Öykü

Varoluş ve Yokoluş – 2

-II-

Yeşil, nerede olduğunun farkında değildi ve hangi güne uyandığı hakkında, en ufak bir fikri bile yoktu. Tüm tehlikelerinden habersiz, Çırağına anlattığı gibi dehşetin kol gezdiği Kış Gündönümünde, Varoluş’un ve Yokoluş’un o korkunç savaşının ortasında, bir başınaydı.

Gördüklerini anlayamayacak kadar sıradan biri olduğu ve ölmüş mü yoksa yaşıyor mu olduğuna karar veremediği için hissettiği şaşkınlıkta kaybolmuştu. Üstelik, her şey bir yana, kafasını çarptığından görüşü bozuluyor, şiddetli bir baş ağrısıyla midesi bulanıyordu. Belki, bu kadar talihsiz olmasa, her şey daha farklı olabilirdi. Ne yazık ki o gün, Düzenin feleği, başka işlerin peşindeydi.

Güneşin en uzak evini ziyarete gitmesini fırsat bilen Karanlık, Düzen’lere dalga dalga çarpıyor, çarparken de dengeyi Yokoluştan yana çevirip, Varoluş’un çabalarını sonuçsuz bırakarak, Aydınlığın topraklarını haince işgal ediyordu.

Sırların Sırrında, o gecenin hakimi hiç kuşkusuz Karanlık ve Karanlığın hevesli askerliğiyle, Yokoluştu.

Yeşil, böylesi bir günde yardım istese kim gelirdi? Karanlıkta kimin gözleri onun aciz varlığını görecek kadar keskin, kimin kulakları cılız seslenişini duyacak kadar kuvvetli, kimin iradesi onu kurtaracak kadar sağlamdı?

Umutsuzluğu içinde kaybolmuşken… Siyah kayalığın üzerinde, kimsesiz ve yapayalnız, üstelik garip ve yitip gitmiş bir zavallı gibi unutulmuşken… Ne yazık ki, onun farkına varan yegane şey; karanlığın musibetlerinden biri oldu…

Soluk, kara bir duman gibi gezinen kötücül bir Rüzgar’ın, onu, en savunmasız anında, tıpkı kendisine sunulmuş bir armağan gibi kolaylıkla buluvermesi, talihsiz ve ölümcül bir tesadüftü!

Yeşil’in, kaçabileceği bir sığınaktan ya da kendisini kurtaracak irfandan yoksun olduğunu anlayan Rüzgar için, o, Aydınlık ahalilerine duyduğu büyük nefreti karşılığında kazandığı, ödülden başka ne olabilirdi?

Karanlığın yaratığı, ona hediye gibi sunulan intikam fırsatından habis bir zevk alarak, önce Yeşil’in aklıyla oynamaya başlamıştı. Yaratılışından beri biriktirdiği garezin verdiği ilhamla kötücüllüğünü usta bir hainlikle süslüyor, zavallı kurbanının aklına, pençesini geçirip tarifsiz eziyetlerle, bir adamı insan olarak değerli yapan ne varsa hepsini teker teker yok ediyordu…

Tüm gücüyle umutlarını kırdı önce, sevgiden anladığı ne varsa hepsini tek tek kirletti, merhameti söküp çıkardı ve yerine öyle dehşetli acılar koydu ki, Yeşil iki büklüm kapaklandı kayalığın üzerine. O acı… O şiddetli acı… Onu hissetmektense tüm suçsuzların kanına girebilirdi. Ve böylece bencillik kendi kendine gelişti içeride, unutuldu; hoşgörü ve eşitlik. Zamanında kime kardeş dediyse şimdi ölümler, elinden olabilirdi. O an Yeşil, masumiyetini de kaybetti. Hain, çıkarcı ve işgüzar oldu. Böylece son nefesini verdi vicdanı. Adalet dediğin neydi ki? Kime göre neye göre adaletten bahsediyordu ahaliler. Vicdan gittiyse, artık, verdiği hükümlerin tek taraflı ve kendi çıkarına göre olmasına kim karşı çıkacaktı.

Ve böylece yıkıldı, büküldü, eğildi ve kirlendi Yeşil… Karanlığın yaratığı, kimisini söküp çıkardı, kimisini yerinden etti ya da öyle derinlere gömdü ki, bir zamanlar varolduğu unutuldu. Her birinin yerine acılar ve ızdıraplar koydu… Hırs, kıskançlık ve acımasızlık tohumları ekti. Sonunda Yeşil, daha az insan ama daha çok başka bir şey oldu. Nefret etti bu halinden… Ama ona yapılanın sapkınlığından değil.. Biçim değiştirmiş olsa da hala Aydınlığın ahalisinden biri olduğu için kendinden nefret ediyordu… Üstelik hissettiği bu acı bir türlü durmuyordu. Gözlerinin beyazı, örümceğin ağı misali kırmızı damarlarla kaplı, bal rengine çalan gözbebeklerinin çevresi siyah bir hale bir çevrelenmişti.

Böyle yaşayamazdı. Ölmeliydi…

Rüzgar, acınası varlığını içinden söküp atmaya çalışan, ne Karanlığa ne de Aydınlığa ait olmayan bu sefile yaptıklarının sonuçlarını, büyük bir memnuniyetle izliyordu. Ancak bu ona yetmezdi, yetemezdi. Zavallı kurbanının ayaklarına kapanmasını sağlayacaktı. Böylece, ondan gelecek ölümü bir kurtuluş gibi kabul edecek ve çarpıtılmış zihni, kendini karanlığa, gönüllü bir kabullenişle, bırakmaya hazır olacaktı.

Kara Güneş ülkesinde bilindiği gibi; Aydınlığın ahalilerinden birinin canına kıymak kolay ama karanlığa düşürmek tebriği hak eden bir intikamdı! Bu yüzden, Yeşil, tarifsiz eziyetler altında kıvranıp dururken, Rüzgar durmadan fısıldıyordu kulağına:

“Kararsın ruhların kapkara, simsiyah… Zifirin korkunç hiçliği, sarsın bedenini… Sönsün Aydınlığın fenerleri ve asılsın Karanlığın kandilleri…

Çektiğin acıların yerini alsın duygusuz bir boşluk… Bırakırsan kendini karanlığa, sıyrılacak acılar bedeninden ve yalvarsan da bilemeyeceksin kanın akarken ki ızdırabını, kemiklerin kırılırken ki acısını ama delicesine isteyeceksin kararmaya layık olmayanlarınkini akıtmayı, kırmayı, kıymayı…

Kederlerin bırak serilsin Kara Güneş’in o kutsal ayaklarının altına, gör bak, elemin nasıl da bayağı, önemsiz ve sıradan.

Farkına var; Aydınlığın aklına, yüreğine ve bedenine erdem kılıfıyla vurduğu zincirlerin… Onlar değil mi seni buraya getiren, gözden çıkaran ve şimdi de sahipsiz bırakan…

Yaşam sadece aydınlıkta mı var sanıyorsun? Keşfet karanlığın merhametini, geri al tekrar hayatının dizginlerini ve bırak kendini sonsuz hiçliğe.

Gör bak kurtulduğunda ışığın oklarının aydınlattığı memleketin lanetinden, katıldığında aramıza, gerçek özgürlüğü bulacaksın tam yanıbaşında!”

Yeşil paramparça olmuştu. Bir yanı hala Aydınlığa aitken diğer yanı bu parçasından nefret ediyordu. Bu ızdıraba ne kadar dayanmak zorunda kalmıştı, hangi arzuları katledilmiş ya da en masum umutları nasıl öldürülmüştü, hatırlamıyordu.

Rüzgar’ın uğursuz fısıltısı önce aklına, sonra yüreğine işlerken ruhları ağlıyordu.

Hatıralarına dönüp baktığında; o geceye ait bazı görüntülerin soluk yansımalarını bulurdu. Emin olduğu tek bir şey vardı: keder, hiddet ve hayal kırıklığıyla dolu, keskin bir acı…

Yarattığı yıkımdan hoşnut ama bununla yetinmeyecek olan Rüzgar, intikamın en büyüğü için, Yeşil’in, aklının direklerini yıkıp ruhlarının evini yerle bir ettikten sonra, ona, bir kurtuluş gibi, Karanlığı sundu. Haince fısıldadı yine kulağına:

Gel… Katıl… Ol kapkaranlık…

Ne kadar kolaydı, kararmak… Nasıl özeldi, simsiyah olmak… Ne muhteşemdi, kutsal yıkımın parçası olmak…

Mutlak kurtuluş apaçık ortada değil miydi?

Daha ne bekliyordu?

Yeşil, doğruldu kıvrıldığı zavallı kuytudan. Titreyen bedeni mi yoksa Sırların Sırrında yer mi sarsılıyordu, farkında değildi. Rüzgar zafer kazanacağından emin, zevkle izliyordu kurbanını… Sanki, Varoluşun ve Yokoluşun derin girdapları bile nefeslerini tutmuş, olanları izliyordu. Kış Gündönümü, yaratıldığı günden beri ilk defa bu kadar sessizdi. Güneş bile en uzak evinde, parmak uçlarına yükselmiş, neler olduğunu görmeye çalışıyordu.

Ruhlarının evi yıkılmış, aklının direkleri çökmüş ve insanlığını bir arada tutan görünmez ipliklere duyduğu nefret yüzünden hiddet dolu olan Yeşil, sanki, üzerine gece çökmeyen çöllerde, sahipsiz avareler gibi, dönüp durmuşçasına Karanlığa susamıştı. Nasıl bir çaresizlikti bu! Elini uzattı. Bir adım attı. Karşısında, onu beklerken dönüp duran Rüzgar’a dokunabilse susuzluğu gidecek ve onlardan biri olarak, karanlığa doyacaktı. Bir adım daha attı. İleri doğru uzattığı eli titriyordu. Bir adım daha attı. Eli daha şiddetle titremeye başladı. Niye titriyordu ki? Neredeyse omzundan kopup düşecek ve iskeletinde tamiri imkansız bir hasar bırakacaktı. İşte o an başparmağı üzerindeki izi gördü, fark etti ya da hatırladı. Ne olursa olsun, şüpheye yer bırakmayacak şekilde oradaydı.

İz, yeni doğmuş bir ayın mükemmel ölçülerdeki, minyatürüydü. Güçlü beyaz bir ışık yaymak yerine kanlı dolunayın bıraktığı işi devam etmek istercesine doğmuş kırmızı bir aydı. Sanki yanmış gibi kabarmış ve pembe etlerin içine kan oturmuştu. Bununla beraber hatları net, kesin ve kalemle çizilmiş gibi tamdı.

Yeşil, keşfiyle olduğu yerde kalakaldı.

Elinin üzerinde belirivermiş bir izin ne önemi vardı?

Hatırlamıyordu.

Karanlığa duyduğu dinmez arzuyu hafifletir miydi?

Olanaksızdı.

Öyle miydi gerçekten? Karanlığa özlemi hafiflemez miydi?

Rüzgar’a dokunabilse içinde Aydınlığa ait ne varsa yok olacaktı. O halde, varlığının bir yerlerinde hala Işığın hakimiyetinde olan bir şeyler olmalıydı.

Öyle miydi gerçekten? Aydınlıktan geriye ne kalmıştı?

Elinin üzerine doğmuş olan yeni aydan yayılan sıcak, kararlı ve tanıdık bir sızı belirdi. Bedenine yayıldı, karanlığın parçaladığı varlığının her bir noktasına değdi. Acıyı hafifletti mi? Hayır. Izdırabını yok etti mi? Ne yazık ki. Başka bir şekilde; hem teselli verir gibi hem hatırlatır gibi hem de uyarır gibi, karanlık Rüzgar’ın sebep olduğu yıkımdan farklı olarak, Yeşil’e zarar vermeden ama yine de orada olduğunu kesin bir şekilde gösterdi.

İşte o zaman dönüp içine baktı Yeşil! Kendisi hakkında bildiği ne varsa neredeyse hepsi yokolmuştu. Ruhlarının Evi’nin bulunduğu yerin; yeşil yeşil parlayan bir gölün yanında, yüce ağaçlar arasında olduğunu hayal ederdi hep. O göl bu gece kurumuş, ağaçların hepsi yapraklarını dökmüş, köklerinden zirvelerine kadar kararmış, olmalıydı. Varlığının o güzel evi, Ruhları için anne karnında inşaa ettiği o güzelim ev, yerle bir olmuş olmalıydı. Ev yıkılmıştı, bundan emindi, peki ya temelleri hala orada değil miydi? Aklının direkleri çökmüştü çökmesine ama harabeler arasında parlayan kutsalların koyduğu irfan olabilir miydi?

Yeşil, iradesini nasıl geri kazandığını, yeni ayın ona verdiği ani ilhamın nereden geldiğini, üstelik, hiçliğe diktiği gözlerini hangi güçle kapadığını bilmiyordu. Acımzasız yıkıma dayanan yegane şey içinde, kutsal bir ışıkla parlarken, bir anda herşeyin farkına vardı. Onun için çok geç olsa da yapması gerekeni yapacaktı. İflah olmaz şekilde parçalanan ruhları için son savaşını verecekti. O farkındalıkla, karanlığın şerrine ne dediğinden emin değildi. Hatırlamıyordu. Anımsayabilmiş olsa bile olanları değiştiremedikten sonra ne işine yarardı?

İçinde bulduğu irfanın bahşettiği iradeyle karanlığa yürüyen adımları durmuş, Rüzgar’ın hissettiği şaşkınlık, şerrin yaratığına her ne söylediyse, aniden delice bir öfkeye dönmüş ve hemen orada, verdiği hükmü değiştirip, zavallıyı parçalamaya karar vermesine neden olmuştu. Üstelik, bunu usta bir işçilikle değil, sabırsız bir avcının ölçüsüz kana susamışlığıyla yapacaktı.

Onu, önce, yerlerde süründürüp dizlerini kırmış, kayalara tutunmaya çalışan parmaklarını tek tek koparmış, bağırmaya çalışırken ağzından içeri girip onu soluksuz bırakmıştı. Gözü dönmüşçesine, ruhlarını, saklandıkları kuytularda tek tek avlayıp, bedenini kayalıklardan aşağı, Yokoluşun koca ağzından içeri atmak için esip gürlemişti. Yeşil, nereden bulduğu belli olmayan son bir gayretle haykırmış, ancak, onu duyan habis yaratık öfkeden deliye dönerek, Yeşil’i önce havaya kaldırıp sonra da genç bedenini kayalara çarparak iskeletine dizili bütün kemiklerini kırmıştı.

Bundan sonrası kapkara bir boşluktu.

Uyandığında ateşin yanında yatıyordu.

Her yanı sargılar içindeydi.

Yaşlıca bir Dede, küçük gözlerinden taşan büyük bir endişeyle yanına gelerek:

“Evine hoşgeldin oğlum bundan sonra adın Yeşil olacak. Artık korkma, seni bir daha asla yalnız bırakmayacağım. Sırların Sırrındaki Ustan olarak sana söz veriyorum.”demişti.

Ve Yeşil, ilk uyanışından sonraki günleri, acılar içinde kıvranarak geçirdi. Ne zaman ruhları üzerine korku ve ıstırabın gölgesi düşse, Ustasının küçük gözleri onu buluyor ve asla yalnız bırakmıyordu. Belki hayal etti belki rüya gördü ama gözlere her baktığında; sanki, uzak diyarların göklerini süsleyen yıldızlardan parlayan ışıkların yansımalarını görür gibi olurdu. Düzenler arasında, sadece kutsalların bildiği patikalarda yürüyüşe çıkıp Gök Haritalarından bile kaybolmuş yollarda gezindiğini düşlerdi. Böylece zaman aktı. Kimi rüyaları silindi hafızasından, kimileri iyice yer etti hatıralarına ve sonunda, yeniden, tam olduğunu hissettiği zaman gelip çattı.

O gün, ocağın yanındaki yatağından doğrulup Ustasına, ona neler olduğunu sorduğu gündü. Sormuştu sormasına ama aldığı cevabı ise nasıl yorumlayacağını bilememişti.

Ustası, “Yaşaman bir mucize Yeşil.” demişti ve başlamıştı anlatmaya “Artık bilirsin, karanlık vakitlerde, Kış Gündönümü’nün en uğursuz saatlerinde, biz insancıkları koruyan tek şey: kutsalların kapı eşiklerine koyduğu kutsal ışıktır. Üstelik bu evin duvarlarına ve kapısına örülen zincirler, Nöbetçiler Evi’nin iskeleti, onu ayakta tutan yegane yapı taşıdır. Zincirlerin hikayesini bilen var mı, hiç duymadım. Ama bizi Sırların Sırrı’nda güvende tuttuğunu kaç kere tecrübe etmedim mi!

Uğursuz vakitlerde kapıyı açmanın, zinciri çözdüğünü ve bize bahşedilen korumayı kaldırdığını bilmek için; Beyaz Kule’de Ülgen Han’ın akıl danıştığı derin irfan sahibi Titus Han gibi bilginlerden biri olmaya gerek yok. Bu yüzden kış gündönümünde kapımı asla açmam. Bilirsin, ocağımdaki ateşi harlı, kapımı kapalı, zincirlerimi de tam ve sıkı sıkı örülmüş severim. Oysa penceremdeki zincirlerin bile birbirine soluksuz tutunduğu, Kış Gündönümündeki fırtınanın o en deli vaktinde, seni kapımın önünde gördüğüm an, sana yardım etmekten başka şansım olmadığını biliyordum. Bunu yapmalıydım. Senin gibi henüz yaşamına doğmamış birini öylece yalnız bırakıp sabaha cansız bedenin karşısında vicdan azabıyla yanıp kavrulamazdım. Yine de kapıyı açmakta tereddüt ettim. Eğer o Çocuk, uzun bastonuyla cama vurup dikkatimi çekmeseydi, düzenler yıkılsa bile kapıyı açacak cesareti bulamayabilirdim.

Düşünebiliyor musun? Ufak bir Çocuk, daha 10-11 yaşında, Kış Gündönümünde, sanki evinin bahçesinde oynar gibi dışarıda rahatlıkla dolaşıyordu. Daha neler göreceğiz, demiştim kendime. İnanamamıştım.

Sonra Çocuk seni gösterdi. Hiç bir şey söylemedi ama ben anladım. Kapıyı açmamı istiyordu. Ona olmaz, dedim. Gerçek değilsin sen, diye bağırdım. Aydınlığın bile alalade bir kıvılcıma dönüştüğü bu uğursuz vakitte, sen ancak bir karanlık yaratığı olabilirsin, dedim ona.

O ise ne yaptı biliyor musun. Güldü bana. Böyle bütün dişlerini göstere göstere içten bir kahkaha attı. Sonra, şöyle dedi, dedi ki:

“Kış Gündönümünde kapını çalıyorum ama karanlık yaratığı değilim. Aydınlık kıvılcıma dönmüş olabilir ama ben aslında aydınlık da değilim. Düzen’in kendinden doğanlar Aydınlık ya da Karanlık olmazlar. Çünkü onlar aynı anda hem Aydınlık hem de Karanlıktırlar. Denge’nin oyununda bir piyonum sadece. Döngü’deki kırmızı bir noktayım. Taraf değilim bu yüzden kimse benim tarafımda değil. Keza, gücüm Dengeden gelir. Bu yüzden ışık ya da ışıksızlığın üzerimde hükmü yoktur. Ancak onlar benim emrimdedir.”

Küçücük bir çocuktan böylesi lafların çıktığına inanamıyordum. Ona bakakalmıştım. Belli ki bir kutsalla karşı karşıyaydım. Oysa benim gibi bir insancık böylesi bir durum karşısında ne yapabilir ki! Sonra ister inan ister inanma bana aynen şöyle dedi:

“Nöbetçi, artık korkma. Bırak bu genç adam içeri girsin. Onu iyileştireyim. Sana söz veriyorum; sen, Büyük Kayboluştan sonra en uzun yaşayan Nöbetçi olacaksın. Kendi isteğinle hayata veda edene kadar hiç bir musibet gelmeyecek başına ve bütün irfanını bu çocuğa aktaracaksın. Bilirsin, bu önceki Nöbetçilere verilmemiş bir lütuf. Sana hatırlamadığın memleketindeki ömrü hediye ediyorum. Üstelik, onu kendi oğlun gibi büyütmene izin vereceğim. Çünkü ilerde bir gün, buraya geri dönecek, onu kurtardığım için bana olan borcunu ödemesini isteyeceğim.”. Böyle dedi bana çocuk. Üstelik haklıydı da…

Sırların Sırrındaki bütün Nöbetçilerin sırra kadem bastığı Büyük Kayboluştan bu yana en uzun ömürlü Nöbetçi olmuştum. Her günüm ölüm korkusu ile geçiyordu. Ustalarımızın kaybından bu yana karanlıkta el yordamıyla yürümüyor muyduk? Biriktirdiğimiz azıcık bilgi de benim hafızamdaydı ve sen, kapımın önünde belirene kadar nice çırak göçüp gitmişti. Kimsesizdim. Yalnızdım. Her gün kayalığı arar yeni bir çırağın düşüp düşmediğine bakardım. Umutsuzluk ruhumu yer bitirirdi. Yine de her gün dolaşıp durmaktan alamazdım kendimi. Kayalığı ararken de korkardım. Yeni bir çırak bulsam ne olacaktı ki? Sonu belliydi. Eğer şanslıysa kendine ait bir mezarı olurdu. Bir çoğumuz o kadar şanslı bile değildik. Yokoluş ve Varoluş bizi verdiği gibi geri almaktan hoşlanırdı.

Her şey bir yana yüreğimdeki evlat ateşini de hissetmişti. Böyle derin ve güçlü bir isteği bastırmak için onu çok derinlere gömmek lazım Yeşil. Yoksa, evlat hasreti seni yer bitirir. Oysa, bu Çocuk, bir bakışta anlayıvermişti. Bu yüzden bir an bile şüpheye düşmedim onun bir kutsal olduğundan…

Şimdi düşünüyorum da ne büyük cesaret benim ki. Güvendim ona. İçten içe güvendim. Kapının tokmağını çevirip açtım. O ise eşiğin öte yanında, karşımda, öylece duruyordu. Baştan aşağı iyice baktım ona. Kış gündönümünün fırtınaları kayalığı döverken, o, sabırla beni bekliyor, senin başında nöbet tutuyordu.

Uzun bastonuna dayanmış olan Çocuğun bedeni minik ve körpeydi. Üzerinde kuş desenli yakasız düğmesiz bir gömlek giyiyordu. Kısa bir pantalonu vardı ayağında. Bir de o zamana kadar hiç görmediğim bağcıklı ayakkabıları. O uzun bacaklarıyla sanki yaylanarak yürüyordu. Zannedersin, her bir adımda, bir Düzen’den diğerine geçiyordu. Hani dedim ya bedeni körpecikti Çocuğun, bir zalimin elinde çalışıp da yemeksiz uykusuz kalmış bir zavallıya benziyordu. Göründüğünden bambaşka biri olduğunu bilsem de dayanamadım, yeltenmesine izin vermeden, seni içeri taşımak için, eşikten dışarı adımımı attım.

Anladın mı? Kapıyı açmak neyse de Kış gündönümünde eşikten geçmek kesinlikle ölüme susamaktı. Olsun yine de yaptım. İşte böylece kapıdan dışarı çıktım. Seni kollarından tutup içeri çekip ateşin önüne getirdim. Çocuk ise arkamdan kapıyı kapadı ve kilidi yuvasında bir kez döndürdü. Aynı anda evin içinde bir neşe dalgası dolaştığına yemin edebilirim. Kayanın içine oyulmuş olmasına bakmadan çatısından temellerine kadar titredi ev.

Çocuk “Hoşbulduk” dedi.

Nasılda utanmıştım. Nice zamandır tek başına yaşayıp giderdim. Düzenlerin görgüsünü unutmuştum. Utanarak da olsa Hoşgeldin, dedim. Bana dönüp yine “Hoşbulduk”, dedi.

Değişik bir çocuktu. Sonrasında pek konuşmadı.

Üzerindekileri tek tek soydu, önce kaburgalarından başladı seni iyileştirmeye, kalbini elleri arasına aldı. Parmak uçlarından ışıklar saçarak göğüs kafesini ördü kalbinin ve ciğerlerinin üzerine. Bir yandan da durmadan fısıldıyordu. Zannedersin, nöbetine bir kez daha başlarken kalbinin koruyucusu, hatırlatıyordu ona kutsal yeminini… “Koru, kolla, göğüs ger her zorluğa…”. Sonra başladı daha zor uğraşlara; organlarını olması gereken yerlere koyarken gerildi yüzü endişeyle. Doğrusu böylesi bir işçiliğin bir başka örneği yoktu, Düzenler üzerinde. Eğer cesaret edip seni içeri alabilseydim bile yine de ölürdün, keza benim böylesi bir şifa hikmetim hiç olmamıştı. Yeter demedi. Yoruldum demedi. Parmaklarını yerine oturttu, bacaklarından çıkmış kemikleri yerine koydu, açılmış damarlarını kapadı. Bununla da yetinmedi, bedeninde ayrılmış kanının geriye akması ve damarlarına dönmesi için onları ikna etti. Sonunda seni tastamam etti. Tamam olmuştun olmasına da içinde can yoktu. Ne yapacağımı bilmez halde orada öylece kalakalmıştım. Ertesi gün senin mezarını kazmak zorunda mı kalacaktım? Oysa Çocuk benim gibi umutsuzluğa düşmedi. Daha önce defalarca yapmış gibi başını kucağına aldı. Baş parmağını alnına koydu ve daha önce duymadığım şu sözleri söyledi;

Az önce ölmüştün oğlum,

Şimdi doğma zamanı.

Öncekileri unut,

İlk uyanışındır bu senin.

Dönsün geri, bedenini terk eden sıcaklık,

Bulsun yolunu Girdap’a kapılmış ruhların,

Çember çömlek yok artık.

Bundan gayri sana çalacak davullar ziller,

Hesap verecek Sarılar ve Yeşiller.

Bilmeyeceksin Toprağı, Denizi ve Mavi Gökyüzünü

Özlemeyeceksin unutulup gideni

Bir gün keşfettiğinde gerçeği

Yanında bulacaksın beni…

İşte o zaman ocakta yanan ateşten, odaya bir ışık seli aktı, ayrıldı üçe. Biri bir bal arısına döndü. Çocuğu selamlayıp kısa kanatlarıyla, şöyle bir uçup, giriverdi ağzından içeriye. Diğeri bir duman gibi süzüldü havada meraklı meraklı konuşuyordu kendi kendine. Fısıltılarla selamladı evi, aldı son haberleri. Pek gönüllü değildi anlaşılan dedikoduya ara vermeye. Oysa Çocuğun bir bakışı yetti onun da ağzından içeri girmesine. En sonuncusu ise dönüşmüştü hızlı çevik bir kırlangıca. Öyle deli uçuyordu ki evin içinde, gözlerim yavaş kaldı onu izlemek için. Köşe bucak etti evi, dinlemedi sert duvarları daldı içeri, kilitli kapılara aldırmadı gördü her yeri. Sonra gelip kısacık durdu önümde, o süratle çarpan kanatlarıyla, sanki, zannedersin, selam verdi başıyla. İşte o da en sonuncuydu. Hepsi ışık seliyle içine girince nefes aldın yeniden, kıpırdandı kolların, omuzların… İşte o zaman Çocuk başparmağını çekti alnından, indirdi başını kucağından ve yorgun görünen alnını sildi.

“Çırağını geri getirmek çok zor oldu. Hem iskeletinde kırılmamış tek bir kemik kalmamıştı, sanki bedeni harabeye dönmüştü hem de Ruhlarının Evi yıkılmıştı, içinde bir alevlik can ateşi bile yanmıyordu.

Bedeni kendine gelecek, ancak, Ruhlarının Evi için temel kazıp duvarlarını örerken çok acı çekecek. Olsun, umutsuz değilim, çünkü yüreğine can ateşini koydum. Sarı, bana çok dua edeceksin çünkü sana tüm Nöbetçilerin diledikleri gibi bir çırak getirdim.”. Böyle dedi bana. Sonra da yerden zahmetle kalktı, uzun bastonuna dayanarak kapıya doğru yürüdü. Sanırsın sırtında taşır nesillerin yükünü. Beni seninle bırakıp öylece çıkıp gidecekti ki arkasını döndü “Çırağın, Varoluştan düştü.”dedi. Bu da son sözleriydi.

Çevirdiği kilidi kendisi açtı, kapıyı arkasından kapattı, Kış Gündönümünde kayıplara karışıp sırra kadem bastı. Yaa işte böyle Yeşil. Nereden düştüğünü söylemeseydi, kayıtlara ilk isimsiz Çırak olarak geçecektin. Çocuğun bunu düşünüp de söylemiş olması iyi bir şey. Buradaki hayatın yeteri kadar zor olacak. Bir de Varoluş ve Yokoluşun, düzenleri yutacak girdaplar yarattıkları, Sırların Sırrında, isimsiz olmak, katlanılır bir şey olmazdı.”

Yeşil’in ustasından öğrenebildikleri bunlardan ibaretti. Onu kurtaran gizemli Çocuğa her zaman minnet duymuştu. Ne de olsa hayatını kurtarmıştı ama bundan daha öte bir şeylerin olduğuna emindi.

Zamanla Usta Sarı’nın bir çok başka çırakları olmuş kimi uzun kimi kısa kalmıştı. Bununla beraber, her birinin kendine özgü yetenekleri vardı. Misal, kırmızı diye bir rengin aslında olmadığını idda eden ve hem önceki hayatında hem de Sırların Sırrında renk körü olmakla gurur duyan bir Yeşil vardı. Ona göre adı Gri olmalıydı. Ne de olsa ismini aldığı renk onun için Griydi. Bununla beraber bu isteği asla kabul görmedi. Diğer yandan, 8 yaşında kayalıklarda uyanması ve 13 yaşında aniden ortadan kaybolması arasındaki kısa ömründe; Nöbetçiler Evi ve kayalığı sarıp sarmalayan zincirlerle konuşan ve iddasına göre ne dediklerini anlayan bir tek o vardı. Hatta rivayete göre, günün birinde, Sarı Girdap’a tüm uyarılara rağmen gözünü dikip bakması, girdabın içinde yaşayan kötücül varlıklardan birini deliye çevirmiş, sarmal duman buklelerinden hızla ayrılan Yokoluşun yaratığı onu tuttuğu gibi aşağı çekmişti. Yeşil, çığlıklar atarak düşerken, kayalıklar aniden titremiş, havada asılı gibi duran kayalıktan ayrılan bir zincir, Yokoluşun yaratığına kırbaç gibi inerek, çırağı kurtarmış, onu ayaklarından tutup tekrar kayalığın üstüne bırakmıştı.

Yokoluştan düşen bir başka Çırak vardı ki kendisi hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Nereden düştüğünü sorduklarında Yokoluşun sarı sarı dönen girdabını işaret etmişti. Onu bu kadar ilginç yapan, kayalıkların üzerinde uyandığı 10 yaşından, onu mezarına yerleştirdikleri 15 yaşına kadar ki ömründe, Sırların Sırrında duyulan tek bir kelime dahi etmemiş olmasıydı. Sadece ve sadece, bir kere, o da Varoluşun hakimiyetinde, yeşil sislerle kaplı Yaz Gündönümünde, adeti olduğu üzere – ki ustaların tüm uyarılarına rağmen – pencereden dışarıyı izlerken gördüğü şey yüzünden korkuyla çığlık atmıştı. Bu olay, Nöbetçiler Evinde heyecanlı bir kargaşaya sebep olmuş, pencereye doluşan Yeşil ve Sarılar merak ve endişeyle dışarıyı gözlemiş, konuşmayacak olmasına rağmen ona bir çok sorular sormuş ama hiç birine cevap alamamışlardı. Sırların Sırrında hiçbir şey nedensiz değildi, bununla beraber, bu çırak, dışarıda her ne gördüyse, kendisine saklamıştı. Bir daha da iflah olmamış, Nöbetçilerin, onun cansız bedenini buldukları güne kadar, gece gündüz tek başına kayalıkta gezinip durmuştu. O zamana kadar, kimse onun gibi kayalığı keşfetmemişti. Yeşil, hala, Çırağın onları daracık bir yarıktan geçirip kayalığın içine soktuğu günün her anını hatırlıyordu. Yarığın, kayalığın diğer yerlerindekinden farkı yoktu, sadece, daha önce onu hiç görmemişti. Bu da burası için doğaldı. Çünkü, Kayalığın kendine ait iradesi vardı ve tıpkı kıyafet değiştirir gibi Nöbetçilerin yürüdüğü yolları değiştirir, yenilerini açar ya da aniden bambaşka bir yerde uyanmış izlenimi veren manzara ile şaşırtırdı onları. Girdikleri yarığın içinde bir süre dar koridorlarda, kayalara sürtünerek ilerlemişler, ancak sonra geniş bir salona açılan ağıza varmış, duvarları kaplayan zincirlerin alev alev yanan kandiller misali parıltıları altında; toprağı kavramış köklerinden kalın dallarına, zirvelerde esen meltemlerle dedikodu yaparcasına sallanırken aniden donup kalmış gibi görünen taştan ormana bakarken bulmuşlardı kendilerini.

Yitip gitmiş Çıraklar ve onların yetenekleri hakkında başlayan konuşmalar geceye uzanıp da ateşin başında anlatılan korku hikayelerine dönüştüğünde, dinleyenleri dehşete düşüren o Usta’dan bahsedilmezse olmazdı. Hikayeye göre, 10 yaşında Varoluş’tan düşmüş, yıllarca Sırların Sırrında nöbet tutarak, bir çok çırak yetiştirip kıdemli ustalık ile ödüllendirilmiş bir Yeşil vardı. Kendi halinde, sakin yaratılışlı ve kayıplar karşısında metanetini asla kaybetmemesiyle tanınırdı. Bu özellikleri ona çelik gibi irade, hızlı düşünme yeteneği ve kimsenin farkında olmadığı bir hayatta kalma iç güdüsü kazandırmıştı. Elde ettiği parlak başarılar, çıraklığının ilk günlerinden itibaren çizdiği karakterin iyice hesap edilmiş, aldatmaca ve fenalıklarla örülü olduğunu yıllarca saklamasına yardım etmişti. Diğer nöbetçiler ona kefil olmakta yarışırken, bu güven çemberinin tek bir istisnası vardı. Küçük gözleriyle, yaptığı her hareketi izleyen, bununla beraber en az onun kadar hayatta kalma becerisi gelişmiş çıraklardan biri, bir Sarı, bütün nöbetçilerin aksine ona güvenmiyordu. Üstelik o alalade bir çırak değildi. Herkesin büyük hürmet gösterdiği ancak kendisinin bir türlü güvenemediği o büyük Usta’nın, Çırağıydı. Üstelik, genç Sarı, Yeşil’in Ustası Sarı’dan başkası değildi. Ateşin başında ne zaman bu hikayeyi anlatsa herkesin diken üstünde oturmasının sebebi de herşeyi bizzat yaşamış olmasıydı.

Zamanla Ustalık mertebesine çıkan Sarı, edindiği bilgiler ve geçirdiği tecrübelerle, şüphesinde ne kadar haklı olduğunu gördüğü halde, Nöbetçiler Evindekileri ikna edemedi. Başka türlü olmasını da beklemiyordu zaten, o henüz genç bir ustaydı ve neredeyse 50’li yaşlarına gelmiş böyle kıdemli bir usta karşısında hiç şansı olmadığını apaçıktı. Gördüklerinin başkaları tarafından da görülmesi gerekiyordu, somut bir şeye ihtiyacı vardı. Şüpheye mahal vermeyecek bir delil, herşeyi çözerdi. Ne yazık ki ustası arkasında hiç bir iz bırakmayacak kadar tecrübeliydi, kurnazlıkta da üstün bir mahareti vardı. Usta Sarı, uzun zaman, üstü kapanmamış bir iz, saklanmamış bir sır ya da bir ucu açıkta kalmış bir yalan aradı durdu. Taa ki, eski ustasını, gizlice çıktığı gezintide, karanlık yaratıklarla eski yoldaşlarıymış gibi konuşurken gördüğü geceye kadar.

O gece, keşfettiği gerçekler yüzünden yıllarca kalbi ezildi. Belki bu kalpsiz ve vicdansız adamın nasıl bir düzenbaz ve alçak olduğunu daha önce ortaya çıkarabilseydi, onlarca canın hayatını kurtarabilirdi. Ustanın en büyük özelliği; hayatta kalma yeteneği, sanılmıştı yıllarca ama gerçek çok farklıydı. O, karanlık yaratıklarla anlaşmak konusunda büyük bir ustaydı. Her nasılsa, karanlığın yaratıkları onu öldürmeyip diğer çırakların canı karşılığında onu hayatta tutmuştu. Müzakere yeteneği olağanüstü, ikna kabiliyetindeki hesapçılık Erlik Han’ı kıskandıracak kadar incelikli olmalıydı. Zavallı çırakların hepsi, bu hainin hayatta kalması ve karanlık yaratıkların koruması karşılığında, kurban edilmişlerdi.

Usta Sarı, Nöbetçiler Evine dönüp gördüklerini anlattığında, kimsenin, onun bir hain ve eli kanlı bir katil olduğundan şüphesi kalmamıştı. O gece, sonradan Katil diye anılan Usta, Nöbetçiler Evine döndüğünde kendini savunmadı, suç üstü yakalanmış olmasına aldırmadı. Sadece gözlerinde beliren korkunç bir delilikle şimdiye kadar nasıl olup da anlamadıklarından ne kadar sığ beyinli aydınlık ahalileri olduklarına kadar sayısız hakaretler etti. Eşiğe tükürerek, evi terk edip dışarıda onu beklediği belli olan karanlığın yaratıklarına kendini sundu. Sanki bütün yaşamı boyunca kararmayı beklermiş gibi hasretle katıldı aralarına. Ve karardı. Kapkara oldu.

Sonra, birer hiçlik kuyusuna dönen simsiyah gözlerini Nöbetçiler Evine dikip yıllardır içinde biriktirdiği garezle haykırdı. “Kollayın kendinizi gafiller. Karanlığın askeriyim şimdi. Kuytularda, yanlış dönülen köşelerde ve sisler içinde adınızı seslenip tek tek avlayacağım hepinizi. Taa ki, tek bir aydınlık ahalisi bu kayalığın üstünden silinene kadar da huzur yok bana!”.

Ve kendini Yokoluş’a bırakıp sırra kadem bastı.

Kimler gelmiş kimler geçmişti Sırların Sırrından, bununla beraber, siyah kayalıklarda yürümüş ve zincirlerle örülü evde konaklamış, tüm usta ve çıraklardan daha başka birşeydi Yeşil. Öncekilerden hiç biri onun önsezilerine sahip değildi. Sanki kalın duvarların ötesini görür gibi bakar, zihinleri okur gibi izlerdi herkesi. Kimsenin görüp duyamadıklarınından haber getiren de yine kendisi değil miydi? Sorduklarında, “…benim kalp gözüm açık…” dememiş miydi? Bu haliyle, Varoluş ve Yokoluşu kimsenin anlamadığı gibi anlayabiliyordu. Üstelik bu anlayış sanki karşılıklıydı. Sarı ve Yeşil dönen girdaplara her baktığında, onlar da Yeşil’i izliyorlar, gibiydiler. Tek tek her adımını… Kayalığın değişen manzarasını keşfe çıkışını… Henüz bulunmamış ve birazdan kaybolacak yarıklardan içeri girip ateşten örülmüş gibi duvarları süsleyen zincirlerle sohbete gidişini gören ve dönüşünü bekleyen de onlar değil miydi?

Üstelik, Yeşil’in şifa yetenekleri üstündü, tedavi edemediği hastalık, yerine oturtamadığı hiç bir kemik yoktu. Tek bir şeyi becerememişti şimdiye kadar. O da ölüme çare olamıyordu bir türlü. Onu kurtaran Çoçuğun yaptığı gibi baş parmağını zavallıların soluk alınlarına koymamışmıydı kaç kez?

Yazık onlara hiç biri dönmemişti geriye…

Yazık Yeşil’e hep gömmek zorunda kalmıştı nicelerini…

Başka bir şey daha vardı, Yeşil’de… Kayalıklara oyulmuş evin unutulmuş, yitip gitmiş ya da gizli saklı kalmış ne köşesi varsa bulup çıkarmıştı. Zaman içinde gözler silinmiş, buhar olup uçmuş, kuytulara çekilip sırra kadem basmış nice hatırayı, kayıp koridorları, sahipsiz kalmış eşyaları keşfetmişti. Bunu da kırlangıç şeklini alan ruhunun evde girilmedik delik bırakmayıp dip köşe dolaşmış olmasına bağlıyordu.

Kurtarıcısı haklıydı, iyileşene kadar çok acılar çekmişti. Belki iç gözünün bu kadar açık olmasının sebebi buydu. Bilemiyordu. Emin değildi. Dahası günün birinde nedenini öğreneceğine emindi. Bununla beraber, kimsede olmayan yetenekleriyle, hapis kaldığı bu boz kayalıktan kurtulmanın yolunu aradığı da önceki Usta ve Çırakların fark etmediği bir sırdı. Ne yazık ki gizli çabaları hiç bir sonuç vermemiş ve kimsede olmayan yetenekleri bile Sırların Sırrından kurtulacak bir yol bulmasına yeterli olmamıştı

-III-

Yeşil, kıdemli ustaların arkalarından hiç bir iz bırakmadan sırra kadem bastıkları Büyük Kayboluşu aklından çıkarmakta zorlanıyordu. Kimi zaman kendini, boşluğa bakar bir şekilde, o hikayeyi ilk duyduğu günün dehşetini hissederken bulurdu. Onu rahatsız eden, ilgisini çeken ve kayalıktan kurtulabilmek için aradığı cevabın içinde olduğunu hissettiren hikayeye göre; günün birinde Varoluştan düşen bir Çırak, her yanı yara bere içinde ve korkuyla titreyerek siyah kayalıkların üzerinde uyanmıştı. Çevresine bakınmış, seslenmiş, yardım istemiş ama duyabildiği tek şey, biri doğu yönünde diğeri onun hemen karşısında, batıda, dönen girdaplardan gelen boğuk bir sessizlikti. Sessizlik boğuk olabilir miydi? Eğer, tüm sesleri yutmaya karar vermişse, olurdu! Peki ya sessizlik can yakar mıydı? Gözün gördüğü halde aklın reddettiği iki devasa kutsalın gölgesinin düştüğü kayalıkta uyanmışsanız, üstelik, hem bedenen hem ruhen kayboluşun yarattığı dehşetle ölmüş mü yoksa yaşıyor musunuz farkında değilseniz, hele ki kimse yardım çığlıklarınıza cevap vermemişse, yakardı…

Dipsiz

Aklı, fikri ve kalbi dokuz katlı Düzen’e yayılmış hikayeleri bulup çıkarmak ve onların koruyuculuğunu yapmak olan bir Dipsiz’im. Plazada çalışan bir beyaz yaka, öğrencilerine ilham fısıldayan bir resim öğretmeni ya da kendi işinin peşinde bir küçük esnaf olabilirim. Hangi kimliği giyersem giyeyim değişmeyecek olan şey bir gün Yüzüklerin Efendisi’ni okuduğum ve hayatımın bir daha asla eskisi gibi olmadığıdır. Üniversitede ya da yüksek lisansta öğrendiklerimin hepsini unuttuğumun, çeşitli işlerde çalıştığımın, yabancı dil bildiğimin hiç bir önemi olmadığını bu platformda tek istediğim; 2000 yıla yayılmış mitolojik mirasımızın çok boyutlu ve katmanlı yapısı ile hikayeler anlatmaktır.

Varoluş ve Yokoluş – 2” için 9 Yorum Var

  1. Devam öyküsü yazdığın için en başa bir özet koymanda fayda olabilir. Aradan bir ay geçince aklımda şu kaldı sadece:
    Katmanlı bir hikaye. Varlık ve yokluk arasındaki dengeyi anlatıyor. Yeşil ve bir renk daha vardı, sanırım kırmızı. Büyücü ve çırağı vardı. Kazanda yeşil ve kırmızıyı kazanda kaynatırken bir şeyler oluyor. Çırak da biraz çekingen bir çocuk.

    Şimdi senin 2. öykünün 4,363 kelime. Onu okumadan önce, 1. öyküyü tekrar okumalıyım ki, 2 öyküyü kavrayabileyim. O da maşallah, 2,551 kelime.
    Bu ay, ben veya herhangi bir okur, seni tanımak için 6,814 kelime okumalı. Ki bu rakamın altında klasikler biliyorum.

    Senin farklı olduğunu görüyorum ve düşüncelerini merak ediyorum. Bu yüzden 2 öyküyü de okuyacağım, ve bitirince tekrar döneceğim.

    1. Merhaba Deniz, Açıkçası beni çok mutlu edersin… Düşüncelerin ve yukarıda belirttiğin noktalar benim için çok önemli.

      Kelimeler noktasında haklısın. Hikaye yazmak ayrı bir marifet. Bu marifet sende var mesela ama bende yok ne yazık ki… Her gönderdiğim birbiriyle bir şekilde bağlantılı olayları anlatsa da kendi içinde ayrı hikayeleri anlatıyor. Yine de bu bağlantıları gösterecek kadar ilerleyemedim. Üstelik henüz gerçekten aklımdaki olayları anlamaya başlamadım bile… Bu gidişle kimsenin okumayacağı ortalama 2,500 kelimelik bölümlere bölünmüş uzun yazıları Kayıp Rıhtıma göndermiş olacağım… Galiba, sonunda da kimse beni tanımayacak. Bu da bir olasık. Bunun üzerine düşüneceğim. Uyardığın ve fikirlerini paylaştığın için çok teşekkür ederim.

      Sevgilerimle Dipsiz.

  2. Görünüşe bakılırsa öykünü bölüm bölüm okuyacağım. Yukarıda kendinde yazmışsın uzunluğundan. Bence yorumlanan öykülerin uzunluğunu göz gezdirip kendine bir üst sınır koy.

    Geçen aydaki yorumumu tekrarlamaya lüzum görmüyorum. Öykün kendi içinde harika. İki aydır verdiğin eserde, bir ucu standart gerekliliklerde eksiklik olsa da (ki bunlar yazdıkça düzelecektir) diğer ucu kitabı olan yazarların bile ulaşmak istediği bir seviyeye çıkıyor. Selçuk Gökhan Kalkanoğlu’nun öykülerine bir göz at derim. İkinizin iyi anlaşacağını umuyorum.

    Ayrıca tersine, zorlandığın şekilde yazmalısın ki, ben veya diğer yazarların desteği ile eksik olduğunu düşündüğün yönlerini tamamlayabilirsin. Kendinin yeterli olmadığını söylemişsin. O halde bir beğeni beklemek yerine, eleştiri toplamaya çalış, derim. Bu da daha doğru bir yemle olacaktır.

    Sanırım devrik cümleler ile öykünün gizli kalan vurguları ortaya çıkacak.
    “Nerede olduğunun farkında değildi Yeşil, ve en ufak bir fikri bile yoktu, hangi güne uyandığı hakkında.”

    Ve böylece yıkıldı, büküldü, eğildi ve kirlendi Yeşil…
    Sanırım, ilk baştaki “Ve” bağlacını kaldırırsan, cümle daha duru olur. Evet, anlam aynı değil ama… Ayrıca, “eğildi, ve kirlendi” diye yazmayı düşünür müsün. Buradaki virgül vurgunun sürekliliğini sağlıyor.

    “Soluk, kara bir duman gibi gezinen kötücül bir Rüzgar’ın,”
    Bu mükemmel anlatımda bir çıkıntı var gibi. Fakat bir türlü bulamadım. Çift sıfattan kaynaklanabilir gibi. Eğer öyleyse: “Soluk bir duman gibi” demek fazlası ile iş görür.

    “Kararsın ruhların kapkara, simsiyah…”
    Açıkcası böyle bir cümleyi sendne beklemiyordum. Yabancı bir dilden tercüme gibi olmuş. “Kararsın ruhun taş/gök/ay/ gibi.” gibi farklı bir şey beklenilen bir yazarsın.

    Sakın moralin bozulmasın, bunlar güzelliğin içinden cımbızla çekilmiş örnekler sadece.

    Ben zor odaklanan birisi değilim. Bu yüzden uzun cümlelerinden dolayı ne yazık ki hikayenden kopuyorum. Bunu sakın bir şikayet olarak alma, sadece bir okuyucunun gözlemi olarak düşün. Cümlelerin harika, ancak sanki öykünün kanını emen birere sülüğe dönüşüyor. Tüm dikkati üzerine çekiyor.

    “Gözüken, sonra gözükecek olan ve hiç bir zama dile gelmeyecek olanlar” konusunda sana katılıyorum. Özellikle dile gelmeyecekler olanlarda… Bu katman, sadece ve sadece yazarla benzer tecrübeleri paylaşan okurlara yazılır. Beni her zaman gülümseten bir örnek vermek gerekirse: “Koku”

    1. Merhaba Deniz,

      Bir süre düşündüm söylediklerini. Haklısın arkadaşım.. yerden göğe kadar haklısın… Güvenli bölgeden çıkalım ve yeni bir şey deneyelim o halde 🙂 Aslında kurgusal ve yapısal olarak yazdıklarıma tekrar bakmamı sağladın. Bunun üzerine tekrar düşüneceğim. Sonuçlarını merak ediyorum…

      Görüşlerin sayesinde fark ettiğim bir diğer şey ise; yazdıklarımın biraz daha sadeleşmesi gerektiği oldu. Fark etmemişim ama ben sıfat seviyorum 🙂 Ancak fazla olunca boğuyorlar. Hikayenin olay örgüsünün zamanlamalarıyla da oynayacağım. Anlatı değil de olayların gerçekleşmesi sıralamasında bir şeyler yazmayı deneyeceğim bu ay.

      Zaman sınırlı ama haydi yeni bir şeyler deneyelim o halde 🙂
      Görüşleri çok kıymetli. Tekrar çok teşekküler

      Selamlar
      Dipsiz…

  3. Merhabalar. Diğer öykülere yazdığın yorumlarını okudum. Ve teknik konusunda, özellikle yapısal teknik konusunda seni kıskandığımı söylemeliyim. Aşağıda birkaç örnek veriyorum. Teknik konusunda kendimi geliştirmek istiyorum. Verebileceğin her tavsiye karşısında minnet duyarım.

    “Şaman olmak büyücü olmak karakterin dokusunu ören ve onu tanımlayan bir şey, yaşlı olmak ise onu niteleyen bir başka şeydir. Hiçkimsenin aynı zamanda Savaşçı ve genç bir adam olması gibi. Eğer konuşmalarda Şaman’ı bir tür unvan gibi kullanmıyorsan ağırlıklı olarak ismini kullanman, olay örgüsünden bahsederken ya da ruh durumuna girdiğinde, onu tanımayan üçüncü bir kişi ile konuşmasında da onu niteleyen ifadeli kullanman tek bir karakteri farklı isimler arasında kaybetmeni engeller. Bu bir tür yazınsal zenginlik aynı zamanda. ancak kafa karışıklığı da yaratabilir.””

    “Bununla beraber bazı yerler sanki bir “hikaye” havasından çıkıp senin “anlatına” dönmüş. Hikayenin parçası değil de sanki bir “bu böyledir. O da böyledir. Şu da şöyledir” gibi bir hale bürünmüş..”

    1. Merhaba Arkadaşım Deniz, Bu ay gönderdiğim öyküye/öykülere iyi bak. Birinin nedeni sensin. Neler düşüneceğini merak ediyorum . Yapısal teknik konusunda ise, elbette, seve seve ve her zaman; gücüm ve hayal gücüm yettiğince…
      Bununla beraber; bence sen gayet iyi hallediyorsun bunları. Sadece hikayelerine yabancı bir göz olarak okusam bile yeter. Hepimizin gelişmek için okunmaya ihtiyacı var değil mi 🙂
      Yakında görüşmek üzere
      Sevgiler
      Dipsiz

      1. Merhabalar, Öncelikle yapısal teknik konusunda, başarı ile neden-sonuç ilişkisi kurabiliyorsun. Bu ya göz ve tecrübe ile, ya da göz ve okuma ile olur diye düşünüyorum. Şimdi “seve seve” demişsin ama, cümlenin sonu boş. Hani bir kitap, bir roman, bir yazar, çalışma taktiği falan ekleseydin bari de, cümle üç nokta ile değil, nokta ile bitseydi.

        Gelecek ay için öyküler demenden memnun oldum. Farklı hikayeler mi yoksa benzer mi diye sabırsızlanıyorum. Bir kaç gün önce, gece yarısı 2. öykünün kalan kısmını okudum. İşte o anda anlattığın dilini duymaya başladım. Hani derler ya, yağmurlu havada bestelenen müziği yağmurlu havada dinlemek gerekir diye, sanırım yazarkende farklı bir durumda dökmüşsün kelimeleri.

        Yani şimdi başa dönüp tekrar o 6.500 küsür kelimeyi okumak zorundayım. Fakat durumdan memnunum. Tarih konusunda söz veremiyorum, ama sanırım seninde acelen yoktur.

        Eğer hikayenin başında bir örnek paragraf verseydin, kılavuz gibi, işim daha kolaylaşırdı. Yani olayların kökündeki ana durumu kısa bir öyküleseydin… Okumayı bitirince, daha detaylı anlatmaya çalışacağım.

        1. Uc nokta, sana buradan faydasi olabilecek birseyler aktarabilmek icin seni bir kez daha okumama ve dusunmeme izin  verirsen cok sevinirim, demekti 🙂 siz gencler, kanlariniz deli dolu akiyor degil mi… Sevgili Deniz, once; onerecegim kitabi okuyarak ya da check liste isaret koyarak bunu yapamayiz.  sunu hic bir zaman unutma: sen bir yazarsin. Yazabiliyorsun. Sordugun konularda gelismek icin yapabilecegin tek bir sey var: yazdiklarini silme becerisi kazanmak! Bunun anlami su; yazmak; tek istedigi akmak olan, onune bentler cekilemeyen coskulu bir nehirdir. Ancak eger nehri yataginda tutamaz, her istedigi yerde kollara ayrilmasina izin verirsen sonunda hic bir yere ulasmaz. Bastaki gucunu kaybeder, amaci belirsizlesir, karakteri zayiflar, netligini kaybeder. Bu yuzden once farkindaligini gelistirmelisin. Neyi neden ve nicin yaziyorsun? Bir puzzle yaptigini dusun, analitik duzlemde her bir parcayi evirip cevirmez miyiz? Oykunun icinde kelimeleri de karakter ve olaylari da öyle yerlestirdigini dusun. Fazlaliklardan iliskisiz parcalarda herhangi bir yere varmayacak ve zamanla derelere donusup kuruyacak kollardan kurtul. Kendinde soylemissin, neden sonuc iliskilerinin sende farkindasin…. son noktayi koydugunda oykunun icinde sana ragmen orada olan hic bir sey olmasin. Ne bir kelime ne bir noktali Virgul. Baslangicta beliren hikaye hic bir zaman senin gercek hikayen mi degil mi bilemezsin. Belki ara kollardan biri Ana hikayeye donusecek. Bunu sen hissedeceksin.
          Hikayeni bitirdigini dusundugunde bir sure bakma. Sonra kirmizi kalemle acimasizca katlet fazlaliklari, acimasiz ol. Merhamet gosterme ama baska bir yerde kullanmak icin aklinda tut. Iste yapisal Teknik denilen sey kendi icinde bir tutarli butun yatmaktan baska bir sey degildir. Bu yuzden bana gore bir yazar yaratmaktan cok yok eder…  mesela ilk hikayende “sefin gozu cocugun cizik cizik omzuna” kaydigi ve babasinin aslinda cocugu dusundugunu, soyledigi bir yer var. Mesela ben orada cocugun babasindan dayak yedigini bu yuzden yedek parcaya ihtiyaci oldugunu dusunmustum. Belki 1000 kiside 1 ben boyle anladim… Yine de boyle bir konuda herkes herseyi ayni anlamasi icin puzzle ‘a dikkat. Ikinci bezelye tanesi: annesine cesedini ve konusan kisinin ezilmis yillari, guzel bi bitis ama nereyle bagli. Konusan kisi baba mi? Annesi nerede ezilmis? Bir ziyaret degil miydi bu? Aile bulusmasi belki? Hikayeler bir geometric sekle benzeselerdi bence cember olurlardi. Hikayedeki  cemberlerin her zaman kapandigindan Ya da okuyucunun onlari kapayacagi izleri biraktigindan emin ol. Ucuncu bezelye tanesi: her bir kelimeyi puzzle oturtuyorduk ya; parmakalarini topraga geciren karakterin ucuncu cumlesindeki “hortum” u bahceyi sulayan bir alet olarak algiladim. Ancak sonra ne demek istedigini kavradim. Gokyuzunden topraga degen kollari, gibi bir seye ihtiyac duydum. Nasil ki bazen budamak lazim bazen de yesertmek ve buyutmek lazim. Demeye calistigim, okuyucu ile aranda kopru kuran sadece kelimelerin var. Terazinin basinda sen varsin. Sen ne kadar verirsen biz o kadar aliriz. Bunu Kararinda oldugundan emin olmak icin busefer yesil kalem diyorum.
           Diger seyler:karakterlerini baslangictan itibaren nasil gelisecegi sana bagli. Ancak onlara cok yuklenme. Fazla ozellik bogucu olabiliyor. Karakterin icsel ozellikleri hikayedeki yerini belirler. Hikayenin ilerleyisiyle ve zamanla ortaya cikar. Bu yuzden dokusunun iyi orulmesinden cok net olmasi daha onemlidir.  Yani muhtesem ozelliklerin sinirleri potansiyeli nerede ne zaman kullanilacagi belirsizse karmasaya neden olur. Karakterin amaci ve amacina ulasirken ki yolu net olmalidir.  Karakterin dissal ozellikleri ise hikayenin basinda ilk goruste bellidir. Yasli genc savasci koylu olusu. Bu öyle bir sekilde verilmeli ki kahraman kesfedilene kadar bizi onunla birlikte tutsun. Baska birsey: zamanlama. Kritik bir konu. Olus sirasini verirken dikkat. Fizik kurallari hikayelerde bukulebilir ama insanlarin okurkenki algilama kabiliyeti her zaman aynidir. Gordugun gibi yeni birsey soylemiyorum. Onerecegim bir kitap yok. Sadece icinden geldigi gibi yazmanin isin kolay onu bir sekle sokmak icin yontmanin zor oldugunu soyleyebilirim. Yazdiklarina surekli sorgulayarak bakmanin yazma eyleminin buyusunu kacirdigini dusunebilirsin… Bunlar, nasil desem benim yogurt yeme seklim. Tecrubelerim… kendime gore buldugum yol. 🙂 istedigin cevaplari vermedim biliyorum… neden acaba? 🙂 beraber balik tutmayi ogrenmek devam… 🙂

          Sevgiler
          Dipsiz

  4. Silme ve ekleme konusunda haklısın. Zamana bırakmalıyım sanırım. Bu iki konuda da zorlanıyorum, fakat ne gelir elden. Bir yol var gidilecek, ve yolu gitmek gerek.

    “Paket” hikayesinde dediğin gibi; çocuk, babasından dayak yediği için kola ihtiyacı varmış gibi bir anlam ortaya çıkmış. Hikayeyi geliştirmek adına bile kullanılabilir.

    “Bezelye Taneleri” ve diğer öyküler ile ilgili sanırım tavsiyene şiddetle uymalıyım. Farkındalık, veya başka bir değişle başka bir gözle bakmak için hikayeyi birkaç gün dinlendirmeliyim. Yoksa sadece yazan gözüyle bakmış oluyorum, okur gözünden inceleyemiyorum.

    Faydalı noktaları özetlemişsin. Minnettarım. Yazmanın büyüsü konusunda; bilakis, benim hoşuma giden ne yazmak olduğu kadar, nasıl yazmak da. Bence asıl büyü kelimelerin ardında, onların dizilişlerinde. Tekrar teşekkürler notlar için.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *