledi “Ya senin ki?”

Adam hafifçe gülümsedi. “Ben Kaptan Buzdağı. Sen bana Kaptan desen yeter. Ben de sana evlat diyeceğim o halde. Adını unutman önemli değil. Adlar anlamsızdır, iradenle sahip olamadığın kalıplardır sadece. Ama lakaplar öyle değil. Hepsini bileğinin hakkıyla ya da en keskin hatalarınla elde edersin. Sana herhangi bir isimden çok daha ait olurlar.”

Çocuk parıldayan gözlerle Kaptan’a baktı. “Buzdağı mı? Bir insana neden buzdağı derler ki?” diye sordu bir gülümsemeye en yakın ifadeyle.

Kaptan duvara yaslanmayı bırakıp doğruldu. “Bak ne diyeceğim. Yaşlı adamların sıkıcı ve eski moda hikâyelerinin en iyi dinlendiği zamanlar yolculuklardır. Yolda sana anlamaya bol bol vaktim olacak nasıl olsa.”

Çocuk dehşetten çatlayan bir sesle “Yoksa tekrar oraya mı gideceğiz?” diye fısıldayabildi ancak. Kaptan kendisini başıyla onaylayınca da en büyük korkusu gerçek olmuş gibi durduğu yerde sallandı.

Kaptan’ın uzun, bir zamanlar belli ki beyaz olan fakat şimdi yolların grisine bürünmüş pelerini sokağın çıkışına doğru ilerlerken, çocuk birkaç hızlı nefes daha aldı. Sonra da mantığı tersine yapmak için haykırsa da, bedeni bulduğu tek konuşabilen varlığı kaybetmeyi göz alamayıp Kaptan’ın arkasından caddeye çıktı. Ahşap maskesini arkasında, sokağın gölgeli elleri arasında unuttuğunun farkında bile değildi.

İki yoldaş yan yana onlar geçerken önlerinden kaçan ve karanlığa sığınmaya çalışan ruhsuz bedenlerin arasından, yıkık dökük binaları ve ağıtlara konu olabilecek caddeleri aşıp şehrin sınırlarına kadar yürüdüler.

Çocuğun dizlerinin titremesi iyice belirgin bir hal alınca Kaptan “Lakabımın hikâyesini anlatmamın vakti geldi sanırım,” dedi ileride yarım saatlik yolun sonunda beliren uçurumun ve onun üzerinden yükselen kara merdivenlerin hatları seçilebilir hale geldiğinde.

“Eskiden, paralı asker olarak yeryüzü şehirlerinden birinin ordusunda çalışırdım. Çok sevdiğim bir karım vardı. Başarılı ve güçlüydüm. Doğal olarak bu niteliklerimin gururu ve mutluluğuyla sarhoş haldeydim. Üstlerim bana çok tehlikeli bir görevi önerdiklerinde gözümü kırpmadan kabul ettim. Ülkenin sınırları dâhilinde bulunan bir buzdağında anlaşılamayan bir enerji yoğunluğu saptanmıştı. Düşman birlikleri olup olmadığını anlamak için oraya gitmem, daha önce kimsenin tırmanıp canlı dönemediği o dağa tırmanmam ve olayı aydınlatmam gerekiyordu.

Yola çıktım, aylarca yürüdüm ve birçok tehlikeden sonra buzdağının tepesindeydim, patavatsız ve zafer sarhoşuydum. Ta ki bir terslik olduğunu fark edene kadar. Orada, zirvede bulduğum bir düşman askeri değildi, bir kadındı. Arkası bana dönük öylece duruyordu.”

Kaptan birden sustu ve adımlarını yavaşlattı. Bu kısım ona acı veriyor gibiydi. Çocuk merakla adamın suratına bakıyor, devam etmesini bekliyordu.

“Sıradan bir kadın diye düşünüp hayrete düştüm en başta. Böyle bir yerde ne işi olduğuna, nasıl hayatta kalabildiğine aklım ermedi. Beni fark ettiğinde ise suratını bana döndü. O noktadan sonra bir şey düşünebildiğimi sanmıyorum. Nefesim kesilmişti. O güne kadar sevdiğim ve gelecekte seveceğim tüm kadınların özüydü görünüşü. Savaştan savaşa sürüklenirken uzun süredir göremediğim karımdı karşımda duran. Kollarını açmış bana bakıyordu. İçimi saf bir mutluluk kaplamıştı. Kollarına koşmak için ileri atıldım.

O sırada esip, aceleci dengesizliğimden de faydalanarak düşmeme neden olan rüzgâr sadece şans mıydı yoka Tanrıların bir işi miydi bilemiyorum. Ama kafamı çarptıktan sonra gözlerimi açtığım saniye kadının suratını tepemde buldum. Değişmişti, gerçi hala karıma benziyordu fakat bu korkunç benzerlik gözümü karartmış, iç organlarımı ters yüz etmişti. Yüzündeki deriler baştan aşağıya soyulmuş, o güzelim mavi gözlerinin akları kandan görünmüyordu. Dişleri bir kar leoparınınki gibi güneşte parlayarak boğazımın üzerine uzanmıştı. Bir yandan da “Hadi canım, uslu dur. Hemen bitireceğim,” diyordu. Bu bir iblisi ilk görüşümdü. Varlığını yeni keşfettiğim bu canavarın karşısında dehşetle dolmuştum. Ve İblisin gerçek suratını gördüğüm anda sırtıma batan sivri nesneleri elimle yoklayıp insan kemiklerinin üzerinde yattığımı keşfettim.

Kılıcımı çekecek vaktim yoktu. Elime geçen ilk şey belki de kürdan olarak kullanılmış sivri bir kemik parçasıydı. İblis dişlerini boğazıma geçirmek için hamle yaptığında kemiği alnının ortasına sapladım. Bu saldırıyı o da beklemiyordu, belli ki bugüne kadar kurbanlarından hiçbiri onun yarattığı trans etkisinden kurtulup karşı saldırıya geçememişti. Şaşkınlığından yaralanıp yana yuvarlandım ve sağlam bir tekmeyle onu zirvenin kenarına kadar fırlatabildim. Kılıcımı çekip tepesine dikildiğimde hala korkunç görünüyordu fakat acınası bir yanı da belirmişti. ‘Yapma,’ diye yalvardı bana.

Karımın hayalini kirletmesine hala sinirliydim ve az daha ölebileceğim ihtimalinin dehşeti daha bedenimi terk etmemişti. Eski bir inanışı anımsayıp kılıcımı tek hamlede tam kalbinin olduğu yere indirdim. Acı bir çığlık attı. Bedenini yok etmeye başlayan mor alevlerin arasından bana ‘Lanet olsun sana,’ diye haykırdı. İblisin son sözleri beni sonsuza kadar çaresizlikle ve acı kayıplarla lanetlemesiydi. Sonra son gücüyle yana yuvarlanıp zirveden aşağıya, bulutların kucağına düşerek gözden kayboldu.

Buzdağından aşağıya indim. Gördüklerimi karıma ve meslektaşlarıma anlatıp onları uyarmak, bana inanmasalar bile onları haberdar etmek için şehrime döndüm. Fakat beni karşılayan ölümün ve kederin kokusuyla dolu bir harabeydi. Gözlerime inanamamıştım.

Evime koştum fakat tek karşılaştığım gerçek, karımın ve bütün şehrin katili olan korkunç bir hastalıktı. O anda iblisin lanetini hatırladım ve dizlerimin üzerinde gece çökene dek gökyüzündeki acımasız Tanrılara haykırdım. Ama cevap gelmedi. Günlerce harabelerin içerisinde dolaştım. Geçmişimi bırakıp gidemiyordum. Çılgınlığa varan üzüntüm beni o şehre demirlemişti. Günler sonra, neredeyse umursamazca ölmek üzereyken “Neden?” diye sorgulamaya başladım. “Neden böyle olmak zorundaydı?” Bu soruya cevap bulamamam hayatımı kurtardı sanırım. Bir şekilde toparlandım. Boşu boşuna ölmek istemiyordum. Bir amaca tutunup yaşamak isteyecek kadar bencildim. İntikam istiyordum. Çünkü hala hayattaydım ve umudumu söküp alabilecek ölümle karşılaşmamıştım.

Kılıcımı aldım, adımı geçmişimi o şehrin harabelerinin altına gömüp yola çıktım. Lakabımı hayatımı değiştiren o güne adadım. Başka şehirlerde karşılaştığım başka insanları iblislerden, gerçekten habersiz bir şekilde ölmekten kurtardım, lanetime karşı savaştım. Ve şimdi burada ağzı açık beni dinleyen bir çocukla toprağın altındaki, tek bir çakmağın bile bulunmadığı lanet bir şehrin çıkışına doğru yürüyorum.”

Çocuk bir nefeste anlatılan bu hikâye karşısında suskun kaldı. Kendi çektiği üzüntü ve yalnızlığı bu adamınkiyle kıyaslamak istemiyordu. Herkes hayatın balyozunu aynı sertlikte yiyordu, sadece nedeni ve nasılı farklı oluyordu.

Kaptan ufak bir gülümsemeyle ekledi. “Pek de uyku saatine uygun bir masal değil ha?” Sonra da konuşurken fark etmeden dibine kadar yürüdükleri uçurumun üzerinde yükselen merdiveni gösterdi kafasının bir işaretiyle.

Çocuk kendi dehşetini tekrar hatırladı fakat Kaptan’ın başından geçenleri dinlemek içinde bir şeylerin parçalanmasına neden olmuştu. Yüzleşmesi gereken şeylerin olduğunun farkına varmıştı ve belki de bu adamın neden burada olabileceğini anlamaya başlamıştı. Kaptan eliyle omzunu kavradı. “Haydi evlat, defolup gidelim bu yerden. Bu yerin mezarlık kokusu migrenimi azdırıyor.”

Çizim: Mustafa Ahmet Kara
Çizim: Mustafa Ahmet Kara

Çocuk yutkundu ve ilk adımı attı. Sonrasında kadını görene kadar attığı adımlar ise kendiliğinden gelmişti. Kadının dalgalanan korkunçluğu karşısında titreyen dizleri üzerine çöktü çocuk. Kalbi binlerce kancayla farklı yönlere çekiliyormuş gibi acıyordu. Ne olduğunu anlayamadan görüşü yaşlarla bulanıklaştı. Geriye kaçmak istedi ama Kaptan’ın çelik gibi sert elleri omzunu kavramıştı.

Çocuk elleriyle gözlerini kapatmaya çalıştığında “Hayır!” diye bağırdı Kaptan. “O kadına bak. Ona iyice bak. Hatırlamak zorundasın. Hatırlamazsan ve hatırladıklarınla yüzleşemezsen sonsuza kadar vicdanına bağlanan taşla dibe batacak, burada çürüyeceksin.”

Çocuk kafasını kaldırdı. Elinin tersiyle, yaşlarla ıslanmış yüzünü silerek kadının acıyla bükülmüş suratına baktı. Gözlerinin önünde görüntülerin, bölük pörçük anılarının belirmesi birkaç saniye aldı. Güneşin altında uzun bir kazığa bir kadın, tepesindeki cellat yavaş yavaş meşalesini idam sehpasının etrafındaki odunlara yaklaştırırken çocuğa bakıyor ve dudakları sessizce son bir cümle oluşturuyordu. “Hayatta kal!” Çocuğun içinde, kadını yutan alevlerle birlikte devasa bir öfke yükseliyor, idam alanı, çevrede toplanıp ölüme kavuşan kadını yuhalayan insanlar ve tüm şehir korkunç bir sarsıntıyla içe doğru çökmeye başlıyordu.

Çocuk gözlerini kırpıştırıp bulunduğu ana geri döndü. Konuştuğunda sesi çatlamış, titriyordu. “Anne.”

Kaptan çocuğun omuzunu sıkan ellerini gevşetti. “Evet,” dedi yumuşak bir sesle. “Hatırladın demek ufaklık.”

“Hatırladım,” dedi çocuk. İçini yakan öfkeyi, umutsuzluğu hatırlamıştı. “Onlar annemi öldürdüler. Ona cadı dediler, büyücü dediler. Ekinlerinin kurumasından, fırtınalardan onu sorumlu tuttular. Aslında bendim… Bendim!”

“Biliyorum,” dedi Kaptan. “Annen seni koruyordu. İblislerin ortaya çıkışından sonra herkes paranoyakça başına gelen felaketi büyülere, cadılara attı. Senin güçlerinin, özel oluşunu dikkat çekeceğini biliyordu annen. Senin gibi insanların başına neler geldiğini de biliyordu. Senin için insanların öfkesine karşı durdu. Ve sonunda öldü. Onun ölümü senin çılgınlığının başlangıcıydı. Kendini kaybettin. Bütün şehri, anneni öldüren her insanı kendinle beraber toprağın altına, aslında annenin gitmesi gereken yere gönderdin. Fakat onları öldürmedin. Suratlarını, ruhlarını silerek acılarını daim yaptın. Aynı zamanda içten içe, kendini de annenin başına gelenler için suçlayıp buraya kapattın değil mi?”

Kupkuru bir sesle “Evet,” diye cevapladı çocuk. “Öyle yaptım.”

Kaptan çocuğu koltuklarının altından tutup ayağa kaldırdı. “Haydi, buna bir son ver. Hiçbir intikam anneni geri getirmeyecek. Benim karımı getirmediği gibi. Buradan çık, o şehri yeniden yeryüzüne getir. Sen intikam için yaratılmamışsın evlat. Gücünü karanlıkta çürümeye bırakma.”

Çocuk tereddüt ve öfkeyle dolu suratını adama çevirdi. “İstemiyorum. Bırakalım çürüsünler. Onlara iyilik yapacağımı düşünüyorsan çok yanılıyorsun.”

Kaptan sinirle gülümsedi. Parmağıyla havada süzülen kadını, çocuğun annesinin hortlağını gösterdi. “Onu görüyor musun? İşte onun için burada, bu Tanrının cezası yerdeyim. O bir iblis. Senin öfkenin ve intikam dolu ruhunun kokusunu alıp gelmiş bir iblis. Bana bir zararı yok fakat senin geçmene asla izin vermeyecek. Buradaki umutsuzluk ve öfkeyle besleniyor. O beslendiği sürece onu yok edemem, kendini sürekli yenileyecek. Bu duyguların kaynağını, yani seni asla bırakmaz, buradan çıkmana izin vermez. Ya sonsuza kadar acı içerisinde ve hatta bu sefer geçmişinden de haberdar olarak burada dolaşırsın ya da yeni bir başlangıç yapmayı seçersin. Sen bilirsin.”

Kaptan bir basamak geri indi ve çocuğu kendi basamağında öfkeden titrer halde yalnız bıraktı. Dakikalarca orada beklediler. Çocuk gözünü iblise dikmiş öylece duruyor, öfkesinin mi yoksa sağduyusunun mu terazide ağır basacağının hesabını yapıyordu. Beynine yavaş yavaş akan hatıralarıyla boğuşuyordu. Annesinin son sözünü, “Hayatta kal!” deyişini defalarca canlandırdı gözünde. O yaşasın diye, özgür olsun diye her şeye katlanan o fedakâr kadını düşündü. Sımsıkı yumruk yaptığı elleri gevşedi. Kafasını aşağıda durup, altlarında uzanan uçurumu inceleyen Kaptan’a çevirdi.

“Hayır,” dedi çocuk zor duyulur bir sesle. “Ben senin gibi olamam. Güneşin altında bana bir yer yok. Buradan çıkıp gitmek, başka insanların korku dolu bakışları altında yaşamak… Bunları istemiyorum ben. Yarattığım bu hapishaneye bak. Geçmişimi öğrendiğim andan itibaren tüm çıkışlar bana yasaklandı. Şimdi bu insanların hepsini yeniden ışığa kavuştursam, intikamdan vazgeçsem, beni hayatta tutacak bir amacım olmaz. Ben bencilim. Senin kadar bencilim. Yaşayacaksam, hayatta kalacaksam amacımdan vazgeçemem. Üzgünüm, bu sefer iblisi öldüremeyeceksin, kahraman olamayacaksın. Kurtaramadığın insanların yanına beni de yaz. Beni, burayı çok iyi hatırla. “

Sonra da iblise son bir bakış attı ve Kaptan’ın suratına bakmadan yanından geçip basamakları inmeye başladı. Karanlığın içerisinde kaybolana dek gözleriyle çocuğu takip etti adam. Sonra da tek kelime etmeden iblisin yanından geçip yakıcı ışığa doğru yürüdü. Bir yandan da düşünceler içinde kulaç atıyordu. İki seçenek şekillendiriyordu insan doğasını. Karanlığın sade gerçekliği ve güneşin çıplaklığı altında sahnelenen tüm ikiyüzlü trajediler… Doğru seçimi yapan insanların gözleri her zaman daha az acıyordu.

Beyza Taşdelen

1996 yılında İstanbul’da doğdum. Fransızca dilinde tamamladığım orta okul ve lise eğitimimin ardından kendimi Galatasaray Üniversitesi Karşılaştırmalı Dil Bilim ve Uygulamalı Yabancı Diller bölümünde Saussure ile didişirken buldum. Şimdilik sözcüklerin neden ve nasıl yan yana geldiğini incelemekten çok onları yan yana koyan kişi olmayı tercih ediyorum.

Karanlığın Sade Gerçekliği” için 3 Yorum Var

  1. Ellerine sağlık Beyza, senin öykülerini okumayı özlemişim. Betimlemelerin ve benzetmelerin her zamanki gibi tam kıvamındaydı. Oluşturduğun karanlık atmosfer ve beklenmedik sonu da çok iyiydi doğrusu. Sen hep yaz, biz okuyalım.

  2. Karanlık Masallar’dan sonra en beğendiğim hikayeniz bu oldu. Umarım “karanlık” olan daha çok hikaye yazarsınız da biz de seve seve okuruz. Elinize, kaleminize sağlık.

mit için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *