Kaç yaşında olduğumu bilmiyorum, muhtemelen yaşlı dünyanız kurulduğundan beri buralardayım. Hesap kitap bilmem ben. Beni tanıma şerefine nail olduğunuzda tabii ki de dünyanın en bahtlı insanlarından biri olduğunuz için tanrıya şükredeceksiniz. Sanmayın başka kimse tanımaz beni, tabii ki ölümlülerin bir çoğu tanır lakin öyle kolay kolay konuşmam, muhatap olmam kimseyle. Kimi zaman ölümdür adım, kimi zaman hayat. Kimi zaman bembeyazım, kimi zaman su buharı. Aşağılara kolay kolay inmem, en çok ikamet etmeyi sevdiğim yerler yüksek zirvelerdir. Lakin inersem de varlığımı hissettirmesini bilirim tüm fanilere. Güneşle aram olmadığı doğrudur ama siz ağustos sıcağında kan ter içinde yanarken ben zirvelerin daim bekçilerini zalim güneşin o yakıcı sıcağından korurum. Hatta o kadar lütufkarım ki arada sevgili dostum rüzgarla birlikte siz tuhaf fanilere bile ihsanlarda bulunabilirim. Bensiz hayat, yapraksız ağaç, çiçeksiz papatya gibidir deyim siz gerisini anlayın. Hadi sizi uzun süredir ikamet ettiğim bir yere götüreyim. Orada bir canlı türünü tanıyalım, onların garip hiyakesini bir çocuğun gözünden dinleyelim. Belki o zaman biraz daha alışırsınız bana.
Merhaba ben Straus, benim doğduğum topraklarda ilk baharın ılıklığını ve neşesini, yazın yakıcılığını ve huzurunu, sonbaharın serinliğini ve hüznünü, kışın hiç gitmeyecekmiş gibi yüzünüze çarpan ayazını ve donduruculuğunu adam akıllı hisseder ve yaşarsınız. Olympos Tanrıları’nın taht kurmayı akıl edemedikleri, belki de azametinden korktukları, geçmişte öfkesini kusmaktan da çekinmemiş, yaz, kış her daim bembeyaz gelinliğiyle kimi zaman kapalı muhafazakar, kimi zaman çılgın dekolteli bir gelin gibi pozlar veren ve aşıklarından hiç birinin ona sahip olamadığı, görenin dönüp bir daha bakmaktan kendini alıkoyamadığı Anadolu’nun en yüksek zirvelerinden birinin eteklerinde yaşıyordum bir zamanlar.
Atalarım buradan önce yaşadıkları bölgede yaşanan kuraklık ve mevsimsel değişimlerden dolayı yaşadıkları bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlar ve aylar süren yorucu bir yolculuk sonunda gelmişler bu yüce dağın eteklerine. Yoculuk sürecinde insanlardan uzak durmak adına sürekli gece yolculuk yapan ve kuzeye doğru ilerleyen atalarım Kapadokya bölgesinde mola vermişler. O gün güneş ağır ağır evine doğru çekilirken mağaradan çıkan büyük dedem çok uzaklarda beyazlar içindeki muhteşem dağı görmüş. Arayış içinde olan ailem soluğu bu yüce zirvenin eteklerinde almış bir kaç gün içinde. Eteklerine geldikleri ev sahibi hırçın ve acımasızmış, özünde yabanilik ve yalnızlık olduğundan hoş karşılamamış misafirlerini. Meşhur soğuğu ve ayazyla bizimkilere göz dağı vermek istemiş. Çaresiz olan atalarımı çok da etkilememiş onun bu davranışları. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte etrafı kolaçan etmişler, insanların bu kadar yükseklerde yaşamadıklarına kanaat getirince da yüce dağın etrafında bulunan derin mağaralara yerleşmişler.
Uzun yıllar bölgede huzur içinde yaşamış ailem. Bende o yüce dağın eteklerinde dünyaya gelmişim. Zamanla yüce dağın büyüsüne kapılan insanlarda adım adım bu yüksek zirvenin eteklerine yerleşmeye başlamışlar. Onların bizden farkı daha kısa boylu, tüysüz olmaları ve bulundukları yerleri sahiplenmeleri olarak adlandırılır bizim lisanımızda. Babam bizim insanla goril arası bir varlık olduğumuzdan dem vurur dururdu ki bundan dolayı olsa gerek insanlar hiç bir zaman saldırılacak bir varlık ve av olarak görülmemişti ailem tarafından. Onların etrafa köyler yapması, kendilerine ait küçük binalar inşa etmeleri bizimkileri huzursuz etse de genelde geceleri avlanmaya çıkan ailem bunu çok da önemsemedi o zamanlar. Çünkü onlara karşı daha güçlüydük ve kendimizi savunabilirdik. Derimizi kaplayan kürklerimiz bizi soğuktan korumanın dışında doğanın diğer tehlikelerine karşı da koruyordu. Ayaklarımızın büyüklüğü hızlı koşmamızı sağlıyordu ama bundan dolayı koca ayak adını taktıklarını biliyorduk insanların bize. Yerine göre günlerce aç ve uykusuz kalabilirdik. O zamanlar insanlarla yolu kesişen bir kaç Yeti, insanların bize karşı kurtlara, ayılara, yabani hayvanlara verilen tepkileri vererek korktuklarını ve ellerinde bulunan ismini bilmediğimiz tuhaf sesler çıkaran aletler kullandıklarını söylediklerinde ailem ilk bahar aylarında bölgeden ayrılmamızın doğru olacağına karar verdi. Uzun ve yorucu bir göç başlayacaktı. O zamana kadar yapılacak şey ise insanları görünce hızlı ve sessice oradan uzaklaşmak olacaktı.
O günün ailem ve insanlar için bir milat olacağını, ne ilk uzun av macerasına çıkacak olan Sakara, ne de babası Yeti bilmiyorlardı. Güzel bir kar yağmıştı ve Sakara artık kendini kanıtlamak istiyordu. Babası Yeti ile gecenin en siyahında tüm canlılar uykudayken yollara düşmüşlerdi. Mehtap onların yollarını aydınlatıyordu aydınlatmasına ama beyaz ölüm onların yanıltmıştı ve ters istikamette ilerlemelerine neden olmuştu. Bir süre sonra peşine düştükleri Karaca çok yaramaz ve dinrençli çıkmış onları kilometrelerce oradan oraya sürükledikten sonra teslim olmuştu. Küçük Sakara gururluydu çünkü yaşına göre gayet iyi bir av başlangıcı yapmıştı. Dönüşte av bütün aile üyeleriyle birlikte afiyetle yenirken o da onore edilecekti. Güzel bir av hayvanı yakalamanın verdiği keyif yorgunluklarını unutturmuştu. Ağır ağır ilerlerken insanların yaşadıkları köyün dibine geldiklerini fark eden Yeti irkildi irkilmesine ama bekçi onları çoktan fark etmişti. Köy bekçisinin bir kaç el ateş etmesiyle hızla hareket ettiler ve can havliyle kaçmaya başlamışlar. Bir süre sonra bekçiyi atlatıklarını düşündüklerinde koşacak dermanları da kalmadığı için yürüyerek yollarına devam etmişler. Onlar tehlikeyi atlattıklarını düşünürken bekçi tüm köyü ayağa kaldırıp bir araya getirmiş ve sinsice yanındaki köylülerle onları ayak izlerinden takip etmeye başlamışlar. Yeti ve Sakara insanların homurtularını ve bineklerinin ayak seslerini duyunca yeniden hızlanmışlar, avladıkları Karacayı da arkalarında bırakıp kaçmaya başlamışlar. Ancak insanların onların peşini bırakmaya niyetleri yokmuş. İnsanlar bir yandan ateş ederek bir yandan bağırarak üzerlerine gelirken küçük Sakara korkudan tir tir titriyormuş . Yeti bir mucizeden başka bir şeyin onları kurtaramayacağını biliyormuş. Uzun uzun yüce dağa bakmış belki bir şeyler yapar umuduyla. Ama yüce dağın umurunda bile değilmiş Yeti’nin feryat ve figanı. Mucizeden umudunu kesen Yeti insanlara dönüp bir iki hamle yapmış, hamlesiyle bi kaç hayvan ürküp köylüleri üzerilerinden atsalar da insanlar pes etmemişler. Onların silahlarından çıkan kurşunlarından biri Sakara’nın gözüne gelince küçük Sakara olduğu yere düşüp ölmüş. Yeti oğlunun vurulmasıyla çılgına dönmüş. Çığlıklar atarak oradan uzaklaşmak zorunda kalmış. İnsanlar küçük Sakara’nın etrafını akbabalar gibi sardıklarında Yeti tanrılara dünyayı yok etmeleri için yalvarıyormuş. Kendisi de yaralanmış olan Yeti’nin peşine düşmemiş insanlar. Yeti mağaramıza geldiğinde bir şeylerin ters gittiğini anlamak için soru sormaya bile gerek yoktu. Çünkü kan içindeydi bütün bedeni ve olduğu yere yığılıp kaldı.
Yeti bir kaç gün sonra kendine geldiğinde olanı biteni anlattı aileme. Artık insan denen varlıkla büyük savaş başlıyordu. Gün intikam günüydü. Karar verildi gece baskını yapılacak insanların her biri en acımasız şekilde cezalandırılacaktı. İntikamın hemen ardından da bir daha gelmemek üzere yola çıkılacaktı. O gece insanların köylerine vardığımızda in cin uykudaydı. En gafil anlarında girdik köye. Köyün girişinde bekçinin kaldığı yerin kapısını kırdık önce. Onu Yeti ye bıraktılar. O zaman anladım ne kadar vahşileşebileceğimizi. Yeti adamın bütün kemiklerini kırdı. Sonra bütün parçalarını tek tek koparmaya başladı. Bekçinin bedeninden kanlar fışkırırken inlemeleri tüm köyü sarmıştı. Adam inledikçe yeti daha çok zevk alıyordu. Ne kadar süre daha onla uğraştı hatırlamıyorum ama diğer evlerinde tek tek kapıları kırıldı ve cezaların en ağırı ile cezalandırıldı o gün insanoğlu. Yakın köylerden çığlık seslerini duyan insanların silahlarını ateşleyerek köye yaklaştıklarını fark ettiğimizde gitme vaktinin geldiğini anladık. Yeti gözleriyle gelmeceğini ifade ettiğinde ona ısrar etmememiz gerektiğini söyledi büyüklerimiz. Yeti oğlu Sakara’dan ayrılmak istemiyordu. O huysuz dağın eteklerinde kalacaktı, belki de küçük oğlunu yalnız bırakmak istemiyordu.
Yola çıkarken kimse hırçın dağa dönüp bakmadı bile. Sanki orada hiç yaşamamıştık ve her birimiz çok küskündük ona. O günden sonra aylarca kuzeye yolculuk yaptık ve buzulların sınırına kadar geldik. O gün babam oradan ayrılırken en huzurlu yaşam insanların içinde olmadığı yaşamdır demişti. İşte biz koca ayakların yaşamından bir kesit sizlere.
Sevgili dostlar Yetinin hikayesini Straus’un ağzından dinledik. Yeti sevmese de ben o yüce dağı hala çok seviyorum ve kış yaz oralardayım. Yolunuz düşerse beklerim. Yolunuz düşmesse de tanrıya dua edin ki ben size geleyim ama ne olur öldürmeyin, zarar vermeyin. Ben beyazken daha güzelim.
Biraz geç yorum yazıyorum. Daha önce başlamıştım öyküye ama bölününce tekrar dönüş yaparım diye ertelemiştim.
Kurgu biraz klişe gelse de anlatımınız samimi ve akıcıydı. Günlük okuyormuşum gibi hissettim, okumaktan keyif aldım. Öykünün masalsı yanı beni daha bir içine çekti. Birkaç yerde de kelime hatası vardı, dikkatinizden kaçtı sanırım.
Öyküyü zaman ayırıp okuduğunuz ve yorumladığıniz için çok teşekkür ediyorum. Bu platformda yapılan bu yapıcı yorumlar gerçekten çok kiymetli. Kelime hataları malesef. Aslında çok yaratıcı bir öykü de olmadi ama uzun süredir yazamamak insanı tuketiyor sanırım…
Öykümü zaman ayırıp okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim Gurlino. Seçki de uzun bir aradan sonra yazabilmek gerçekten mutluluk verici.