Bağımlılık yapmasın diye dizi bile izlemeyen bir adam olarak izlenebilir dizilere sarmıştım. Bazı diziler vakit kaybı oluyordu. Onu anladığımda hemen bırakıyordum zaten. Okumadığım kitaplar vardı, dizilerden sıkılıp onları elime alıyordum. Bu ikisi arasında değişmeyen tek şeyse kucağıma uzanıp benimle birlikte vakit geçirmekten hoşnut olan kedilerimdi.
Lapiz, Luna ve Rayo… Adlarını böyle sıralayınca üç silahşorlar gibi bir ekip sanacaksanız ama onlar anne ve kız kardeşlerden oluşan, başıma kalan en tatlı belalar. Şu pandemi de kimse arayıp sormazken tüm vaktim onlarla geçiyordu. Sevgilerini hiçbir zaman esirgemiyorlardı. Yemek, içmek ve sevilmek dışında başka bir çıkarları da yoktu.
Lapiz, Luna ve Rayo… İspanyolca adlarını böyle sıralayınca başka bir şey daha geliyor aklıma… Aslında önce Lapiz vardı. Yere ayağınla bir yay çizersin, buna Lapiz derler. Lapizi yaparken media luna diye bir hareketle birlikte yaparsın. Kızı döndürürsün çevrende yarım ay şeklinde: Ay demek Luna demektir. Müzik biterken kızın belinden tutar alçaltırsın seviyeni, kız da seninle birlikte eğilir, uzatır ayağını, burun buruna gelirsin son anda. Parçanın son notasıyla birlikte bir sessizlik olur. Gözlerinin içine bakarsın, nefesleriniz birbirine çarpar, kalbinden damarlarına sıcak bir kan pompalanır, öpmek gelir dudaklarından, öpemezsin. Bir yıldırımın çarptığını hissedersin gökyüzünden. O yıldırımın adı Rayo’dur. Teşekkür edip ayrılırsın kızdan. İşte böyle bir şeydir, Tango.
En çok da tangoyu özlüyor insan şu zamanda… Sıkılmıştım evde, kedilere “Ben gidiyorum çocuklar” deyip ayrıldım evden. Tunalı’da yavaş adımlarla yürüyordum. Yürümek iyi geliyordu. Yürüyerek ancak insan arasına karışabiliyordum. Dokunmadan, konuşmadan, hissetmeden sadece gözlemliyordum insanları. Yürüyordum vitrinlere bakarak, yanımdan geçen insanlara bakarak, yoldan geçen arabalara bakarak, müzik yapan müzisyenlere bakarak, bazen ağaçtan düşen bir yaprağa bakarak… Sonra gidip Kuğulu park da ayaküstü iki dakika nefesleniyordum. Yürümek yetmiyordu, bir tur daha atıyordum cadde başından cadde sonuna kadar. Yürüyüşlerim hep kuğuluda sonlanıyordu. Oradaki insanları izliyordum. Onlarsa gölde yüzen kuğuları… kuğuları tanıyordum artık o yüzden ilgimi çekmiyordu. Benim ilgimi çeken park da gezen farklı farklı insanlardı. Onlar için kuğulu, benim için insanlı parktı burası… Sanki kimse yalnız değil bir ben yalnızdım bu parkta.
Kendimi eğlendirecek bir şeyler yapmalıydım ama tek başıma ne yapabilirdim? O an aklıma az önce yolda gördüğüm müzisyenler geldi. Evet, bunu yapabilirdim. Hemen ayrıldım parktan, köşedeki kahveciden bir filtre kahve alıp müzisyenlerin yanına doğru yürümeye başladım.
Bir çello ve keman eşliğinde, bir bankanın önünde klasik müzik yapıyorlardı. Hallerinden konservatuar öğrencileri oldukları belli oluyordu ama yoldan geçip suratlarına bile bakmayan birkaç insana müzik yaparak burada harcanıyorlardı. Gerçi dinleyici kitlesinin bu kadar çok olmaması onların da pek umurlarında değil gibiydi. Amaçları bildikleri birkaç besteyi çalıp henüz ülkemizde tam oturmamış sokak kültürüne katkıda bulunmaktı.
Sırtımı bankanın duvarına yaslayıp yanlarına oturmuştum. Kahvemi kenara koyup yanında bir sigara yaktım. Her çaldıkları parçadan sonra “Bravo…” diye alkış tutup milleti gaza getirmeye çalışıyordum. Fakat insanların dikkatini çekmek için bu da yeterli olmuyordu. Hatta müzisyenler bile bu durumu garipsemişti. Onların dikkatini dağıtmamak adına sessizce dinlemeye koyuldum. Elime telefonu alıp sosyal medyadan bir hikâye paylaştım.
“Ah be şurada tango bilen biri olacaktı şimdi… ”
Kahvem bitmek üzereydi. Buradan ayrılmadan önce aklıma son bir şey geldi. Klasik müzik çalan bir gruptan istek istemek onlar için tuhaf olacaktı ama çalarlarsa hem ben mutlu olacaktım hem de onlar. Çaldıkları parça bittiği anda arkalarından seslendim,
“İstek isteyebiliyor muyuz?”
Keman çalan kız bana döndü ve tuhaf bakışlarıyla birlikte beni süzerken,
“Maalesef, sadece repertuarımızdan çalıyoruz.”
Yanındaki çello çalan çocuk biraz daha ılımlıydı. “Belki bildiğimiz bir parça isteyecek.” diye kulağına fısıldadı. Kız isteksiz de olsa tekrar bana dönerek, “Hangi parça?” diye sordu.
Bu kadar zahmet etmesine gerek yoktu gerçi isteyeceğim parçayı çalabileceklerine emindim. Neyse ki yanında o çocuk vardı.
“Por una cabeza” diye seslendim.
Çello yavaştan melodiyi girdi. Kız da kemanla ona eşlik etmeye başladı. Kahvemi hafifçe kaldırıp teşekkür ettiğim sırada yoldan geçen Beril’i gördüm. Elinde telefonla birisi ile konuşuyordu. Yerimden fırlayıp önünü kestim. Elinden tuttum.
“Dur tango yapmalıyım şuan sonra ararım.” Deyip telefonu kapattı.
Sol ellerimiz havada birleşti. Birbirimize sarılarak müziğin ritmini yakalayıp tangonun ilk adımlarını atmaya başladık. Kaldırımın üzerinde müzikle birlikte dönüyorduk. Bir anda etrafta bir çember oluşmuştu. İnsanların yüzleri ve yoldan geçen arabaların farlarını hayal meyal hatırlıyorum. Kulaklarımda sadece müzik ve kollarımda Beril vardı.
“Por una cabeza, de un noble potrillo
Que justo en la raya, afloja al llegar…”
Müzik bir alçalıp bir yükselirken biz de onun ritmiyle beraber figürlerin arasında salınıyorduk. Hiç bitmesini istemediğim bir an olmasına rağmen tek parçalık bir zamanımız vardı. Son notayla birlikte alınlarımız birbirine hafif dokunur şekilde sarılmış kaldırımın ortasında kalmıştık. Müzik bitmişti fakat bu büyülü an bitmemiş gidiydi.
İzleyicilerden bir alkış tufanı koptu. Omzuma dokunan elle kendime geldim. Çellocu çocuktu dokunan,
“Harikasın. Teşekkür ederiz.”
Etrafımdaki insanlar alkışlamaya devam ediyordu. Yavaşça hepsi yürüyüp yollarına devam etti. Onu göremeyince çellocu çocukla yüz yüze geldim.
“Ne oldu?”
“Beril…”
“Beril de kim?”
“Az önce dans ettiğim kız”
“O kahvenin içine ne koydun bilmiyorum ama iyilik perisi senden yana. Al bakalım bir sonraki kahven de bizden olsun.”
Çocuğun elime sıkıştırdığı bozukluklara bakıp tekrar önlerinde duran keman kılıfının içine attım. Arkamı dönüp yürüyerek oradan uzaklaşmaya başlamıştım. Arkamdan bağıran çellocunun sesi rüzgâra karışıp kulağımdan hafifçe siliniyordu.
“Eğer birlikte çalışmak istersen biz haftada iki gün buradayız…”
Eğer Beril’in bir peri olduğunu bilseydim o an da sonsuza kadar kalmayı dilerdim.
Zaten yalnızdık iyice yalnızlaşmıştık şu hayatta.
Kısa, öz ve sevimli bir öykü olmuş. Hem zamana hem de öykü temasına çok güzel uymuş. Kedilerin isimlerinin mantığına bayıldım. Okurken kulaklarımda Por Una Cabeza çaldı ki zaten adından ötürü açtım öyküyü. Birkaç imla hatası dışında yazım da hoştu ki onlar da gözden kaçmıştır muhtemelen. Iyi ki de okumuşum. Kaleminize sağlık.
Merhaba, ne güzel bir öyküyü tadı damağımda kaldı. Kısa olmasına rağmen çok güçlü bir etkisi vardı bence. Çok etkilendim. Elinize sağlık.
Öyküyü beğendiğiniz ve güzel yorumunuz için teşekkür ederim.
Beğendiğiniz için memnun oldum. Bir şarkıya sığdırılacak bir öykü ancak bu kadar oluyor ama umarım ilerde tango dolu bir romanla yeniden buluşuruz.
Merhaba @ukant,
Temiz, gerçekçi, buruk ama aynı zamanda umut aşılayan bir öyküydü. Verdiği bir mesajdan çok, okuyucuyla tatlı bir dertleşme gibiydi de…
Klasik müzik grubunun üyeleri de ete kemiğe bürünmüştü. Bir iki -de ayrımı dışında imlası da başarılıydı.
Elinize sağlık.
Gelecekteki seçkilerde görüşmek dileğiyle…