Öykü

Karanlık Günler 3 – Kusursuz Denge

NOT: Okuyacağınız bu öykü KEPENEKLİ ADAM ve BEYABAN adlı öykülerin devamı niteliğindedir.


Kılıcını bileyen adamın çıkardığı kıvılcımlar, karanlık mağarada cılız gölgelerin belirip kaybolmasına neden oluyordu. Mağaranın dışındaki kum fırtınası kulakları tırmalayacak kadar hırpani bir sesle uğulduyor, bu iklimin yabancılarına benliğindeki yırtıcılığı gösteriyordu adeta. Adam düşüncelere dalmış, kılıcını bilemeye devam ederken aklına küçük bir çocukken ona ezberletilen söz geldi.

“Kılıcın, düşüncelerin kadar keskin olmalıdır. Yoksa dengen bozulur ve kaybedersin.”

Tahir’in düşünceleri, kafasının içinde en az dışardaki fırtına kadar sert esiyordu. Bileme taşını kılıcın üzerinden tek hamlede geçirdi ve kesintisiz bir ışık huzmesini karanlık mağaraya yolladı. Belli belirsiz ışık, sırtını mağaraya yaslamış olan arkadaşının siluetini bir anlığına ortaya çıkardı. O da en az Tahir kadar düşüncelerine gömülmüştü. Zayıf ışık altında her ne kadar belli olmasa da dizlerinin üzerine koyduğu balyozu sıkıca kavramış, parmaklarının boğumları beyazlaşmıştı. İçinde bulunduğu durumun çaresizliği onu bir öfke selinin içine göndermişti. Çaresizliğini damarlarında akan öfke boğdu ve adam elindekinin sapını daha sıkı kavradı. Çaresizlik ve karanlık birbirinin eşi, sessizlik de onların mağrur çocuğu gibiydi. Çocuğun hükmünü bozan Ali oldu.

“Edeyim böyle işin içine!” Konuşmaya başladığı an elindekini ne kadar sıkı tuttuğunu fark etmiş olmalıydı ki parmaklarını hafifçe gevşetti. Tahir bir an, adama kıvılcımın çıkardığı ışık altında anlamsızca baktı ve tekrar karanlığa gömüldü.

Dışardaki fırtına o kadar sertti ki develer bile mağaranın eşiğinde durmuş içeri girmeye çalışmışlardı. Mağaranın girişi daha geniş olsaydı belki kafaları haricinde vücutlarının geri kalanını da içeriye sokabilirlerdi. Ali bir an ürkek develerin olduğu tarafa göz attı ve bakışlarını yine silah arkadaşına çevirdi.

“Sen iyi misin?” İyi değildi. Elinden gelen bir şey olmayınca Tahir her zaman düşüncelere gömülürdü. Yine öyle bir andı işte. Develer fırtınadan korkmuş ve yola devam edememişti. Tahir ise buna karşılık köşesine çekilmiş silahını keskinleştiriyordu.

Düşüncelere dalmış adam taşı sıkıca kavradı ve kılıcın kabzasından başlayıp ucuna doğru metalimsi bir ses eşliğinde kılıcı parlattı. Kıvılcım öncekilerinden büyüktü.

Girişi dar ama kendisi büyük mağaranın en ücra köşesi bile ışıktan payını aldı. Işık, alışık olmayan gözler için rahatsız edici olmalıydı ki ücra duvara yaslanmış kara gölge huzursuzca kıpırdandı. Ali elindeki balyozu sıkıca tutarak tek hamlede ayağı kalktı, yanlış mı görmüştü yoksa mağarada yalnız değiller miydi? Tahir’in kendisinden önce ayağı kalktığını sonradan fark etti. Ali, bir an silah arkadaşının gölgeye anlamsızca bakıp kılıcını bilemeye devam edeceğini düşünmüştü ama hayır. İş dövüşmeye ve reflekslere gelince Tahir’den iyisini bulmak çok zordu. Tahir savaş esnasında kendi bedeninden ve düşüncelerinden ayrılıp sadece yapacağı işe odaklanırdı. Nede olsa o ordunun elindeki en iyi üç askerden biriydi.

İkili yavaş ve dikkatli adımlarda mağaranın derinlerine doğru ilerlemeye başladı. Ali ilerlerken ayağının tabanına batan irili ufaklı taşları hissediyor ama buna aldırmıyordu. Bütün duyuları karanlığın içinden gelecek tehlikeye karşı pür dikkat kesilmişti. Bir adım daha attı, ardından bir tane daha. Gördüğü karartıya gitgide yaklaşıyordu. Tahir’e bir göz atmak istedi ama karanlıkta yere temas eden yumuşak adım seslerinden farklı bir şey duyamadı. Yumuşak adımlar yavaşladı ardından durdu. Ali balyozunu hafifçe yukarı kaldırdı. Tahir durması gizliden gizliye bir uyarıydı. Karanlık mağarayı bir clik sesi doldurdu. Tahir çakmaklı tabancasının horozunu geriye yatırmış olmalıydı. Ali onu görmemesine rağmen duruşu gözlerinin önünde canlandı. Kolunu dik bir şekilde ileriye doğru uzatmıştı kılıcı sağ elindeydi ve sol elinde ise tabancası vardı. O, kılıcını dışarı çıkarmışken hep sol eliyle nişan alırdı.

Zifiri karanlığı tabancadan çıkan patlama sesi doldurdu. Dışardaki fırtınanın düzenli sesine alışmış kulaklar için ıstırap dolu birkaç saniyeydi. Mermiden kaçmak isteyen siluet namludan çıkan ışık altında bir anlığına görünmüştü. Siluetin sıçrayışına ince bir çığlıkta eşlik etmişti. Ali karartının sıçradığı yere doğru balyozunu hızla indirdi. Bir ciyaklama duyuldu.

“Tamam, tamam. Sakin olun düşman değilim.” Karanlığın içinde sekiz tane küçük top ateş böceği gibi aydınlanmaya başladı. Karşılarında duran bir ayparmaktı. Tahir derin düşüncelerinden sıyrılmış karşısında duran yaratığa bakıyordu.

Ayparmakların derileri timsah derisini andırıyordu. Elleri ise ucu bombeli kurbağa eli gibiydi. Çocuğu andıran vücuduna oranla kocaman bir kafası ve kafasının üstünde bir çift domuz gözü vardı. Karanlıkta parlayan toplar ise yaratığın parmak uçlarıydı. Ayparmaklar yalancı, kibirli ve çıkarcıydılar ve pek ala Tahir de bu durumun farkındaydı.

Söze giren ayparmak oldu. “Çaresizliğin kokusunu hissettim ve koku beni buraya getirdi.” Konuşurken ellerini göğsünde kavuşturmuştu. Parmakları tüm mağarayı aydınlatıyordu. Ayparmak karşısındakilerin konuşmadığını görünce devam etti. “Sizi yer altından geçirip çölün dışına çıkarabilirim.” Yaratığın sesindeki kibir ikiliyi rahatsız etmişti.

“Bunu neden yapacaksın? İyi bir nedenin olmalı.” Tahir’in çakmaklı tabancası, indirdiği kolundan aşağı sarkıyordu.

“Anlaşmalar” diye söze devam etti ayparmak.”Anlaşmalar iyidir. Hem de çaresiz kişi değilsen. Çölden çıkardığım her bir kişi için kemiğin yarısını istiyorum. İkiniz çıkarsanız kemiğin hepsi benim olur ama aranızdan biri fedakârlık yaparsa ona da karışmam tabi.” Ali, ayparmağın sözleri üzerine bir adım öne çıktı. Konuşmak için ağzı aralanmıştı. Göğsüne sertçe çarpan el, Ali’nin gerisin geri gelmesine neden oldu. Tahir aşırı fedakâr arkadaşını zamanında durdurmuştu. Bu yerden bacaklı, kendini iyi pazarlıkçı zannediyordu ama Tahir kolay pes etmeyecekti en azından sıfırı tüketene kadar.

“Bizi çıkarmana karşın sana yaşama hakkı veriyorum. Bu nasıl?” Kibirli ve kendini zeki sanan bir varlık, hakaretle karışık tehdit karşısında her zaman bir adım geri atardı. Ve Tahir düşüncesinde haklı çıktı. Ayparmağın yüzünden belli belirsiz bir tereddüt dalgası geçti. “Tamam, sakin ol, üçte bir nasıl. İkinizi çıkarırım ve kemiğin üçte biri.” Her şey oldukça yolunda gidiyordu Tahir rahatsız olsa da bunu belli etmedi. Bir kafa hareketiyle Ali’yi peşine taktı ve mağaranın ağzına iyice yaklaştı. Fırtınanın sesi, kulak misafirleri için geçilmez bir kapı gibiydi. Tahir, iri dostuna iyice yaklaştı.

“Yola ilk sen çıkacaksın kadim dostum. Kemik bende kalacak, çölden güvenle çıktığın zaman, bana söylemesi için ayparmağa şifreli bir mesaj vereceksin. Hareketlerimi mesajın belirleyecek.” Ali, dostunu askeri nizam içinde onayladı. Tahir, mağaranın dibine bıraktığı kirli çuvalı aldı. Yolculuk için tüm araç gereçlerini bu çuvala doldurmuştu. Çuvalın ağzını büzen ipi iki eliyle gevşetip elini içeri soktu. Eski bir altıpatlar ve üç küçük bıçağı iri adamın avcuna koydu. “İçeride olacak her şeye hazırlıklı olmalısın. Ayparmaklara güvenmek gökyüzüne ulaşmak için yerinde zıplamak kadar ahmakçadır. Yer altında balyozunu sallayacak kadar yer bulamayabilirsin. Bunların sana yardımı dokunabilir.” Ali bir şey demedi. Tahir’i son kez selamladı ama bu selamlama askeri bir nizamdan ziyade dosta verilen bir selamdı. Tahir giden arkadaşının arkasından bakarken kemiği belindeki kuşağa gizledi. Her şey yolunda gibiydi; fırtına öncesi sessizlik gibi.

***

Ali, ayparmağın yere saniyeler içinde açtığı çukurdan içeri girmişti. İkili gözden kaybolduğu an Tahir karanlığa gömülmüştü. Yalnız adam el yordamıyla yanındaki çuvalı bulup zırhının parçalarını çıkarmaya başladı. İlk çıkardığı, kaval kemiğini örtecek parça olmalıydı sonraki önkolunu, ardından çıkardığı ise omuzluğuydu. Tahir çıkardığı parçaları üzerine giymeye başladı. Parmakları bu işte ustalaşmıştı. Zırhı olması gereken yere koyuyor ve kayışları zorlanmadan bulup sıkıştırıyordu. Sıra göğüs zırhına gelince işi biraz uzun sürmüştü ama usta parmakları onun da üstesinden gelmeyi başarmıştı. Zırhını kuşandıktan sonra çuvalından envaı çeşit silahlarını çıkarmaya başladı.

İki uzun tüfeği sırtındaki yuvalara çapraz biçimde oturttu. Uzun kılıcını ise tüfeklerin arasına diklemesine yerleştirdi. Cenbiyesini sol kısmına, iki hançerini kolayca ulaşabilecek şekilde belinin arkasına koydu. Son olarak iki çakmaklı tabancasını sağ ve sol tarafına düzgünce yerleştirdi. Kemiği kaftanın kuşağından çıkarıp yanına aldı. Her şeye hazırlıklı olma çabası onu bu hale getirmişti; ayaklı bir cephaneye. Yalnız adam, sırtındaki silahların izin verdiği ölçüde oturmaya çalıştı. Bir süre öylece durdu ve elindeki kemiği parmaklarını arasında ileri geri götürmeye başladı. Bu hareketi yüzlerce kez yaptıktan sonra Ayparmağın açtığı tünelin aydınlanmaya başladığını gördü. Çukurdan çıkan bir çift bombeli el, sahip olduğu bedeni zorlanarak yukarı çekti. Yaratık aylakça Tahir’e doğru yaklaştı. Elleri her adımında ileri geri sallanıyor ve düzensiz gölgelerin oluşmasına neden oluyordu.

“İri arkadaşının sana bir mesajı var.” Tahir dizlerinden destek alıp ayağa kalktı. Yaratık Tahir’in silahlanmış halini görünce istemeden bir adım geriledi.

“Ya? Mesaj neymiş peki?” Ayparmak kollarını mağrurca göğsünde kavuşturdu. Korktuğunu belli etmeyecek kadar kibirliydi.

“Güvercin güneşe uçuyor. Bana söyledikleri bunlar.” Yaratık sözcükleri söylerken Tahir’in yüzünü dikkatlice incelemişti ama adamın yüzü tamamen duygusuzdu. Güvercin güneşe uçuyor diye içinden tekrar etti Tahir. İlk bakışta her şeyin yolunda olduğunu hissettiren bir cümleydi ama işlerin hiçte yolunda olmadığını gösteriyordu. Ayparmağın kendilerini kandırmaları için bir sebebi olmalıydı. Belki de orduya karşı Tahir’in bilmediği bir tutumu vardı ya da kemiğin tamamını istiyordu. Ayparmaklardan daha azı beklenemezdi zaten.

Tahir birkaç günlük sert sakalını ovuşturdu ve gözlerini doğrudan yaratığın gözlerine dikti. “İyi madem. Yola koyulalım.” Sözlerini söylerken yüzündeki gülümseme o kadar gerçekçiydi ki sinsi yaratık bile şüphelenmeyi aklının ucuna getirememişti.

***

Ayparmak önden yürüyor, yolcuğa liderlik ediyordu. Parmak uçlarındaki ışıkları söndürmüştü. Tünelin her iki duvarından dışarı doğru fırlamış olan uzun kristaller, diplerinde yanan bir ateş varmışçasına ışıldıyor, ikilinin gittiği yolu aydınlatıyordu. Tünel, uzunca bir yolu sapmadan kat ediyor ve kristaller tüneli ateşten bir oyuğa çeviriyordu. Tahir kristallerden birine uzandı ve parlayan madenin bir uzvunu zorladı. Uzuv itiraz etmeden, sessizce kırıldı. Tahir göz ucuyla ayparmağı yokladı. Yaratık hiçbir şeyden şüphelenmemiş gibiydi. Adam yolda göze çarpan birkaç uzvu daha kırıp göğüs plakasının içine yerleştirdi. İnsanlar bu kristalleri özel işler için kullanırlardı. Taşınabilen ışığı herkes severdi ama kristalin nadir bulunması onu sevenlerin sayısını azaltıyordu.

Kristallerin sarıyla karışık kırmızıya boğduğu tünelde ilerlemeye devam ettiler. Ayparmak aylakça yürümeye devam ediyor, belli aralıklarla durup arkasına bakıyordu. Biraz daha ilerledikten sonra Tahir elini kaldırıp tünelin tavanına dokundu. Dirseğini hatırı sayılır biçimde kırmasına rağmen eli tavana değiyordu. Gittikleri yol gitgide daralıyor gibiydi. Böyle devam ederlerse birkaç dakika içinde Tahir emekliyor olacaktı, buna bir çözüm bulması gerekiyordu.

Tünel, yol ayrımına gelince ayparmak durup arkasına döndü.

“Buradan sağa döneceğiz, geldiğimiz yol kadar ilerledikten sonra fırtınanın dışında, çölün sınırında olacağız.” Tahir önce yaratığa sonra yaratığın eliyle işaret ettiği uzun yola baktı. Yol, gözle görülür biçimde daralıyor bunun yanı sıra tünelin duvarlarını aydınlatan kristaller bulunmuyordu.

Tahir’in kasları gerildi. Hareketi o kadar hızlıydı ki ayparmak çakmaklı tabancaya bakınmakla yetindi. Silah yaratığın koca kafasına öfkeyle tükürdü. Yaratık bir adım geriledi ve tok bir sesle yere çakıldı. Kan, ayparmağın kafasının altını doldururken, parmakları düzensizce yanıp söndü ve hareketsiz kaldı. Tahir yaratığa bakarken yüzünü buruşturmuştu. Bir yaratığın sinsi, kurnaz ama aynı zamanda salak olması eşine az rastlanan bir şeydi. “Kibri zekâsını gölgelemiş salak varlıklar.” Tahir’in sesi fısıltı gibi çıkmıştı. Adam kan gölcüğüne basıp topuğu üzerinde sola döndü. Çakmaklı tabancayı yavaşça doldurmaya başladı. Kat etmesi gereken uzun bir yol vardı.

***

Yol karanlıklaşmaya devam ederken sıcaklık artıyordu. Tahir sağdaki yolun tuzak olduğundan emindi peki soldaki yol? İlerlediği yol hakkında hiçbir fikri yoktu. Zaten önünde iki seçeneği vardı; ya Ali’ye ulaşıp onu kurtaracak ya da çıkışa varıp kemik parçasını Suzan’a götürecekti. Kafasındaki plan dahilinde her iki durumda da bir ölüm söz konusuydu. Tahir soldaki yola saparak olayı tamamen şansa bırakmıştı. Aslında kendisi için üçüncü bir ihtimal daha vardı. Arkadaşı eğer öldürülmüşse- bu düşünce canının sıkılmasına neden olsa da bir ihtimaldi- onu bekleyen son, kadim dostuyla aynı olabilirdi.

Tahir tamamıyla karanlığa gömülüce durdu. İstemeden de olsa hızlı tempoda yürümüş ve yorulmuştu. Nefesi düzenlemek için birkaç dakika bekledikten sonra göğüs plakasındaki kristallerden birini çıkardı. Yakın duvarlar haricinde ilerisi zifiri karanlıktı. Tahir kristali sol eline alıp alışkanlığı gereği meşalenin sapını tutuyormuş gibi havaya kaldırdı. Sıcaklık ilerledikçe artıyordu. Tahir, açık havaya varma düşünceleri kafasından savdı. Gittikçe derine iniyordu. Yürümekten yorulana kadar ilerledi. Tünelin en derinlerinden gelen cılız haykırma sesi Tahir’in olduğu yere çakılmasına sebep oldu. Bu ses Ali’nindi! Ama amansızca savaşıp balyozunu indirmeden önce attığı naralardan değil, canı acıyan bir adamın çıkardığı türden bir sesti. Tahir adımlarını hızlandırıp karanlıkta ilerlemeye devam etti. Karşısına çıkan üç tünel ağzından hangisine girmesi gerektiğini anlaması için Ali’nin bir çığlığının ona yol göstermesi gerekti.

Ali’nin her çığlığında Tahir’in yorgun yüzü buruşuyor, el verdiğince hızlı ilerlemeye çalışıyordu. Tünel girişleri, uzun yollar tekrar tünel girişleri ve tekrar uzun yollar. Olaylar o kadar tekrarlanmıştı ki Tahir daire çizdiğini düşünüp birkaç kristali geçtiği yollara bırakarak ilerlemeye devam etmişti. İlerlerken kristallere bir daha rastlamamıştı ama aynı zamanda gitmek istediği yere de ulaşamamıştı. Adam aynı monotonlukla ilerlemeye devam etti. Bir dizi tüneli geçtikten sonra farklı bir şeyle karşılaştı.

Tünel, farklı ağızlara ayrılmak yerine iri ve şekilli bir kayayla son buluyordu. Kayanın üzerindeki bir Davut yıldızı sembolü vardı ve figür kor gibi yanıyordu. Davut Yıldızı diye tekrarladı içinden Tahir. Çobanın çağırdığı iblis bu taşın ardındaydı. Ali’ye acı çektiren kişi, çobanın çağırdığı iblisti. Ordu bölgeyi karış karış aramış ama bir şey bulamamıştı. Bu da demek oluyordu ki iblis kaçmış ve yer altında ayparmaklarla iş birliği yapmıştı. Suzan’ın dediğine göre bu iblis oldukça güçlüydü. Tahir’in iyi bir plan yapması lazımdı ama bu olmadı. Tahir ne yapacağına karar veremeden mühürlü kapı sarsılmaya ve kendi ekseni etrafında dönmeye başladı. Dönen kaya iki kenarı açık bir kapıyı oluşturdu. Açıklıktan esen hava nemli ve sıcaktı. Tahir öne doğru bir adım attı. Eli kılıcının kabzasındaydı. Savaş kaçınılmazdı.

***

Kayanın ardında oyularak yapılmış dev bir kubbe vardı. Kubbenin tavanındaki kocaman Davut Yıldızı içeriyi oldukça ürkünç kılıyordu. Kubbenin bir köşesinden akan sıcak lavla diğer taraftan akan su ortada buluşuyor, dibi görünmeyen çukura düşerken etrafı buhara boğuyordu. Buhar perdesinin arkasındaki yüzlerce ufak nokta ateş böceği gibi ışıldıyor perdeye uzun bir insanın siluetini düşürüyordu. Ayakta, hiçbir şey yapmadan duran uzun adamın ayaklarının dibinde, tükenip diz çökmüş başka bir adam vardı. Yerdeki bitap düşmüş adam Ali olmalıydı. Ayaktaki ise yüzlerce masum insanın ölmesine ve Suzan’ın ölümün eşiğine gelmesine neden olan iblisti. Tahir dikkatlice ileriye doğru bir adım daha attı. İblisin kendisini fark ettiğini biliyordu, sadece onu perdenin dışına çekmek istiyordu. İkinci adımla beraber, iblis perdenden kopardığı bir parça buharla beraber Tahir’in olduğu tarafa geçti. “O geri zekâlının oyununa gelmeyeceğini biliyordum. Ama oyuna gelmen belki senin için daha acısız bir son olurdu.” Uzun boylu kötülük abidesi, adımlarını kusursuz bir güzellikle atıyor, mükemmel yüzüyle adımlarını tamamlıyordu. Yaşayan her şeyden daha güzeldi ya da insanlara öyle görünüyordu. Günahlar gibi.

Tahir, iblisin tehdidini görmezden geldi. İblisin her adımıyla beraber ondan bir adım uzaklaşmıştı ve şimdi görünmeyen bir dairenin etrafını turluyor gibiydiler.

“Kolay lokma değilsin. Bunun farkındayım. Kolay lokma değilsen, seni küçük lokmalara ayırarak sorunu ortadan kaldırırım.” İblisinin kusursuz güzellikteki yüzü şeytani bir gülümsemeyle çarpıldı. Tek elini havaya kaldırmasıyla beraber buhar perdesinin ardındaki yüzlerce ayparmak Tahir’in olduğu kısma akın etmeye başladı. Perdeden çıkanlar, Tahir’e yaklaşıyordu. Tahir elindeki kristali en öndeki ayparmağın suratına doğru fırlattı. Yüzüne yediği darbe yüzünden yavaşlayan yaratık sendeleyip yere yuvarlandı. Tahir sırtından hızla çektiği tüfeğinin namlusunu yerdeki yaratığa doğrulttu. Adam tetiğe bastığı anda çıkan gürültü arkadan gelen yaratıkların irkilmesine neden oldu. Biraz önce yerde yatan yaratığın kafası parçalanmıştı. Tahir tüfeğin yanındaki ufak kolu ileri geri hareket ettirdi ve dumanı tüten kovan tüfekten dışarı fırladı.

Ardı ardına gelen düşmanlar için, arka arkaya ateş açıldı. Tahir her ateşten sonra ufak kolu çekiyor, boş kovanı dışarı salıyordu. Altı atıştan sonra biten mermileri neredeyse hiç zaman kaybetmeden dolduruyor ve ateşe devam ediyordu. Tahir savaşmaya devam ederken kubbeyi dolduran iğrenç bir kahkaha duyuldu. “Devam et. Yaşamak için savaşmaya devam et.” İblis, Tahir’i izlerken oldukça eğleniyor gibiydi.

Tahir, uzun adamı aldırmadan ateş etmeye devam etti. Mermileri bitince eli çakmaklı tüfeğine gitti. Tek el ateş etti. Dibindeki yaratık yere kapaklandı. Ölen yaratığın peşi sıra gelen ise silahın dipçiğinden hak ettiği kadarını aldı. Çakmaklı tüfeğin mermisi bitince Tahir tüfeği bir köşeye attı. Yeniden dolduracak zaman yoktu. Sol eline çakmaklı tabancasını aldı sağ elindeki cenbiyesinin sivri ucu yere bakıyordu. Gelen düşmanın ilkini cenbiyeyle yardı. Düşmanın yoğunluğu artıyordu ve Tahir gitgide daha büyük bir yükün altına giriyordu. İğrenç iblisin kahkahası ise tüm kubbeyi doldurmuştu.

Bir sonraki ayparmak sapına kadar kafasına giren cenbiyeyle beraber yere yığıldı. Aynı anda iki taraftan gelen yaratıkların biri namlunun ucunda, diğeri ise cenbiyenin ucunda öldü. Tahir dolu tabancayı belinden çıkardı. Bu sefer yaratıklardan üçü savaşan adamın üstüne çullanmaya çalışırcasına zıplayarak hamle yaptı. En soldaki kafasına bir mermi, geri kalanlar ise karınları yaran kesici bir darbeyle karşılaştılar. Savaş alanı daralıyordu. Tahir cenbiyesini hızla yerine koyup belindeki iki hançeri çekti. Hafif hançerler ona serilik kazandırdı. Tahir artık yaratıkları görmüyor, ışığın olduğu yere refleks hareketlerle dönüyor ve hedefini yok ediyordu. Savaş artık düşünmeye vakit kalmayacak kadar hızlanmıştı. Dövüşen adamın üzerine yürüyen ayparmaklar aniden yere yığılıp öylece kalıyordu. Bu; Tahir’in dövüş tarzıydı. İnsani bedeninden soyunup içgüdüyle dövüşmek.

Tahir ne kadar hızlı olsa da çevresini saran düşman sayısı gittikçe artıyordu. Çevresini koruyamayacak hale geldiğinde hançerleri hasımlarının üstüne fırlattı. İki ayparmak kafalarına giren hançerler yüzünden boğuluyormuş gibi sesler çıkardılar. Tahir bu sırada sırtından, kılıcını çıkardı. Kılıç, tüm silahların sahip olacağı efsundan daha fazla efsun gücüne sahipti ve orduda yalnızca üç adet vardı. Ordunun en iyi üç adamından biri olmak demek bu kılıçlardan birine sahip olmak demekti.

Tahir kılıcın keskin tarafını dışarı çevirdi ve kendir etrafında tam bir tur attı. Etrafını sarmak üzere olan yaratıklar çevreye saçıldı. Adam düşmanın yoğun olduğu tarafa kılıç savuruyor, ayparmaklar çevresini kapatınca kendi etrafında dönüyordu. Tahir aynı şeyi yorulana kadar yaptı ve aniden tükendi. Kılıç her zamankinden on kat daha ağırdı sanki. Bedeni ve zihni bu savaşı daha fazla sürdüremeyecek gibiydi. Tükenen adam önce iki dizi üzerine düştü. Üzerine kapanan ayparmaklar Tahir’in sırtüstü devrilmesine neden oldular. Yaratıklar, bir böceği parçalayan karıncalar misali Tahir’in çevresini doldurmuş onu ellerindeki sivri taşlarla yaralıyordu. Tahir yüzünü korumak için kollarıyla kafasını sarmıştı. “Durun!” ses gülmekten vazgeçmiş oldukça ciddi bir tavırla çıkmıştı. “Yeter! Açılın!” Tahir’in çevresindekiler iblisin geçebileceği şekilde kenara çekildiler. İblis gülmekten vazgeçmiş olsa da yüzünde yine o kötücül gülümseme vardı. Yerde yatan Tahir’e yaklaştı ve elini açtı. “Kemik, kemiği istiyorum.” Tahir adama bir an anlamsızca baktı. Yüzü sivri taşların açtığı yarıklarla doluydu. En iyi ihtimalle yirmi dakika içinde kan kaybından ölecekti. İblis bunun farkındaydı ama Tahir’in canını yakmak oldukça hoşuna gidiyor gibiydi.

“Kemik!” açık elinin parmaklarını hareket ettirdi. Tahir yüzünü boş kubbe duvarına çevirdi. İblisin öfkesi yüzünden okunabiliyordu. “Peki öyleyse, seni öldürüp de alabilirim. Ama ölümün güzel olmayacak hem de hiç.” Yakındaki iki ayparmağı işaret etti. “Şu sefilin göğüs zırhını çıkarın.” Yaratıklar onaylarcasına mırıldandı ve zırhın kayışlarını taşlarıyla ikiye ayırdılar. Tüm dikkatler yaralı adamın zırhın üzerindeyken Tahir kuşağındaki kemiği avcuna aldı. Göğüs plakası Tahir’i terk ettiğinde Tahir tüm gücüyle avcundaki kemiği kalbinin üzerine getirdi. Bir eliyle kemiği sabitledi, diğer eliyle ise çiviyi çakan bir çekiç misali kemiği kalbine gömdü.

***

Kemik, Tahir’in kalbine gömüldüğü an, yaralı adamın göğsüne ince bir acı saplandı. Zorla soluduğu nefesi neredeyse kesilmişti. Ardından gelen bir ferahlık onu çepeçevre sarmaya başladı. Burnuna giren hava, hayatı boyunca soluduğu en güzel havaydı. Vücudu onlarca kalın yorganın altından kalkmışçasına hafiflemişti. Sanki önceden kaybettiği bir şeyi bulmuşçasına rahattı, onun olanı bulmuştu; hayata dair olanı.

Tahir’in gözleri beyaz bir ışıkla dolmaya başladı. Kesik kesik görüntüler ve duygular onu etkisi altına alıyordu. Tahir; kurak yazın ardından yağmurum yağmasını bekleyen çiftçinin umudunu, sıcacık güneşin altında, ısırdığı elmanın suyunu dudaklarına bulaştıran çocuğun sevincini, yer altında çatlamaya başlayan tohumun çıtırdamasını duydu. Parlak ışık aniden karardı ve Tahir’in göğsü sıkışmaya başladı. Bu sefer ölmek üzere olan kadının evlatlarına attığı özlem dolu bakışı, yere düşüp dizini kanatan çocuğun ağlayışını, dalları kuruyan ağacın gökyüzüne attığı sitem dolu çığlığı duyar gibi oldu. Siyah ve beyaz birbirine karıştı. Gülmekten gözleri yaşaran bir kadın aynı zamanda ağlayışı kahkahalara dönüşen bir adamı gördü Tahir. Yaşlanan adamın duygusallığı ve çocukluğunu gördü. Tahir anlamıştı. Hayatın tanımı bu kadar kolaydı artık onun için. Tüm düzen, tüm hissedilenler en uç noktada kendi zıddını yaratıyordu. Her şey birbirinin tamamlıyordu, bağımsız diye bir şey yoktu. Saf kötü ve saf iyi olamazdı.

Tahir aniden gözlerini açtı. Hala yerde yatıyordu. Ağrılar içinde doğrulup ayağa kalktı. Çevresindeki ayparmaklar o gözlerini açtığı an etrafa kaçışmaya başlamıştılar. Uzun boylu iblis ise dehşet dolu gözlerle Tahir’e bakıyordu. Tahir kollarını iki yana açıp bedenine baktı; yaraları kapanmıştı ama vücudu ağrılar içindeydi. İblise bir daha bakınca neyin değiştiğini anladı. Kötü adamın vücudundaki yaşamı görebiliyordu. İblisin göğsünde yatan masum insanların ruhunu ve yaşamını hissedebiliyordu. Tahir çevresini daha iyi incelemeye çalıştı. Neden burada olduğunu unutmuş gibiydi. Etraf karanlığa gömülmüş, kaçışan ayparmakların ve karşısındaki uzun boylu adamın göğsündeki yaşam ışığı gözünü kamaştırıyordu. Tahir’in kafasına yüzlerce ine batıyormuş gibi oldu. Sesler boğuluyordu ve neden burada olduğunu, yaşadıklarını hatırlamaya başladı. Yüzlerce anı ardı ardına kafasına girmeye ve beynini onlarca farklı yerden delmeye başlamıştı. Derin bir nefes aldı ve kontrolü elinde tutmaya çabaladı. Beyninde hissettiği acı giderek azaldı ve kayboldu. Kafasını tekrar kaldırdığında seslerin kulağına boğuk bir şekilde geldiğini fark etti. Her şey yavaşlamış gibiydi. Hatırladığı iblis ona halâ dehşet dolu gözlerle bakıyor, ayparmaklar ise can havliyle kaçışmaya devam ediyordu. Tahir elini yavaşça ileriye, iblisin göğsünde yatan ruhlara doğru uzattı. Ruhların belli bir şekli yoktu; sürekli hareket eden bir bulut gibi. Adam elini biraz daha doğrulttu ve şekilsiz bulutu kavradı.

Anlatması zor bir histi. Bal dolu bir kavanozun içine elini daldırmıştı sanki. Bal giderek elinin çevresinde sertleşti ve Tahir taşlaşan bulutu dışarı doğru çekti. Tüm bunları yaparken iblisin dehşet dolu ifadesi değişmemişti. Her şey oldukça yavaştı. Tahir yavaşça sis perdesinin karşısına geçti. Dizlerinin üzerinde durmakta olan adam kafasını yukarı kaldırmıştı, her tarafı kanlar içindeydi. Ruhu etraftakilere göre daha az hissediliyordu. Tahir elindeki taştan bulutu arkadaşının göğsüne doğru sokmaya başladı. Bulutun girdiği yer yumuşuyor, iblisin göğsünden çıkarmaya başladığı gibi sıvılaşıyordu. Bulutun yarısı kadarını Ali’nin göğsüne sapladıktan sonra geri kalanı kırıp kubbenin duvarının bir köşesine attı. Bulut Tahir’in elinden çıktığı an yavaşladı ve neredeyse havada duruyormuşçasına ağır ağır ilerledi. Tahir, ruhu parlamaya başlayan arkadaşını yerden kaldırdı ve kubbeden dışarı çıkmak için hareket etti. İblisin yüzündeki ifade azda olsa değişmişti. İblis şimdi doğrudan karşıya değil, kafasını eğmiş göğsüne bakıyordu ama baktığı göğsünde ona can veren masum insanlara ait ruhlar yoktu. Tahir bir an iblise anlamsızca baktı ve yoluna devam etti. Hayatın anlamı oldukça basitti. Her şeyin uç noktası zıddını tamamlardı. Kötülüğün saf yüzünü Tahir’e göstermek isteyen iblis bir şekilde ona iyilik yapmıştı. Muazzam bir güç şimdi sadece Tahir’in ellerindeydi…

Sefa Tursun

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *