Çocuklukla beraber kaybolan tüm tahta kılıçlara ithafen…
Bisiklet tekerleklerinin hala bir arada döndüğü, çocuk bağırtılarının martılar gibi sayısız ve gür olduğu zamanlardı. Tam ortasında yüksekçe bir tepenin bulunduğu, bu tepenin üzerinde de yarı yıkık tek katlı bir binanın olduğu Orta Mahalle kendi hengâmesinde savrulup gidiyordu. Orta Mahalle’nin tepesinde yer alan bu binaya hem oradaki hem de civar mahallelerdeki çocuklar “Kale” diyordu. Çünkü orası uzun çocukluklar boyunca -ki kum taneleri kadar sayısızdı- tahtadan kılıçları ve kalkanlarıyla mahallelerini müdafaa eden cengâverlerin kalesiydi. Hem bazı aileler arasında tartışmalı hem de bürokratik açıdan sıkıntılı olduğundan o bina haricinde tek çivi çakılamamış bir yerdi. Yıllarca çocuklar haricinde sahiplenen olmamıştı. İki taraftan kanalizasyon ve sulama kanalı geçtiğinden aslında oralılar için bir ada mahiyetinde olan o yere iki demir parmaklıklı köprü haricinde geçiş yoktu.
Bir gün önceden kararlaştırıldığı üzere sabah erkenden gelen iki asker kaleye girerek bayraklarını tepeye çekmiş, nöbet yerlerinde krallarının gelişini beklemeye başlamışlardı. Üzerine kömürle basit bir kale resminin çizilmiş olduğu kirli beyaz bir havlu olan bayrak rüzgârda dalgalanırken nöbetçi de bakkaldan çiklet kâğıtları biriktirerek aldığı dürbünüyle mahalleyi gözlemlemekteydi. Sırasıyla Tepe Mahalle tarafına, Yeni Mahalle’ye ve Aşağı Mahalle’ye bakıyordu. Ada’nın ötesindeki mahallelerin nice cengâverin elini kolunu sallayarak giremeyeceği yerler olduğunu, oradaki savaşçıların da her daim adada gözü olduğunu her biri biliyordu. Bir anlığına gözü tepesinde dalgalanmakta olan bayraklarına kaydı. Yapıldığı zamanı ve yapan kişisinin çoktan unutulduğu, sayısız kraldan el aldığı kadim bir emanetti. Korumak üzere yemin ettikleri üç şeyi anımsadı: Kral, Kale ve Bayrak! Mahallelerde belli bir yaşa gelen her çocuk kılıç sahibi sayılır ve isteği halinde kılıç sahibi olarak kabul edilerek bu üçünü korumak üzere ant içerdi. Kılıç sahibi cesaretini kanıtlayıp nam salarsa komutan olarak seçilirdi. Bir sonraki kral adayı komutanlardan seçilirdi.
Gözcü yeniden elindeki dürbünle etrafı kolaçan ettiği sırada, Aşağı Köprü’ye doğru yaklaşmakta olan bir kalabalık gördü. Sekiz kral önce yaşandığı hala anlatılan, dört kişiyle koca kaleyi sayıca fazla düşmana karşı müdafaa etmeyi başardıkları Kral Cengiz Savunması Destanı’nı anımsadı. Gelenlerin kendi askerleri olduğunu görünce rahatladı. Sekiz asker kalkanları, kılıçları ve tahtadan mızraklarıyla nizami ve mağrur bir şekilde uygun adım yürümektelerdi. Başlarında da hükümdarları Kral Rüzgâr vardı. Kralın başında diğer krallardan yadigâr, çöpten ezkaza bulunarak taç yapılmış, kısmen kararmış gümüş bir şekerlik her adımda sallanıyordu. Bot ipiyle sıkı sıkıya çene altından bağlanmış tacın uzun adı: “Ada Krallarının Tacı”ydı. Sırtında eski krallardan yadigâr, “Ada Krallarının Kılıcı” asılıydı. İki elle savrulabilen ve ilk kraldan beridir kırılmamış bu muazzam silah sadece boyutu ile değil, siyah plastik bant ile sarılmış kabzası ve kabzanın topuz kısmına çakılmış bir halkanın ucunda sallanan çoktan kapanmış bir bankanın demirden arması ile ayırt ediliyordu. Belinde de kendisinin kılıç taşımaya başladığı zamanlardan kalma daha kısa tahta kılıcı vardı.
Kral ve askerleri köprüye yaklaşırken gözcü kapının hemen önünde bekleyen bekçiye seslendi: “Kral geliyor!”
Bekçi kim bilir hangi kral devrinde mahalledeki okulun bandosundan aşırılmış, sayısız savaşa girip çıkmasının sonucunda kısmen çentikler ve eğrilikler kazanmış ancak hala ses verebilen borazanı çıkarıp tüm gücüyle üflemeye başladı. Kral Rüzgâr köprüyü geçip kalenin önüne gelene dek üflemeye devam etti. Kralla göz göze gelince üflemeyi bırakıp haykırdı: “Kale halkı kralı selamlar!” Gözcü de her sabah kendisinden önceki gözcülerin yaptığı gibi krala seslendi: “Herhangi bir düşmana yahut şüpheli harekete rastlamadık kralım!”
Kral Rüzgâr kapıyı açıp içeri girer girmez adamlardan ikisi kapının iki yanına, bir diğer iki tanesi de içerideki tahtadan merdivene tırmanarak tepedeki nöbet yerlerine çıktılar. Kral diğer krallardan yadigâr belki de yetmişlerden kalma olup sokağa atılmış yarı çürük bir koltuktan başka bir şey olmayan tahtına kurulur kurulmaz askerlerden biri üstünde çiçek desenleri olan ancak kendilerinin flama kabul ettiği duvara asılı büyükçe bir örtünün önünde duran demirden dolabın kilidini açtı. Eski krallardan kalma siyah kapağı çoktan aşınmış bir defteri çıkararak kralın önünde beklemeye başladı. Âdet olduğu üzere sayım yapılacaktı:
“Cephane durumumuz nedir?”
“Majesteleri, son birkaç aydır savaş olmadığından sabit. Yeterli sayıda torpil, kız kaçıran ve füze mevcut.”
“Silah durumumuz nedir?”
“Majesteleri, herhangi bir arıza, onarma gerektiren kalkan ve miğfer yok. Kılıçlar ve mızraklar da sağlam. Mevcudumuza göre fazladan kalkan, mızrak ve miğfer bile var.”
Kral bu yanıtı alınca içi buruldu. Günden güne eriyen ordusundan kalanlardı. İçinin sıkılacağını bile son soruyu sordu: “Mevcudumuz nedir?”
“Majesteleri, siz ve on askerle birlikte on bir kişi…”
Kral Rüzgâr’ın canı iyice sıkıldı. Yaşına rağmen kendisini bunalıma sürükleyen bir sabah rutini haline gelen sorular, büyümek istememesine rağmen ona büyüklerin yaptıkları sıkıcı şeylerin ruh halini anımsatıyordu. Pencerelerden gelen aydınlıkta orada bulunan askerlerine tek tek baktı. İçinden: “Kala kala 11 kişi…” diye geçirdi. Adamlarının çoğu yeni yeni kılıç savurmaya başladığından henüz komutan seçmeye fırsatı dahi olmamıştı. Zaten kendisi de Kral Ercan’ın tacı bırakmasından sonra alelacele tahta çıkmıştı.
Eğer bir kral yaşı biraz fazla büyüdüyse yahut tayin ve benzeri gerekçelerle başka bir yere taşınması icap ederse görkemli bir cenaze düzenlenirdi. Askerler toplanır, törenle mahallenin fırınının yakınındaki boş arsaya kralın kalkanının üzerinde cenazesini taşır gibi tahta kılıcını taşıyarak gider ve törenle kralın savaş meydanına girerken taşıdığı hususi kılıcı kırılarak buraya yani “Tahta Kılıçlar Mezarlığı”na atılırdı. Daha sonra krallık kılıcı törenle komutana devredilir, eski kralla vedalaşılırdı. İşte Kral Ercan’ın cenazesinden sonra kendisi de alelacele tahta çıkmıştı.
Geçmişin düşlerinden sıyrılan Kral defteri taşımakta olan askere son soruyu sordu: “Son kayıplarımız ne kadar ve gerekçeleri ne?”
“En son iki gün önce altı adam kaybettik majesteleri. Bir kısmı inşaat muhabbetine başka başka yerlere gittiler.”
“Diğer kısmı?”
“Büyüme muhabbeti. Daha çok cadıların büyüsü yüzünden majesteleri!”
Cadıların bahsi geçince orada bulunan her birinin tüyleri diken diken oldu. Bir tek kralın tarifsiz hüznü derinleşti. Tahta kılıçlı savaşçıların belki de en korktuğu şey cadılardı. Yani belli bir yaşa geldikten sonra nükseden ve cazibeleri nedeniyle “kızlara rezil oluruz” korkusuyla tahta kılıçlarını terk etme ihtimaliydi ki çoğu eşsiz savaşçı bu şekilde hiçliğe karışmıştı. Kral hayıflandı ve kendisinin de kalbini kaptırdığı Tahta Kılıçlar Mezarlığı’nın yan tarafında oturan, ekmek almaya giderken pencereden gördüğü o cadıyı anımsadı. Onlar farklı bir âlemin varlıklarıydı. Evcilik ve dansa davet haricinde dünyalarında tahta kılıçlara pek yer yoktu. Tahta kılıçla oynamaya kalkan kendi hemcinslerini dahi dışlamaktan çekinmediklerinden tahta kılıçlar en çok çekindikleri şeydi. Kral Rüzgâr her şeyin ötesinde onların büyümeyi ve çocukluğun ölümüne dair birçok şeyi temsil ettiklerini düşünürdü. Eğlenerek yapılan her eyleme tiksinti ve aşağılamayla bakarlardı. Kendisinin de yaşı ilerlediği halde tahta kılıç savurmaya devam etmesinin üzerindeki ağırlık baskısını gittikçe arttırmıyor muydu? Bu baskıda en fazla rol oynayan fırının oradaki evden kendisini aşağılamayla seyreden bir çift göz değil miydi?
Daldığı düşüncelerden sıyrılan kral aklına korumak üzere yemin ettiği ada ve kralların kılıcını düşünerek elini kaldırdı: “Sayım tamam. Şimdi genel toplantı zamanı. Son birkaç günde askeri hareketlilik ne yönde?”
Elbette yegâne kılıçlılar kendileri değildi. Orta Mahalle’nin yukarı taraflarında yer alan Tepe Mahalle, aşağı taraflarındaki Aşağı Mahalle ve bir dönemlerin yeni konutlarının kurulduğu Yeni Mahalle’de, her bir yerin özelliklerine haiz başka gruplar vardı. Defteri taşıyan asker boğazını temizledi:
“En yoğunu Aşağı Mahalle tarafında.”
“Bisikletliler! Konar göçer tehlike!”
Kendilerine ait bir kale olmayan ancak toplu halde saldırıp diğer mahalleleri tehdit eden yegâne unsur Bisikletliler’di. Tarihin tozlu sayfalarında kalmış Tatarlar ve Kozaklar misali durağan olmayan bu grup Aşağı Mahalle tarafındaki arsalara hükmederdi.
“Majesteleri ancak bize yönelik bir tehlike yok. Genelde başka taraflara hareket ediyorlar. Yeni bir yer arar gibi.”
“Şaşırtmaca olabilir. Başka?”
“Yeni Mahalle tarafı sabit.”
Yeni Mahalle. Çoğu toplu konut, site sakini olan ve tahta kılıçların yanı sıra son moda boncuklu tabancalara ve su tabancaları da taşıyan çocuklardı. Sitelerin bitimindeki bir inşaat barakasında üslenmişlerdi.
“Nasıl sabit?”
“Mevzilerini koruyorlar ve sayılarında değişme yok. Uzun zamandır saldırı da gerçekleştirmiyorlar. Şaşırtma amaçlı birkaç taarruz yaptık ama savunma atışlarıyla karşılık verdiler.”
Askerlerden biri söz aldı: “Kralım acaba kendi aralarında bir ittifak yapmış olmasınlar?”
“Sanmam. Bisikletliler başına buyruktur. Efsanevi Kral Faruk zamanından beri kimseye boyun eğdiklerini görmedim.”
Böyle deyince her biri krala imrenerek baktı. Zira Kral Rüzgâr bir askerken onun ordusunda kılıç sallamıştı. Tüm mahallere onun zamanında hükmedilmiş, diğer mahallelerin hâkimleri Ada’ya gelerek ona tabi olmuşlardı. Kral da askerleri gibi düşlere daldı. Onun zamanında kılıç sallayanlardan düşmanları dâhil bir-iki kişi kalmıştı. Kral Faruk’un cenaze töreninde bulunan diğer mahalle birliklerini ve sırf kendilerinin sahip olduğu kalabalığı hatırladı. Boru ve zillerle, teneke davullarla uğurlarken kralı bir kısmı gözyaşlarını tutamamıştı. Kral Faruk’un gidişi efsaneler çağının bir anlamda bitişi olmuştu. Zira kılıçlıların sayısı azalmaya başlamıştı. Sadece inşaat söylenceleri nedeniyle başka mahalleye taşınanlar ve “kızlara rezil oluruz” korkusunun artması etkili değildi. Bilgisayarların evlere girmeye başladığı, insanların daha az sokağa indiği bir çağın eşiğindelerdi.
Kral Rüzgâr askerleri ve kendisini daldıkları düşlerden çıkardı: “Burayı hedef olarak görmüyorlar. İnşaat söylenceleri yüzündendir. Başka?”
“Tepe Mahalle’de hiç hareketlilik yok.”
Kral şüpheye düştü. En azılı rakipleri tepe mahallede bulunan ve belediye değiştirmediği için paslı haliyle kalıp oranın çocuklarının kale haline getirdiği yerdeydi. En şiddetli çatışmalar iki tepe arasında cereyan eder, çatışma olmasa da karşılıklı füze ve torpil atışları yapılırdı. Kral şaşkınlıkla sordu:
“En son ne zaman saldırdılar?”
“Haftalar önce bir füze atışması oldu. Ancak birkaç haftadır tek bir askerlerini bile görmedik. Zaten mahalle de boşalmış gibi pek kimse yok sanki.”
“İşte bu tuzak olabilir!” diyen kral bir anda ayağa fırladı. Çiçekli örtünün karşı duvarına çizilmiş kömürden mahalleler haritasının başına giderek belindeki kayıştan çektiği tahta kılıcı mevziler üzerinde gezdirdi: “Bunu bir fırsat olarak değerlendirip mahallelerin üstündeki, kendi üstümüzdeki ölü toprağını atacağız! Bunun da ötesinde bir amacım var. Yeniden tahta kılıçlılar meydanlarda koşturacak!”
“Ne yapacağız kralım?”
“Çocukları, kalanları meydana çekecek ve bununla birlikte yeniden Ada’yı mahallelere hükmeder hale getireceğiz!”
Hepsinin nutku tutulmuştu. Askerlerden biri: “Kral Faruk’un kehaneti!” diye söylendi. Dört mahallenin hâkimi efsanevi Kral Faruk, Orta Mahalle’deki Kale’nin eski sahiplerindendi. Krallıktan ayrılmadan önce kendi üzerinde taşıdığı dört özel eşyayı hâkimlere bırakmış, tekrar bir araya getirebilenin tüm mahallelere hâkim olacağını söylemişti. O emanetlerden biri, su haznesi olmayan plastik taşlı bir su sıkma yüzüğü Kral Rüzgâr’ın parmağındaydı. Haritayı işaret etti: “Diğer emanetleri toplayacağız!”
“Ama bunu Kral Ercan bile yapamadı!”
“Hâkimiyeti yetmedi. Ben yapacağım! Bizden bir saldırı beklemiyorlar, hatta belki de kendileri saldıracaklar. Bilemiyoruz. Ancak biz ummadıkları şeyi yapacağız. Hem saldırıp tarumar edeceğiz, hem de emanetleri ele geçirip hükmedeceğiz! Çocuklar yeni bir dönemin çağrısına uyup gelecekler…”
“Peki ya inşaat? Kentsel zımbırtı? Buraları dümdüz edeceklermiş…”
“Söylenti! Burası hala mahkemelik, tek çivi çakmak bile yasak. Büyüklerden duydum zamanında. Neyin inşaatı olacakmış? Biz hükmedeceğiz! Önce Tepe Kale’ye saldıracağız. En azılıları onlar. Ardından Bisikletlilerin üzerine yürüyeceğiz. En son yeni mahalleye!”
“Kralım, Tepe Mahalle belki sayıca az. Ancak biz de azız. Bisikletliler’de on beş bisiklet olduğunu biliyoruz. Yeni Mahalle’nin sayısı hala yirmiye yakın! Sadece dokuz kişiyle mi emanetleri bir araya getireceğiz?”
“Elbette. Hem planım sadece bu değil. Hâkimiyetin ardından içinizden seçtiğim valileri lider olarak atayacağım. Mahalleleri birleştireceğim! Bunu Kral Faruk bile yapamamıştı, ben yapacağım! Herkes silahlansın. Önce Tepe Mahalle’ye sefere çıkıyoruz!”
Tahta kılıçlılar kalkanlarını ve mızraklarını kontrol ettikten, yanlarına yeterli sayıda cephane aldıktan sonra dışarıda toplandılar. Yukarı Köprü’ye doğru uygun adım yürüyüşe geçtikleri esnada kapı bekçisi borazanıyla onların ardından savaş nağmesiyle Ada’nın etrafını inletiyordu. Tahta kılıçlılar Yukarı Köprü’yü geçtikten sonra dik bir yokuşa saparak Tepe Mahalle’nin yolunu tutmuşlardı. Her biri olmadık bir yerden fırlayıp saldıracak bir Tepe Mahallelinin saldırısına karşı kalkanlarını hazırda tutuyor, mızraklarını savurmak üzere tetikte yürüyorlardı. Ancak boş pencerelerden ve atılmış eşyalardan başka hiçbir şey yoktu. Askerlerden birisi sesli bir şekilde söylendi: “Burası Tepe Mahalle değil, mezarlık olmalı…”
Yokuşun düzleştiği yerde Tepe Kale’yi gördüler ancak kule kısmında bayrağın olmadığı, demirlerine çakılmış tahtaların söküldüğü bir harabe olarak bulunca hayli şaşırdılar. Tepe Kale’ye yaklaştıklarında bir çocuk yanında biri uzun iki tahta kılıçla ve katlı bir halde duran kırmızı masa örtüsüyle –Tepe Kale’nin efsanevi bayrağıyla- birlikte kalenin demir merdivenlerinde oturmaktaydı. Yüzünde üzgün bir ifade vardı. Kral Rüzgâr sordu:
“Buraya ne oldu? Askerleriniz nerede?”
“Gittiler. Taşındılar. En son ben kaldım.”
“Kralınız?”
“O da gitti. Cenaze olmadan alelacele. Kılıcını evlerinin önünde buldum günler önce, boşaltmışlardı. Kimsecikler kalmadı, çünkğ geliyorlar! Gidip Tahta Kılıçlar Mezarlığı’na atmaya üşendim, burada durup son kez arkadaşlarımı hayal edip bu yerde bırakacağım sanırım.”
Kral Rüzgâr’ın içi titredi. Yine de askerlerinin karşısında geri adım atarmış gibi görünmek istemediğinden seslendi: “Ben Ada Kale’nin hükümdarı Rüzgâr! Efsanevi Kral Faruk’un sizdeki emanetini talep ediyor ve bize bağlılık yemini etmenizi emrediyorum.”
Çocuk kucağındaki eşyaları yere atıp bezgince ayağa kalktı. Cebinden eski tip iskelet anahtarlıklardan birini çıkararak Rüzgâr’ın eline bıraktı: “Tepe Mahalle yok oldu. Bu mezarlığa ve hayaller ordusuna nasıl hükmetmek istiyorsan öyle hükmet.”
Çocuk arkasına bakmadan evlerine doğru gözyaşlarını silerek koşar adım giderken Kral yere attığı tahta kılıçlara ve bayrağa baktı. Yerden kaldırarak: “Bizimle yıllar boyunca kahramanca çarpıştılar. Onlara kralları misali bir cenaze düzenleyelim. Tahta Kılıçlar Mezarlığı’na iniyoruz. Oradan da Aşağı Mahalle’ye geçeriz. Bisikletliler’in bozkırlarına!”
Askerlerden birinin kalkanını hemen tepsi vaziyetinde taşımaya başlayarak iki tahta kılıcı ve bayrağı üzerine yerleştirdiler. Uygun adım Ada’ya doğru inerlerken onların cenaze kalkanı taşıyarak indiğini gören gözcü bekçiye haykırdı: “Cenaze borusunu çal!” Bekçi bu direktifi alır almaz hayli hüzünlü ve sayısız çocukluğun koşturan ayak patırtılarını her dinleyişlerinde kendilerine hissettiren cenaze ezgisini üflemeye başladı. Kral Rüzgâr askerleriyle uygun adım kalenin yanından geçerek aşağı köprüye yöneldi. Fırının oraya doğru giderlerken içi sıkıldı ama yine de yaptığı şeye gösterdiği saygı sıkıntısını bastırıyordu.
Fırıncının yan bahçesindeki “Tahta Kılıçlar Mezarlığı” cenazeler haricinde diğer savaşçıların da meydanlardan ayrılacakları zaman gelerek tahta kılıçlarını ve kalkanlarını kırıp bıraktıkları yerdi. Bu nedenle diğer savaşçılar oranın yakınlarından geçerken kadim savaşçıların hatıralarına hürmeten selam verip öyle geçerledi.
Fırıncının yan tarafındaki bahçeye geldiklerinde kral kılıçlardan birini eline alıp askerlerine seslendi. Bahçenin diğer tarafındaki beş katlı apartmanın birinci kat pencerelerine bakmamaya çalışıyordu: “Tepe Mahalle eski krallar zamanında da, benim yine bir asker, Kral Faruk’un komutan olduğu vakitlerde, Kral Ercü’nün taht yıllarında en amansız rakiplerimizdi. Bir dönem çok karanlık bir zamanda Ada Kale’yi ele geçirdiklerini bile duymuştum. En şiddetli mücadelelerimizi onlara karşı verdik. Şimdi tarihten silinip gitmiş olabilirler. Anılarına hürmeten onlardan geriye son kalanlar buraya bırakılacak…”
Kral önce elindeki kılıcı, ardından Tepe Mahalle’nin krallık kılıcını kırarak bahçeye fırlattı. Kırmızı masa örtüsünü de parçalayarak onların üzerine bıraktı. Askerleriyle birlikte kılıçlarını çekip kalıntılara selam verdikleri esnada karşıdaki pencerelerden birinde perdelerin arasından kendisine aşağılayarak bakan bir çift gözle karşılaştı. Gözlerini kaçırarak kılıcıyla aşağı mahalle tarafını işaret etti: “Bozkıra! Bisikletlilerin bozkırına!”
Yeniden uygun adım yürüyüşe geçen Ada Kale savaşçıları Aşağı Mahalle’deki arsalara yürüdüklerinde buradaki evlerin bir kısmının da boşaltılmakta olduğunu yahut çoktan boşalmış olduğunu gördüler. Büyükçe arsalardan birine girdikleri esnada uzaktan tozu dumana katarak gelen bisikletliler görüldüğünde çember vaziyeti alarak kalkanlarını ve mızraklarını hazır ettiler. Etraflarında fır dönen alacalı bulacalı giysileriyle bisikletliler, tahta kılıçlarını bisiklet demirlerine vurarak ve bağırarak korkutucu gürültüler çıkarıyorlardı.
Kralları kendi bisikletiyle yanlarına gelerek durmalarını emredince duraksadılar. Ona yol açarak hem Ada Kale’nin hem de Bisikletlilerin krallarının birbirlerini görmesini sağladılar. Rüzgâr bisikletlilerin kralını tanıyordu. Kral Faruk zamanından beri hükümdardı. Yaşı da kendisine yakındı. Kendisine “Ataman” deniyordu ki gerçek adı da buydu.
Ataman sordu: “Sizin topraklarınıza yürümediğimiz halde üzerimize gelmeniz neden?”
Kral Rüzgâr karşılık verdi: “Kral Faruk’un size bıraktığı emaneti vermenizi ve bize bağlılık yemini etmenizi istiyoruz!”
“Özgür bisikletliler kimseye boyun eğmez! Ama istediğiniz ondan yadigâr kalan şu camsız demir çerçeveli gözlük, “Gören Gözler” ise size verebiliriz. Artık bir hükmü kalmadı.”
“Nasıl hükmü kalmadı?”
“Biz günlerdir yeni arsalar arıyoruz bisikletlerimizi sürebilmek için. Buralara hükmetmenin de burada hükümdar olmanın da bir kıymeti yok artık.”
“Neden?”
“Haberiniz yok mu? Geliyorlar. Şehir çıkışında toplaştıklarını gördük. Devasa inşaat canavarları. Buraya gelecekler. Burası artık hatıralarda kalacak. Kendimize yeni arazi bulamazsak biz de dağılıp gideceğiz belki…”
Ataman gözlük çerçevesi askerlerin önüne atarak adamlarıyla birlikte pedal çevire çevire uzaklaştı. Kral Rüzgâr gözlük çerçevesini eline alarak onların ardından baktı: “Bu tamamen bir uydurmaca. Belki diğer yerlere dokunabilirler ama bizim mahallemize dokunamazlar. İstikamet Yeni Mahalle!”
Tahta kılıçlılar yeni mahalleye doğru ilerledikleri esnada Kral Rüzgâr kendisini ve krallığını düşünüyordu. Nereye kadar dayanabilecekti? En son o da kucağında kılıçlarla kalenin önünde tek başına oturacak mıydı? Yeni mahalleye doğru yaklaştıkları sırada askerlerini durdurdu. Onlara dönüp sordu:
“Ben ne emretsem yaparsınız değil mi?”
Hep bir ağızdan: “Elbette majesteleri” sesleri yükseldi.
“Ateşe bile atlarsınız peşimden değil mi?”
Yine onaylama sesleri yükseldi. Kral Rüzgâr adamlarına baktı hüzünle: “Galiba son sefer kararını almak yerine biz de tepe mahalle gibi tarihe karışmalıydık!” dedi. Adamları bir şey söylemedi. Askerlerden biri karşılık verdi:
“Sonuna kadar arkanızdayız kralım. Neden dağılalım?”
“Sizinkiler ne zaman taşınıyor?”
“Bir-iki hafta sonra.”
“Diğerlerinizde de taşınma hazırlığı var. Kaleyi koruyamayacağımız açık ancak kabul edemiyoruz.”
Askerler kafalarını eğerek karşılık verdi. Kral Rüzgâr, Yeni Mahalle’yi işaret etti: “Düşmanlarımızla son kez yüzleştikten sonra krallığımızı usulünce defnetmeye gideceğiz. Son vazifemizde benimle misiniz?”
“Ölüme kadar!” diye karşılık verdi tahta kılıçlılar. Kral’ın işaretiyle Yeni Mahalle üzerine yürüyüşlerini sürdürdüler. Yeni Mahalle’deki siteler görüş alanlarında sökün ettikten kısa bir süre sonra, tepesinde gözcülerin üzerlerinde yeni yeni harp meydanlarına çıkan silahlarla arz-ı endam ettiklerini gördüler. Ada Kale birliğinin üzerlerine hücum ettiklerini zanneden gözcüler: “Dikkat! Saldırı! Saldırı!” bağırtılarıyla bir anda silahlarını atışa hazır hale getirip namlularını Ada Kalelilerin geliş yönüne doğrulttular. Kral Rüzgâr, krallık kılıcını çekerek kabzası yukarı bakacak şekilde ellerini kaldırarak en önde yürüdüğü hale tehditkâr bir vaziyette namlularını doğrultmaya devam ediyorlardı. Belli bir mesafeden sonra Yeni Mahalle hâkiminin cırtlak sesi meydanı doldurdu: “Yaklaştırmayın! Ateş!”
Bir anda boncuklu silahların ve torpillerin patırtıları tüm sesleri boğdu. Kral askerlerine: “Savunma durumu!” diye bağırır bağırmaz kalkanlarını kadimin falanjları gibi yan yana getirerek ilerlemeyi sürdürdüler. Yeni Mahalle’nin su tabancalarıyla hücum ettikleri günler tarihe karışmıştı. Torpiller ve kız kaçıranlar kalkanların üzerinde gürlerken boncuklar yerden ve tahta kalkanlardan sekiyor, bazen aralıklardan geçip kollarına, bacaklarına isabet ediyordu. Bir yerden sonra ilerleyemeyerek tamamen savunma durumunda kaldılar. Kral Rüzgâr seslendi: “Ateş etmeyin! Ateş etmeyin!”
Yeni Mahalle’nin hâkimi adamlarına ateşi kesmelerini söyleyerek beraberinde boncuklu tüfekleri olan birkaç çocukla kalkan hattının önüne kadar gitti:
“Ne istiyorsunuz? Ne için geldiniz?”
“Krallığımızın yıkıldığını size bildirmek için geldik.”
Yeni Mahalle’nin hâkimi şaşkın bir ifadeyle baktı: “Bundan bize ne?”
Kral Rüzgâr, Kral Faruk’un emanetlerini, parmağındaki yüzük de dahil olmak üzere çıkararak Yeni Mahalle hâkimine uzattı: “Artık sizindir. Savaştığınız Ada Kale…”
Yeni Mahalle hâkimi kralın uzattıklarını aldı. Bir süre baktıktan sonra bir kenara fırlattı: “Bunların ne önemi var? Eski saçmalılar. Ada Kale, Tepe Mahalle ve o bisikletliler… Hepinizin sonu geldi. O tahta kılıçlarınız gibi çöplük olacaksınız. Mahalleleriniz de…”
“Demek biliyorsun?”
“Elbette. Büyükler konuşurken duydum. Yakında tamamen boşaltılacak. Bizdekiler gibi siteler dikilecek. O zaman siz çoktan gitmiş olduğunuzdan bize kalacak.”
Kral Rüzgâr gülümsedi: “Ölülere hükmedip hükmedemeyeceğiniz zaman gösterecek…”
Ada Kale’nin tahta kılıçlıları böyle diyerek üzgün ama mağrur bir ifadeyle döndüler adaya. Kral askerlerini bir araya topladıktan sonra kalenin tepesine çıktı: “Savaşçılarım! Birkaç gün daha direnmeyi düşündüm bu sabah. Sizden ve kendimden bile saklamaya çalıştım niyetimi. Ama bugün nihai sonumuzun geldiğini anladım. Son konuşmam olacak bu. Öncelikle burada bizden kalanları ateşte yakacağız sancağımızla. Ardından tahtadan silahlarımızla son kez Tahta Kılıçlar Mezarlığı’nı ziyaret edeceğiz. Krallığımızı oraya gömeceğiz…”
Çocuklar gözyaşları içerisinde kaledeki flamaları ve bazı eşyaları dışarı çıkarıp büyükçe bir yığın haline getirdiler. Kara kaplı defter ve taht da dâhil olmak üzere yığını ateşe verdikleri esnada ellerindeki son torpilleri ve kız kaçıranları da gelişi güzel infilak ettirdiler. Patırtılar bir kralın cenazesini uğurlayan top atışlarını andırıyordu. Yığın küle dönüşüp gün yavaş yavaş akşama bırakırken yerini son bir yürüyüş tutturarak “Tahta Kılıçlar Mezarlığı”na geldiler. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. Kalkanlarını, miğferlerini ve tahta kılıçlarını kırarak tek tek fırıncının yanındaki o boş araziye attılar. Kral en son kendi şahsi kılıcını sonra da krallık kılıcını parçalayarak alana bıraktığında efsanevi krallık tarihe karışmıştı.
Arkadaşlarıyla vedalaştıktan sonra bir süre daha orada kalacağını söyleyerek tek başına kaldı. Karşı apartmandaki perdenin arasından kendine bakan bir çift alaycı gözü yeniden görerek içi ürperdi. “Krallık benim dönemimde yok oldu. Cengâverlerimi kaybettim. Ancak belki kazanacağım bir şeyler hala vardır…” diye düşünerek o pencerelerini seyrettiği apartmana yürüdü. Pencereye doğru seslendi:
“Kendi kılıcımı senin için kırdım. Son yadigârları tepenin orada yaktırdım. Kralların kılıcını dahi kırmak bana denk geldi, o onlarca yıllık emaneti ben parçaladım! Ayaklarına koca bir krallığı serdim! Hala benimle alay edecek misin?”
Pencerenin ardından kendisini seyreden kız alaycı bir ifadeyle gülümseyerek perdeleri sertçe örttü. Rüzgâr krallığının masallardaki gibi isimsiz bir dehşet tarafından karanlığa boğulmasına o an tanıklık etti. Utancından “Tahta Kılıçlar Mezarlığı”na bakamayarak evine doğru koşturdu.
Bir-iki hafta sonra ufukta koca boyunları oynaşan canavarları andıran makineler sökün etti. Boşaltılmış evler ve her şeyden önce tepedeki o tek katlı bina tarihe karışırken özgür Bisikletliler son kez Tahta Kılıçlar Mezarlığı’na doğru yollandılar. Onlar da tahta kılıçlarını kırıp vedalaşarak ayrı ayrı yönlere doğru pedal çevirdiler. Fırıncının çırağı bir süre sonra elinde büyükçe bir zembille çıkıp gelerek tahta parçalarını toplamaya başladı. Fırının son ekmeklerini bugün son kez çıkardıktan sonra ertesi gün dükkânı boşaltacaklardı.
Kılıç parçaları, atalarının ve emsallerinin gittiği o devasa ateşi boylayıp kül olduktan birkaç gün sonra fırın da molozlara ve tarihin derinliklerine karıştı. Orada yeni yeni siteler, toplu konutlar ve caddeler tünedi. Yeni insanlar gelmeye başladı. Bilgisayarlarında kılıç savurmayı hakikisine yeğleyen çocuklar sökün edince, Yeni Mahalle’nin çocukları da sokaklarda dolaşıp caka satmayı bıraktılar.
Seneler sonra o meydanlarda kılıç savurmuş, kalkanların parçaladığı arsaların üstünde betonların yükselişini görmüş ihtiyar bir savaşçı: “Kılıçlarımızla yükselen imparatorluğumuz, ateş ve çimento tarafından yutuldu!” diyecekti…
– SON –
- Çeşmenin Duldası - 1 Ekim 2021
- Paşa, Voyvoda ve Cadı - 1 Nisan 2021
- Şalgamika Nasıl Dağıldı? - 15 Haziran 2017
- Balkanski Grob - 15 Mayıs 2017
- Tahta Kılıçlar Mezarlığı - 15 Ekim 2016
Okurken geçmişe gittim bir an. Güzel sürükleyici olmuş. Kısa animasyonu yapılabilirse tutacağından eminim 🙂
Çok güzel bir öykü. Elinize, yüreğinize sağlık.
merhaba, size yorum yazmak da zor olacak ama şunu da belirtmek isterim. Öykünüz hoş, samimi ama biçimsel olarak cümleler genel itibariyle uzun olduğu için okuru biraz yoruyor. Uzun cümleleri takip eden cümlelerde iki-üç kelimelik cümleler olursa okur daha rahat bir okuma gerçekleştirir diye düşünüyorum.
Dil olarak güzel, anlatmak istediğiniz mevzuya hakimsiniz yani yazmak için yazılmamış, dolu bir öykü bu. Kısa cümlelere biraz daha yer verilirse akıcılığın sağlanacağını düşünüyorum.
Kaleminize sağlık.
Başarılı bir öykü olmuş. Tebrikler.