Her şeyi sorgusuzca diğer tarafına ileten yüzey, cam duvardan geçen her an yıkılabilecek kadar yüksek görünen binaların yansıması kadar aydınlığı da bana aktarıyor. Kalitesi nadiren tadılmış bir kanepe şehre çıkan pencere kenarında aydınlanıyor. Önünde leke dolu bir sehpa, girift desenli kirli halıya yerleştirilmiş minder ve içecek kutularıyla bir defterde önemsiz bir hatıra… Halının ötesinde başlayan fayanslarda kendi başına dikilmekte olan sade oturakla karman çorman bir masa… Nesneler birer birer aydınlanıyor, her şeyi kendi bildiği şekilde tanımlayan güneş hor kullanılmış bir odayı görünür kılıyor.
Bu yakıcı yargılamanın yavaşça uzanışını izledim aynada; gökyüzündeki küçük ışık topunun yetersiz ısısıyla yapmaya çalıştığı arındırmanın başarısızlığa yükselip azar azar solmasını… Aynadaki dağınık yaşamın ortasında da benzer bir arındırmayı gözlüyorum durgunca. Bana atanan meslekten sıyrılmaya çalışıyorum; ölümlülükten azada uğraşıyorum.
Yansımadan izlediğim süreç tek bir bilinçli bakışla sendeliyor. Bilincimi yeniden serbest bırakmaya ve karşımdaki aynadan geçip düşlerin sonsuzluğuna yayılmasını sağlamaya çalışıyorum. Dingin bir yüz… Ruhu bedeninden uzaklaşmış ve düşüncenin ikincilliğine karşın düşlerin ilkelliğine sığınmış bir beden görmeliyim orada. Hayal kırıklığı… Aralarında durduğum karşılıklı yerleştirilmiş aynalardan sonsuza dek sekmesi gereken zihnim yerine orada tek gördüğüm bir anlık hayal kırıklığı. Bu ve nereye yöneleceğini kestiremeyen bir öfke…
Her gün bu süreci yaşamama sebep olan anıyı taşıyan yere bakıyorum aynadan: Donuk masaya… Ruhumdaki arzuları incelerken zihnime bıraktıkları imgeleri pişirerek kağıda geçirirdim. Şiirler… Ben bir şairim. Duyguların ince ince izlenip kelimelerin daha da büyük dikkatle dokunduğu o günlerden birisinde yüreğimden tenime doğru baskı yapan, dışıma çıkıp karşıma dikilerek bana kendisini haykırmak isteğiyle yanan bir sıcaklık fark ettim. Yaşama isteği… Daha çoğunu görmek, daha fazla güzelliğe maruz kalmak ve hayatı daha ince yaşamak. Ama ölüyorum. Genlerim 300 yıl önce, herkesinkiyle birlikte değiştirildi; hepimize ortalama 500 yıl fazladan ömür biçildi. Ama ben yine de ölüyorum.
Uzay çağında teknolojinin verdiği bu nimet, evrenin görebildiğimiz kadarını incelemek için yeterliydi. Daha fazlasının olduğunu öğrendiğimizde, 100 yıl önce ölmesi gereken insanların hala yaşadığı bir çağda ölümsüzlüğü keşfettiğimizde, göremeyecek olduğum her uzam parçası için ağladım. Kısa ömürlü atalarımızın aksine, kendisini değiştiren bizler daha fazla değişemiyoruz. Olasılıklarımızı gerçekleştirme hakkımızın hepsini kullanmışız gibi, sonradan keşfedilen bu tekniği kendimize uygulayamıyoruz.
Aynadan kendime öfkeyle bakarak rahatça bağdaş kurduğum yerden kalkıyorum. Şiirlerimi yazdığım kağıda Sandal tekniğimi geliştirmek için yaşadığım deneyimleri not almaya başladığımı düşününce öfkem bana yönlenmeye karar veriyor. Ölümsüzlüğe erişmek için onun kuzeni olan sonsuzluğu kullanma amacıyla yerleştirdiğim aynaların zihnim yerine sadece bu öfkeyi daimi kıldıklarını düşününce sinirimden gülüyorum.
“Sanıya dalmakmış(!) Bilinen evrendeki muhtemelen en kötü espri; Sen!”
Sandalyeye hışımla oturuyorum. Kalemim kara kağıda dokundukça parıltılı izler bırakıyor ve dümdüz yüzeydeki boya dağılarak yeni tecrübelerimi aktarıyor: Düşlerin sündürdüğü zaman, onlara dalabildiğim kadar ötelere uzanıyor. Maddi varlığımın ağırlığını da ruhuma taşıtıp o engin diyarın çekimine kendimi bırakmalıyım ki bu müstevi yüzey genleşsin, esnesin ve sonsuzluğa erişsin. Ölümsüzlük ancak o zaman gelir, sonsuzluğun içinde ve onun her yerinde olunca kendisini gösterir.
Altımdaki oturak, gündüzün bir kısmı boyunca yaptığım ilerlemeyi kayda alırken canımı acıtmaya başlıyor. Eskiden geceleri yazardım; şiirlerimde ve hatta düşüncelerimde bir şaire en çok yakışan dili kullanırdım. Ama şimdi, münzevi bir derviş gibi, bağdaş kurup saatlerce transa giriyor ve rahat ediyorum, fakat bir gözlemciye uygun ifadelerle notlarımı tabloya geçirirken antika sandalyemde rahatsız hissediyorum. Gündüzleri sosyal hayat için en uygun şekilde yaşıyor ve yaratıcılığın yalnızlığını hediye eden geceyi uyuyarak harcıyorum. Etrafta sadece göğün tek renkli nedimelerinin verdiği yıldız ışığındaki ilham varken yazabilmek için aldığım özel kağıdı, eski kağıtlara göre çok da verimli olmadığı gündüz vakti kullanıyorum. Ölümsüzlüğü ararken kendim olduğum yoldan çıkıyormuşum gibi hissediyorum.
Çok eskilerden kalma sandalye sadeliğinden rahatlık alıyormuş gibi görünse de retro yapısı onu sadece çekilmez kılıyor. Şimdiye ait değil. Geleceğe de… Moda olduğu zamanlarda vardım ve aslında hiç yaşamamış olan bu metal parçası böylesine bir yaşlılıkla görevini yerine ancak getirebiliyorken hala varım. Uzun yıllar yaşadığımı hissettiriyor bana; neredeyse ölümsüz olduğumu… Neredeyse! Buna katlanamıyorum. Sırtımı ağrıtıyor ve ben içime kendi istencimle işlettiğim lanetin çağına, şimdiye ait bir şeye ihtiyaç duyuyorum!
Sanıya dalmak… Gerçekten, evrendeki en kötü espri bu olabilir. Düşlerde yaşayarak sadece ölümsüzlüğe sığacak kadar deneyimi kendim için var kılmak amacıyla uydurduğum bir saçmalık. Sandal. Tekniğime bu ismi verirken ne düşünüyordum ki..? Biraz hava almalıyım ve muhteşem bir kahvaltı yapmalıyım.
Derhal sandalyeden kalkıyorum. Şarapla marinelenmiş kuzu pirzolası bugün yaşadığım hezimeti baskılayıp sindirmek için bence yeterli.
Odadan çıkmadan önce ucu özel bir silici kimyasalla kaplı kalemin geçtiği ışıldayan yerleri hariç tamamı kara olan kağıda bakıyorum. Belki benim hayatım da böyle, var olanı sile sile anlam kazanacaktır, ha? Uzun zamandır uğraştığım her şeyin anlamsız olduğu düşüncesi beni rahatsız etmesi gerekirken, doğru sonuca varmak için attığım adımlardan sadece birkaçı olduğunu bir an için hissetmek, endişeli ruhumu hafifçe rahatlattı.
Kapıyı ardımdan çekerken yaşamda deneyimlenebilecek çok şey olduğunu düşünüyorum. Belki de arkama yaslanmalı ve bir sonraki tecrübemin tadını çıkartmalıyım? Sonuçta, yıllardır sürdürdüğüm bu çalışma da hayatımın sadece bir parçası. Hepsi değil, tek bir kısmı.
Kısa ömrümde herhangi bir şeyi uzatmak için sebep göremiyorum; yakın ama pahalı olan restoranda yiyeceğim. Sonuçta, bu benim günüm, uzun zaman sonunda, belki ilk defa aydınlanıyorum. Bence, bir tür kutlamayı da hak ediyorum.
İnsanlar kendilerine göre hızlı ama bana göre yavaşça kaldırımda debeleniyor, herkes bir yerlere yetişmeyi deniyor. Benimle hemen hemen aynı kaderi paylaşan ama asla benim ruhuma sahip olamayacak olan bu insanlardan tiksiniyorum. Hiç bir zaman benim bilincimi taşıyamayacaklar.
Bir an önce buradan uzaklaşmalı ve karşıya geçmeliyim. Neredeyse geldim.
Hımpf! Yaya geçidinin hemen dibinde tiksinç bir şey var. Bir insanın yüzü nasıl bu kadar oyuk dolu olabilir? Suratına rastgele yerleştirilmiş sivilce izlerine rağmen saçları aşırı özenle taranmış ve yan tarafından keskin bir çizgiyle ayrılmış. Zayıf vücudu ve kamburluğunu vurgulayan öne çıkık boynuyla başarısızlığın ve ezikliğin yön tabelasını tutuyormuş gibi. Ağır bir yük olmalı; taşıdığı çirkinliğin bana bulaşmasını istemem. Ahh, kafasını bana doğru döndürüyor ve boğazındaki o ur gibi duran kemiği hareketleniyor: Bir şey söyleyecek!
Geri çekilip binalardan birisine sırtımı dayıyorum ve o yerini bilerek çenesini kapalı tutup karşıya geçiyor. Ben de sıramı bilip ondan çok sonra geçiyorum. Bugünü berbat ettirmeyeceğim.
Burnumda yiyeceğim bifteğin kokusu, karşıya geçmeye başlıyorum. Koku hızla güçleniyor ve beni kendisine çekmektense kendisi bana doğru geliyor. Bu saçma. Kaynağına bakınıyorum ve hemen yan tarafımda onu görüyorum: “Gezegenin En İyi Kokoreci Ayağınıza Geldi. Kuzu Kokoreç, Ağızda Dağılan Lezzet!” Eski, dev bir kamyoneti kaplayan tabeladaki bu sözleri ancak seçebiliyorum. Ardından sözler bana çarpıyor ve ölüyorum.
NOT: Bu öyküyü okuduktan sonra, Arif Anıl Özdil‘in kaleme aldığı KALEMLİK VE LAMBA adlı öyküyü okumanız devamlılık açısından önem arz etmektedir.
- Esaretin Nedeni - 15 Ocak 2019
- Bin Yıllık Azap Çağı - 15 Temmuz 2017
- Nada - 15 Nisan 2017
- Aramakla Bulunmaz; Bulanlar Hep Arayanlardır - 15 Mart 2017
- Bir Koordinat Düzlemi Macerası - 15 Şubat 2017
Hikayenin çok yoğun bir anlatım gücü var; daha önce de söylemiştim. Kahramanın içsel duygularını çok iyi yansıtmışsın tebrik ederim. Güzel hikayeydi…
Fikrini içtenlikle belirttiğin için teşekkür ederim. “Olumlu ya da olumsuz” eleştiri almanın önemini tekrar tekrar kavrıyorum.
Yazarken bir şeyleri denediğim ve yer yer kendimi beğenmediğim veya şaşırttığım bir hikaye oldu. Sanırım daha iyisi mümkündü ama bu halini de sevdim ben 🙂 Keşke buraya gönderilen diğer arkadaşların öykülerini de okuyabilecek durumum olsa. Nasıl güzel düşler kurulduğunu öğrenmek için sabırsızlanıyorum.
Merhaba.
Öncelikle ellerinize sağlık, gerçekten güzel bir hikâye olmuş. Duygusal anlatımların ağır bastığı, olaylardan ziyade psikolojinin incelendiği bir hikâye. Ancak beni şaşırtan şey, şairin gelecek zamanda yaşıyor olması, bilimkurgu ve şair, bir de kokoreç… Garip bir üçleme doğrusu. 🙂 Neyse, ellerinize sağlık, çok güzel bir öykü olmuş. Görüşmek üzere…
🙂 İlgin için teşekkür ederim sana da 🙂
Şair karakteri seçmeden önce diyardaki “neredeyse ölümsüz olunması yüzünden tam ölümsüz olunamama” durumunu kararlaştırmıştım. Sanatçılara ve şu dönemde özellikle şairlere karşı “sanat felsefesi” bağlamındaki bakışım bu ironiyi en güzel şekilde içinde alevi taşıyan bir karakterle ifade edebileceğim hissini doğurdu. Elbette, bunu seçme sebebim biraz uzunca 🙂 Şu an buradan belirtemeyeceğim için üzgünüm. İlgini çekmesi çok sevindirdi beni.
Bilimkurgu kısmı… Bilimkurgu yazmak için çıldırıyorum ama o türde “yeterli” bir şeyler yazabilecek kadar bilgim ve tecrübem yok. Öyküyü biraz daha “kasvetli gelecek tasfiri” bağlamında değerlendirme eğilimi taşıyorum. Sözlerini iltifat olarak alıyorum 🙂
kokoreç arabası üzerine ne söyleyebileceğimi bilmiyorum 🙂 Dostlarımla aramızda olan bir tür espriden türedi ve bence buraya çok uygun gidecekti. Kısmen anlamsız bir ölüm oluşturmak istemiştim tüm o olan/anlatılan şeylerden sonra.