Öykü

7. Pulman

Alen, 7. pulmana çıkan merdivenlerin önünde durup etrafına bakındı. Seyahate çıkmaya hazırlanan çeşit çeşit insan ve onları uğurlamaya gelmiş sevgilileri, aileleri ve arkadaşlarıyla doluydu istasyon. Hüzünle gülümseyerek yüzleri incelemeye başladı. Hemen sağında genç bir kız sevgilisine sarılmış ağlıyor, bir yandan da dudaklarına küçük öpücükler konduruyordu. Bu çiftin biraz daha ilerisinde yaşlı bir çift, muhtemelen oğulları olan bir delikanlıya sırayla sarılıp iyi yolculuklar diliyordu. Genel olarak gözlerde yaş ve dudaklarda iyi dilek sözcükleri vardı. Hüzünlü bir andı…

Metal basamaklara adım atıp, valizini kulpundan kaldırdı ve 16 saatini geçireceği trene adımını attı. Aklında karısının sıcak hatırası ve henüz bir kaç aylık oğlunun masum yüzü vardı. Kendi kendine ertesi gün ikisine kavuşacağını hatırlatarak pulmana girdi. Yarı yarıya dolu olan vagonda asıl kalabalığı ayakta duranlar yaratıyormuş gibi göründü gözüne. Valizini koltuğunun üstündeki kapaklı bölmeye yerleştirmeye çalışan iki kişi dışında, koltukların arasındaki koridorda tartışan üç kişi daha vardı.

“Bakın beyefendi! Benim biletim 23 numaralı koltuğa kesilmiş! Bu da koridor tarafında oturmam gerektiği anlamına geliyor!” Adam elindeki bileti karşısındaki iki kişinin yüzüne doğru sallayarak konuşmaya devam etti. “Ama belli ki siz anlayamıyorsunuz!” Garip bir yeşil tonundaki ceketinin kollarını, sanki uzayıp ellerini örtebilecekmiş gibi çekiştirdi.

“Asıl anlamayan sizsiniz beyefendi. Sizden basitçe bir ricada bulunuyoruz. Arkadaşımız koridor tarafında oturursa, onunla konuşurken üzerinizden bağırmak zorunda kalmayız.” Uzun boylu ve iyi giyimli adam sabrının son noktasındaymış gibi görünüyordu. Konuşurken yüzü gergindi ve bakışları sinirle doluydu.

“Sizin rica anlayışınızda bir sorun var o zaman! Geldiğimde bu adamı yerimde otururken buldum ve herhangi bir rica kelimesi duymadım.” Yeşil ceketli adam birazdan yerinde hoplayacakmış gibi bir histeri içindeydi. Yüz rengi kırmızıya çalıyordu.

Alen biletine bakarak tartışan adamlara doğru yürümeye başladı. Koltuğu üzerine kavga çıkmış olan koltuğun bir arkasında ve koridor tarafındaydı.

“Size anlatmaya çalıştık ama daha arkadaşımızı gördüğünüz gibi bağırıp çağırmaya başladınız! Rica edecek zamanımız olmadığı için kusura bakmayın. Hakaretlerinizin arasında lafa girmek kolay olmadı!” Uzun boylu ve iyi giyimli adamın yanında duran, Robert De Niro’ya benzemekten çok iri gözler nedeniyle uzaklaşmış arkadaşı lafa girerek konuşmaya başladı. “Hem ne olmuş cam kenarında otursanız?”

“Cam kenarında oturmaktan hoşlanmıyorum.” dedi yeşil ceketli adam. Gözleri etrafı panik içinde tarayarak yarım adım geri çekildi. “Camdan içeri bir şey girebilir veya ben camdan dışarı fırlayabilirim. Saatte 250 kilometre hızla giden bir trenden düştünüz mü hiç siz?”

“Afedersiniz.” Bir anda hem tartışanların hem de vagondaki diğer yolcuların başları ve bakışları Alen’e döndü. Büyüyen tartışmadan rahatsız olan diğer yolcular bir an için de olsa rahat nefes aldılar. “Tartışmanıza kulak misafiri oldum da. Bayım benim biletim koridor tarafına kesilmiş, isterseniz yerime oturabilirsiniz. Ben cam kenarında oturmaktan rahatsız olmam.” Biletini yeşil ceketli adama uzatarak beklemeye başladı.

Adam bir bilete, bir Alen’e, bir de tartışma boyunca hiç konuşmayan 3. adamın oturduğu kendi koltuğuna baktı. Sonra sanki teklifini geri çekmesinden korkar gibi bileti hızlıca Alen’in elinden kaptı.

“Pekala. Bu tartışmadan çok sıkılmıştım zaten. Müsaadenizle.” Eliyle Alen’i kenara iterek arka koltuğa oturdu ve sanki tartışma hiç yaşanmamış gibi gözlerini yumup uyuma pozisyonu aldı. Ayakta duran iki adam ve oturmakta olan üçüncü arkadaşları rahatlayarak Alen’e döndüler.

“Çok teşekkür ederiz beyefendi. Siz olmasaydınız bu tartışma hiç bitmeyecekti.” İyi giyimli adam gülümseyerek Alen’e elini uzattı. “İsmim Friederich.”

Alen kendisine uzatılan eli sıkarak gülümsedi. “Alen Roman. Tanıştığımıza memnun oldum.”

“Alen Roman mı dediniz?” Adamın gözleri hatırlamanın etkisiyle parladı. “Ünlü korku yazarı Alen Roman mı?”

“Ünlü kısmından çok emin değilim ama evet korku ve gerilim romanları yazıyorum.” diyen Roman etrafına hafifçe bir göz gezdirdi. Konuşmayı duyan diğer yolcular arasında heyecanlı bir fısıltılaşma dönüyordu.

“Kitaplarınızı keyifle okuyorum, Alen Bey. En son 2 yıl önce Kayıp Rıhtım adında bir kitabınız çıkmıştı. O zamandan beri yeni bir kitap yayınlamadınız sanırım. Bir sonraki hikaye ne olacak?” Hevesli gözlerini kırpıştırarak Alen’e baktı adam.

“Sürprizi bozmak istemem.” Alen birazcık rahatsız olarak valizini kaldırıp bölmeye yerleştirmeye başladı. “Neyse… Koridoru daha fazla kapatmayalım. Tekrar çok memnun oldum.”

“Şık giyimli adam gülümseyerek başını salladı. “Elbette. Ben de çok memnun oldum.”

Alen, koridor tarafında oturan adamdan müsaade isteyerek cam kenarındaki koltuğa kendini bıraktı. Diğer adamın da yerine oturduğunu ve arkadaşıyla konuşmakta olduğunu görünce rahatlayarak arkasına yaslandı. 2 yıldır kitap yayınlamamış olmasının bir nedeni vardı elbette. İlham sıkıntısı çekiyor ve editörünün baskısı altında kalemini oynatamıyordu. Sırf bu yüzden 2 haftalık bir yolculuğa çıkarak tanıdığı herkesten uzak kalmak istemiş ve bu şehre gelmişti. Ama anlaşıldığı üzere kitapları bu şehirde çok popülerdi ve insanlar yakasını bir türlü bırakmadığı için kafasını hiç mi hiç boşaltamamıştı.

Karısını ve çocuğunu hayal ederek gözlerini kapattı ve başını cama yasladı. Yanında oturan adamın, yan taraftaki ikili koltuktaki arkadaşlarıyla konuşmalarını hayal meyal duyuyordu. Tren ağır ağır ve yüksek sesli bir gıcırtıyla harekete geçerken uykuya daldı.

Rüyaları o kadar gerçekçiydi ki uykusunda ürperdiğini hissedebiliyordu. Tüm hızıyla yol alan tren yalpalayarak ve sıçrayarak ileri doğru savruluyordu. Yanındaki adam çığlık çığlığa dualar ederken, vagondan anlaşılmayan bağırışlar ve haykırışlar duyuluyordu. Kendi gırtlağında sıkışan haykırışını yutmaya çalışarak yerinde hafifçe doğrulduğunda, bir öndeki pulmanla aralarında duran kapının patlayarak açıldığını gördü. Alevler vagonun duvarlarını yalayıp camlarını parçalayarak hızla kendisine doğru yaklaşıyordu. Alevlerin geçtiği her yerde çığlıklar boğuluyor, yüzüne vuran sıcaktan gözleri doluyordu. Ve alevler bedenini yutarken acı bir çığlık ile ter içinde uyandı.

Rayların üzerinde başlangıçta gürültü gibi gelen, gittikçe mırıltıya dönen bir sesle ilerliyordu tren. Notaları hiç değişmeyen bir şarkıyı söylemeye devam ediyordu. Yan tarafında sonsuzluğa uzanırmış gibi görünen büyük bir düzlük vardı. Ne bir ağaç, ne bir çalı ne de çimen… Nerede olduğunu anlamaya çalışarak etrafına bakındı. Bir yandan da ne kadar süredir uyuduğunu merak ediyordu. Kafasını sağına çevirince yanında oturan adamın hiç kıpırdamadan önüne baktığını gördü. Dalgın bakışlarıyla sanki önündeki koltuğun nedenini anlamaya çalışıyormuş gibi görünen kalkık kaşları tezat oluşturuyordu.

Midesinde dev bir oyuk varmış gibi hissediyordu. Yerinde doğrularak yanında oturan adamın omzuna dokundu. “Afedersiniz, geçebilir miyim?”

Adam başını ağır ağır çevirirken, gözleri de başının hareketini takip etti. Kafasını kaldırıp aynı boş bakışlarını Alen’e dikti. Alen eliyle diğer tarafa geçmek istediğini anlatan bir işaret yapınca adam ayağa kalkarak kenara çekildi. Alen koridora çıkmaya hazırlanırken, Friederich’in de ayağa kalktığını ve aynı anda koridora adım attığını gördü. Adama gülümseyerek eliyle önden buyurması için işaret etti.

“Ellerine hakim ol genç adam. Senden nezaket isteyen olmadı.” Friederich doğruca Alen’in gözlerine bakıyordu. Göz oyukları dipsiz bir kuyu gibi onu içine çekiyordu. Gökyüzünün mavi rengini birebir almış olan gözleriyse ruhunun en derinlerine izin istemeden girip, en aciz duygularını eşeliyordu. Adamın bakışlarından rahatsız olmasına rağmen gözlerini kaçırmadı. Birazcık hayretle kollarını iki yana açtı.

“Beni yanlış anladınız sanırım, Bay Friederich. Koridor ikimizin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar. Çarpışmamak için isterseniz önden yürüyebileceğinizi göstermek istedim.” diyerek durumu açıklamaya çalıştı.

“Ukalasınız Bay Alen. Trene bindiğinizden beri büyükleniyorsunuz. Tartışmanın orta yerinde kendi biletinizi vererek bizi mahçup ettiniz. Bunu bilerek ve isteyerek yaptınız. O pis kibirinizden dolayı. Yine aynı kibirle, kitabınızla ilgili sorduğum soruları geçiştirdiniz. Sanki ben insan değil de can sıkıcı bir kara sinekmişim gibi.” Sesi sanki önünde duran bir köpeği kış kışlıyormuş gibi umursamazdı. Yüzünü hafifçe yukarı doğru kaldırmış, kendisinden neredeyse bir baş küçük olan Alen’e yukarıdan bakıyordu.

“Kesinlikle öyle bir niyetim yoktu. Sizi temin ederim. Ayrıca kibirli ve ukala biri olduğum tespitiniz çok yavan. Çünkü beni yeterince tanıdığınızı düşünmüyorum.” diye elinden geldiğince nazikçe konuşmaya devam etti Alen. “Şimdi müsaadenizle koridora çıkıyorum.”

“Müsaade etmiyorum!” Friederich itiraz kabul etmeyen bir ses tonuyla konuşmuştu. Alen ise bu yaşananlara anlam vermekte zorlanıyordu. Çaresizce omuz silkerek adama baktı.

“O zaman lütfen siz buyurun.” diyerek koridoru gösterdi.

“Siz bana emir veremezsiniz, Bay Alen.” dedi Friederich.

Alen adamın aklının gidip geldiğini veya kasıtlı olarak kendisini taciz ettiğini düşünmeye başlamıştı. Yardım aramak ister gibi vagondaki diğer yolculara baktı. Ama kimse tartışmayla ilgilenmiyor gibiydi.

“Size emir vermedim beyefendi. Yemekli vagona gitmek istiyorum. Sanırım siz de o istikamete gitmek niyetindesiniz. İkimizin aynı anda gitmesi mümkün olmadığı için birimiz ilk adımı atmalıyız.” Masum bir ifadeyle adama baktı. Karşısındaki adam hala başını dik tutuyor ve göz temasını yarım baş yukarıdan kurmaya devam ediyordu.

“Gidin Bay Alen. Kibriniz burnumu karıncalandırıyor. Önden yürüyün ki herkes sizin benden daha üstün olduğunuzu görsün. Ne de olsa ünlü bir yazarsınız siz. Bense zavallının tekiyim. Beni insanların önünde küçük düşürmeniz kadar normal bir şey olamaz.”

Adamın inatçılığı sabrını zorluyordu. Ama onun söylediği gibi biri olmadığını göstermeden bir yere gitmeye niyeti yoktu. Gülümseyerek adama baktı. “Beni tanımadığınız konusunda tahminim doğru çıktı. Madem ki kimin önden yürüyeceğine karar veremiyoruz, o zaman olduğu kadar birlikte yürüyelim.”

Friederich’in koluna girip dar koridorda onu yarı sürükler yarı yönlendirir şekilde yürütmeye başlayınca adamın yüz ifadesi safi şaşkınlığa dönüştü. Bir anda vagondaki tüm yolcuların başları ikiliye döndü. Bu garip görüntü karşısında Alen nefesini tutarak durakladı. Boş bakışlarıyla en az 20 tane kafa vardı. Durumun garipliğini başka şeylere yormaya çalışarak tekrar yürümeye ve Friederich’i çekmeye başladı.

Pulman’ın kapısına geldiklerinde dönüp gerisine baktı. Yolcular artık önlerine bakıyorlardı. Pulmanın kapısını çekmek için döndüğünde Friederich’in yüzüne tekrar kibirli ifadesini takındığını ve bir adım geri attığını gördü. “Buradan sonrası sizin için Bay Alen. Ben geri dönmeliyim.”

İyi giyimli ve sırım gibi uzun boylu adama başıyla selam verip, iki vagonu birbirine bağlayan körük kısmına adım attı. Arkasındaki kapı kapandıktan sonra ilk adımını attı ve ortalık cehenneme döndü.

Trenin taklalar attığına yemin edebilirdi Alen. Önce sağa sonra da karşıya doğru savruldu vücudu. Ayakta durmakta bile zorlanırken tutunacak yer bulmak umuduyla etrafına baktı. Tekrar geriye doğru savrulurken, körüklü kısmı vagonlara bağlayan metal kolonlardan birini yakalamayı başardı. Gövdesini metale iyice yaklaştırırken, sımsıkı sarılarak ölmeyi bekledi. Ama sanki az önce bunların hiçbiri yaşanmamış gibi, tren rutin hareketleriyle ilerlemeye devam etti. Yaşadığı şokun etkisiyle bacakları titreyen Alen, metalden ayrılırken tekrar bir yerlere uçmayı bekledi. Ama beklediği gibi olmadı. Kararlı adımlarla öndeki vagona koştu ve kapısını açtı.

Yerlere saçılmış bavulları görünce bir an için trenin gerçekten de taklalar atıp tekrar rayına girdiği gibi saçma bir fikre kapıldı. Hemen ardından bavuldan bavula geçip içlerini karıştıran ufak adamı görünce durumun farklı olduğunu anladı.

“Bayım! Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?” Sesi ufak adamın yerinde sıçramasına ve kendini yan tarafındaki koltuklara doğru atmasına sebep oldu. Birkaç saniye boyunca boş vagona sessizlik hakim kaldı. Ardından koltukların arkasından bir kafa yükseldi. Ufak adam sinirli gözlerle Alen’e bakıyordu. Koltuklardan tekrar koridora atlayıp ellerini iki yana açtı.

“Ödümü patlattın be adam! Ben de bavulların sahipleri geldi zannettim bir an.” derken ellerini ovuşturmaya başladı. “Bu aramızda kalırsa, bulduklarımı seninle paylaşabilirim.”

“Bu vagondaki insanlar nereye gittiler?” Gerçekten de vagondaki tek canlı, bu sirkten çıkmış gibi giyinmiş ve her an yerinde taklalar atabilecekmiş gibi görünen ufak adamdı.

“Hepsi aynı anda acıkınca yemekli vagona geçtiler. Tüm eşyalarını da bana emanet ettiler.” Gevrek gevrek gülümseyerek ellerini çırptı. “Hadi yardım et de şu bavulları boşaltalım.”

“O bavulların üstünden çekil be adam!” Şaşkınlıkla adama baktı Alen. Yüzsüzlüğüne inanamıyordu.

“Bana bavullardan pay istemediğini söyleme. Şu güzel kolyeye ve yüzüğe bak.” Ellerini bir bavula daldırıp iki ziynet eşyasını kupa gibi havaya kaldırdı. “Bunlar bir hiç! Bunlardan 10 kat, hatta 100 kat değerli şeyler çıktı bavuldan. Tamam tamam! %70 senin, %30 benim! Anlaştık mı?”

“Hayır anlaşmadık! Bu yaptığın düpedüz hırsızlık.” Adamın göstere göstere suç işliyor olması çok sinirini bozuyordu.

“Sen de tam açgözlü çıktın ama he! Pekala, beni ispiyonlama yeter ki. Hepsi senin olsun!” Adam bavulların önünden çekilip ceplerini boşaltmaya başladı. Yüzükler, kolyeler, saatler, içi yeşil kağıtlarla dolu kabarık cüzdanlar… Hepsini Alen’in önüne bırakarak geri çekildi. “Hepsi senin olsun! Ben yenilerini bulabilirim kendime. Ben de en az senin kadar açgözlüyüm.”

“Ben açgözlü falan değilim. O kolyelerin de paraların da hiçbirine ihtiyacım yok. Zaten sahip olmak istediğim her şeye sahibim ben. Zaten gitmeye çalıştığım yer yemekli vagondu. Oraya gidip bu vagonun yolcularına haber vereceğim. Hiçbir yere ayrılma!” Bavulların üzerinden bacaklarını açarak zorlukla yürümeye başladı. Ufak adam ise çılgınca bacaklarına doğru atlayıp sağ bacağını yakaladı.

“Lütfen yapma! İspiyoncu musun sen yoksa? Açgözlü bir ispiyoncu! Sana ne istiyorsan verdim. Her şeyimi. Ne zaman doyacak açgözlülüğün!”

“Bayım.” Alen mücadele etmeyi bırakıp bacağına sarılmış adamın üzerine doğru eğildi. “Ben açgözlü bir insan değilim. Dediğim gibi… Güzel bir evim, o evde beni bekleyen dünyanın en harika kadını ve en tatlı bebeği var. Yani her şeye sahibim zaten. Yine de bu insanları soymanıza izin veremem. Aldıklarınızı bavullara geri koyun. Ben de çantaların soyulduğunu ama çalan kişiyi göremediğimi söyleyeyim.” Adam başını kaldırıp Alen’e baktı. Yüzünde şaşırmış bir ifade vardı. Ayağa kalkıp Alen’i bıraktı ve badi badi yürüyerek koltuklardan birine oturdu.

“Defol buradan. Ne istiyorsan onu yap.” dedi sıkkın bir ses tonuyla. Elini sallayarak gitmesini işaret etti. Alen adamın bu tepkisine anlam veremese de daha fazla oyalanmamak için pulmanın kapısına yöneldi. Körükten geçerken bir önceki geçişini hatırlayarak ürperdi. Hemen körüğün metal parçasına tutunup birkaç saniye bekledi. Bir şey olmadığına emin olunca diğer pulmana giriş yaptı.

5. pulmana girince dikkatini çeken ilk şey, tüm koltuklarda ve koridorda sadece kadınların olduğuydu. Pulmanın kapısından girer girmez içerideki tüm bakışlar kendisine döndü. Bir anda bu kadar kadının kendisini baştan aşağı süzmesi onu biraz utandırmıştı.

Başıyla küçük bir selam vererek koridorda yürümeye başladı. “İyi günler bayanlar!” Yanından geçmeye çalıştığı bir kadın, elini göğsüne bastırarak Alen’i durdurdu.

“Sizi tanıyorum! Alen Roman! Bütün kitaplarınızı okudum.” Bir anda vagonda hayret nidaları yükselmeye başladı. Bütün kadınlar koltuklarından dökülerek etrafını sardılar. Alen’in herhangi bir yöne tek bir adım atması bile mümkün değildi.

“Evet o benim. Umarım kitapları beğenmişsinizdir.” Alen yanaklarının kızardığını hissediyordu. Ama pek çaresi olduğunu bilmediği için konuşmayı olabildiğince çabuk bitirmeye odaklandı.

“Beğenmek mi? Hayran oldum.” Tüm kadınlar gürültülü bir biçimde konuşan kadını onayladılar. Kızıl saçlı ve muhtemelen dünyanın en güzel 2-3 kadının biri olmaya aday bir kadındı. Küçücük burnu, oval yüz hatları ve hafif çekik gözlerine kıpkırmızı dolgun dudakları eşlik ediyordu. Göğüslerinin %45’ini sergileyen ve vücut hatlarını ortaya çıkaran daracık yeşil bir elbise giymişti. Ellerinde saçı kadar kırmızı deri eldivenler vardı. Trenle yolculuk etmek için tuhaf, ama insanı cezbeden bir elbiseydi. “Size de hayran olduğumu söylememe gerek yok sanırım. İnanılmaz birisiniz Bay Alen.”

Kadının dudaklarına yaklaşan dudaklarına bakarken adeta donmuştu. Ne kadını durdurmak isteyen kolları, ne de oradan kaçmak isteyen bacaklarına hükmedebiliyordu beyni. Sanki felç geçirmiş gibi hissediyordu kendini. Güçlükle de olsa ağzını, hatta başını oynatabildi. Kadının kendisine yaklaşan dudaklarına doğru eğmeye başladı kafasını. Tam dudakları birbirine değmek üzereyken, etraflarındaki kadınlardan zevk dolu mırıltılar gelmeye başladığını fark etti. Dudaklarını bir parmak yakınlıkta tutarak etrafındaki garipliğe baktı. Kadınlar birbirlerinin göğüslerini avuçlamışlardı ve şehvetle öpüşüyorlardı. Biri diğerinin pantolonunun ön tarafından elini sokmuş ve bacak arasını avuçluyordu. Diğerinin dudakları sarışın bir afetin boynunu emiyordu.

Gözlerini tekrar kendisini bekleyen dudaklara çevirdi Alen. Kendisini o dudaklardan uzaklaştırmayı denedi. Ama kadın eldivenli ellerinden biriyle aletini avuçlayıp onu biraz daha vücuduna yaklaştırdı. Ensesinden kavrayarak dudaklarını dudaklarına götürdü. “Şehvetle dolu olduğunu biliyordum. Beni deli gibi arzuluyorsun.”

Alen dudaklarına değmek üzere olan dudaklardan son anda kurtuldu. Başını yana çevirerek kadının kulağına eğildi. “Seni arzulamıyorum.” diye fısıldadı.

Kadın başını arkaya doğru atıp şehvet dolu bir kahkaha attı. Bir eliyle hala Alen’in aletini tutuyordu ve Alen hala kıpırdamakta zorlanıyordu. Bacakları titriyor ve başı dönüyordu. Zevk aldığını inkâr edemezdi, ama bunu yapmayı hiç mi hiç istemiyordu.

“Ağzın bana yalan söyleyebilir ama elimde tuttuğum bu şey içime doğru kaymak istediğini bağırıyor Bay Alen. Boşuna direnmeyin. İkimizde bunu istediğinizi çok iyi biliyoruz.” Kadın Alen’i bırakıp elini sırtına götürdü. Bir fermuar sesinin ardından kadının üzerindeki elbise yere döküldü. Ortaya çıkan manzara Alen’in aklını başından alacaktı neredeyse. Hayatında gördüğü en güzel kadın olduğuna yemin edebilirdi. Diri göğüsleri ne iri ne de küçüktü. Tam olması gereken büyüklükteydi. Kavisli vücudu bir erkeğin kollarının arasına alınmak için yaratılmıştı sanki.

“Soyun sevgilim. Bak! Onlar soyundular bile.” Eliyle etrafı gösterdi kadın. Alen güçlükle de olsa etrafına bakabildi. Kadınların tamamı soyunmuş ve birbirlerini şehvetle sarmışlardı. Öyle iç içe geçmişlerdi ki sanki tek bir kadın vücudu vardı etrafında.

Kafasını tekrar çevirip karşısındaki tanrıça gibi güzel olan kadına baktı. Onu bir an için gerçekten çok arzulamıştı. Ama arzusu bir nehre damlayan sudan farksızdı. Anında doğal duygularının arasına karışmış ve yok olmuştu. Karısından daha güzel hiçbir kadın olmadığı gerçeğine sarıldı. Onu karısı kadar kimsenin sevemeyeceği gerçeğine…

Üzerindeki ceketi zorlukla çıkartmaya başladı. Her hareketi çok büyük emek gerektiriyordu. Vücudu kasılmış gibiydi. Kadın ona doğru bir adım atarak gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. O sırada ceketini nihayet çıkarabilmişti Alen. Ceketi yere bırakmak yerine kadının omuzlarına dolayınca vücudu çözüldü. Bir adım geri atarak kendisini kadının dokunuşundan uzaklaştırdı. Ceketin bir düğmesini ilikleyerek kadının mahrem yerlerinin çoğunu örtmeyi başardı.

Kadın ise şaşkınlık ile kızgınlık arası bir ifadeyle Alen’e bakıyordu. Yanakları al al olmuştu. Utançtan mı yoksa kızgınlıktan mı olduğunu anlayamadı Alen. Etraflarındaki bütün kadınlar elbiselerine uzanıp kendilerini örtmeye başladılar. Hepsi çok utanmış görünüyorlardı.

“Ben… Üzgünüm… Burada neler oluyor bilmiyorum ama üzgünüm.” Alen hızlı adımlarla koridorun sonuna doğru yürümeye başladı.

“Dur! Gitme lütfen!” Bağıran kızıl saçlı kadındı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Çok masum ve cazip görünüyordu. Gidip kollarına alması için ona yalvarıyordu kalbi. Kalbiyle bağlarını bir an kesip beynine odaklandı. Beyne giden kan miktarı, gümbür gümbür atan bir kalbin pompaladığından daha makul hale gelince sağlıklı düşünebilmeye başladı.

“Dediğim gibi… Üzgünüm.” Pulmanın kapısını çekere açtı ve kendini körüğe attı. Kapı arkasından çarparak kapanınca bir an için yere oturarak sakinleşmeye çalıştı. Şu ana kadar olanlara akıl erdiremiyordu. Yemekli vagona 2 vagon kalmıştı ama oraya varmak istediğinden emin değildi. Geri dönebileceğinden ise hiç emin değildi.

Körüğün loşluğunda bir süre bekleyerek soluklarını düzene soktu. Kendini devam edebilecek kadar iyi hissettiğinde ayağa kalkıp 4. pulmana açılan kapıyı çekti. Kendini daha önce girdiği pulmanların tıpatıp aynısı başka bir pulmanda buldu. Fakat karşısında koridoru doldurmuş insanlar vardı. Bir adamın etrafını sarmış ve hep bir ağızdan konuşuyorlardı. Alen içini çekerek geçebileceği bir boşluk aradı. İçeriye bir kişinin daha girdiğini fark eden kalabalık başını o yöne doğru çevirince Alen’i gördüler. İçlerinden birisi sırıttı. “Şuna bakın, Bu Alen Roman değil mi?”

Bir kaç kişi merak edip Alen’in durduğu tarafa baktılar. “Kim ne yapsın Alen’i şimdi?” dedi bir diğeri. İşte bu beklemediği bir tepkiydi Alen için. Biraz şaşırdıysa da belli etmedi. Ama ortalarına aldıkları kişinin kim olduğunu merak ediyordu. O kişi de Alen’i merak etmiş olacak ki kalabalığın içinden kendine yol açarak Alen’in karşısına çıktı.

“Merhaba Alen. Ben Stephen.” Karşısındaki adamın yüzüne bakıp başka bir Stephen’e benzetmeye çalıştı. Ama dünyaca ünlü olan ve bu adama benzeyen tek bir Stephen vardı. Kendisi gibi yazar, ama ancak “üstad” diye hitap edebileceği düzeyde bir adam.

“İsmimi bilmenize şaşırdım. Sizi bu trende görmek ne büyük sürpriz.” Gülümseyerek adama baktı. İyice kırlaşmış saçlarının altında dünyanın en saçma yüzü vardı. Yukarıdan aşağı indikçe genişleyen bir surat. Yüzdeki diğer organlara kıyasla müthiş derecede orantısız genişlikte bir ağız ve tek bir fiskeyle suratından ayrılacakmış gibi emanet duran bir burun. Daha önce fotoğraflarını görmüş olsa da ilk kez karşı karşıya geldiği bu ünlü yazar, onu fiziksel olarak çok etkilememişti. Romanlarını da çok başarılı bulmadığını düşündü aniden. Hep biraz fazla abartılıyor gibi gelmişti.

Bir an göz göze geldiler ve Stephen’ın yüzündeki gülümseme genişledi. “Ne düşündüğünü biliyorum evlat. Hiç de beklediğin gibi biri değilim ha?” Arkasındaki kalabalığı işaret etti. “Bir günde iki ünlüyü aynı trende yakalamanın onları etkileyeceğini düşünmüştüm ama seni o kadar da parlak bulmadılar sanırım.”

“Bu sizin varsayımınız tabii.” dedi Alen muzip olduğunu düşündüğü bir gülümsemeyle. Karşısındaki adam ise yüzünü çirkin gülümsemesinden arındırarak ciddi gözlerle Alen’e baktı.

“Beni kıskanmanızı anlayabiliyorum Bay Alen. Ama siz de fena değilsiniz. Bir gün benden daha iyi olacağınız hayaliyle yaşamaya devam edin.”

Alen adamın sözleri karşısında içten içe çıldırıyordu. O gözler, sadece Alen’i sinirlendirmek için bakıyor, Alen üzerinde baskı kurmaya çalışıyor gibi görünüyordu. “Senin oyununa gelmeyeceğim!” diye geçirdi içinden.

“Umarım bir gün sizin kadar iyi bir yazar olabilirim.” Bunun aralarındaki sohbeti biraz olsun yumuşatacağını düşünmüştü. En azından belki adam önünden çekilirdi.

“Asla benim yarım kadar yazar olabileceğinizi sanmıyorum bayım. Ama denemeden yaşayamazsınız.” Stephen kollarını göğsünde birleştirip karşı atağa hazırlanır gibi pozisyon aldı.

Alen’in içinden aniden gülmek geldi. Hatta kahkahalarla gülmeye başladı. Bu yaptığı tam bir saçmalıktı gerçekten. Kendini küçük şımarık bir çocuk gibi hissediyordu. “Üzgünüm Bay Stephen. Cidden şu an buna ayırabilecek vaktim yok.” Geniş geniş gülmeye devam ederek çirkin suratlı adamı kenara çekti. Adamın hemen hemen tüm romanlarını okumuştu. Aslında tüm kitapları türünün en iyi örnekleri arasındaydı. Neden hakkında kötü şeyler düşündüğünü hatırlayamadı birden. Çirkinliği konusunda hâlâ aynı fikirdeydi ama.

İnsanların arasından geçerken hâlâ kendi kendine gülüyordu. Tam kapıya gelmişti ki arkasına döndü. Stephen da dahil herkes sessizce Alen’i seyrediyordu. “Bu arada Bay Stephen… Büyük bir hayranınızım ama “O” kitabınızın film uyarlaması için Tommy Lee’den başka bir yönetmen bulmalıydınız. O kitabın filmi bir baş yapıt olmalıydı bence. ” Başıyla selam verdikten sonra kapıyı çekip açtı.

Yemekli vagona girdiği an gözlerine inanmakta güçlük çekti. Karşısında belki 30’dan fazla aşırı şişman insan vardı. Masalar tepeleme yiyecekle doldurulmuştu ve insanlar çatal bıçak kullanmaktan belli ki bir süre önce vazgeçmişlerdi. Çenelerinden akan yağlara aldırış etmeden büyük bir iştahla yiyorlardı. Bir an için iştahı ciddi anlamda kaçsa da, midesindeki delik vagonlar arası yolculuğu esnasında giderek genişlemişti. Ve masalarda bulunan yemekler harika görünüyorlardı.

Büyük tencerelerde üzerinde buhar tüten çorbalar, kızarmış bütün tavuk, yağda pişmiş ve kerevizle haşlanmış ördekler, şişe geçirilmiş körpecik bir kuzu, lezzetli görünen ama adını bilmediği çeşit çeşit yemek ve meze…

Masalardan birine doğru yaklaşırken dünyayı unutmuş gibiydi. Çevresindeki her şeye ilgisini kaybetmişti. Birbirine çarpan iki elin irkiltici sesiyle kendine geldi.

“Sanırım bu beyefendinin de karnı acıkmış. Bu lezzetlere karşı koymak pek mümkün olmasa gerek. Afiyetle yiyin lütfen!” Konuşan adamı bulmak için bir süre etrafına bakınması gerekti. Sonra o kadar şişman kadın ve erkeğin arasında müthiş bir tezat oluşturan o kişiyi tespit etti. Vagondakiler ne kadar kiloluysa adam o kadar zayıftı. Kemiklerinin üzerine gerilmiş gibi duran derisinin altında bir gram bile et yokmuş gibi görünüyordu.

“Siz de kimsiniz?” diye sordu Alen biraz çekinerek. Adama karşı kırıcı olmak istemediği için çekincesini yüzüne yansıtmamaya çalıştı.

“Trene aşçısıyla binen ve bu vagondaki rezil yemeklerin yerini daha iyileriyle dolduran adamım ben.” Adam gülümseyince elmacık kemikleri gözüne girecek gibi yakınlaştı.

“Ben vagonun kendi yemeklerinden yemeyi tercih ederim bayım.” diyerek boş bir masaya oturdu Alen.

“Üzgünüm ama aşçıyı az önce satın alıp azat ettim. Şu an vagonda sadece benim aşçım çalışıyor ve bu gördüğün birbirinden lezzetli yemekleri yapıyor.” Eliyle masadaki tabakları işaret etti. “Lütfen, istediğin tabaktan başlayabilirsin.”

Açlığa daha fazla karşı koyamayan Alen, oturduğu masadan kalkıp yemek dolu başka bir masaya oturdu. Karşısındaki aşırı kilolu adam kendisini hiç umursamadan yemeye devam ediyordu. Alen kısa bir an adama baktıktan sonra dikkatini tekrar masaya çevirdi. Her şey harika gözüküyordu. Önündeki tavuğun budunu koparıp ağzına götürdü. İyi pişmiş et yumuşaktı ve çok tatlıydı. Balla pişirilmiş olmalıydı.

Çatal ve bıçağı umursamadan elleriyle yemeklere saldırmaya başladı. Dev hamburgerden koca bir ısırık, limonlu ve tarçınlı pastadan büyük bir dilim, tenceredeki çorbadan bir kaç kepçe ve iri yudumlar aldı… Kafasına diktiği tencereyi masaya indirirken gözüne sıska adam takıldı. Yemek yemiyor, ama etrafındakilerin ısırdığı her lokmada ürperiyordu. Ve bundan zevk alıyor gibi görünüyordu. Tencereyi kenara atarak ayağa kalktı.

Masadaki tüm gözler bir anda üzerinde sabitlendi. “Doydunuz mu bayım. Halbuki daha çok yemek ve çok zamanınız var. Hemen kalkmanıza gerek yok.”

“Siz niye hiçbir şey yemiyorsunuz?” diye sordu sıska adama. Adamın etrafındaki şişkoların hepsi sıska adama döndüler. Sıska adam bir an için rahatsız olmuş görünse de çok hızlı toparladı. Her şey kontrolü altındaymış gibi ellerini yemeklere doğru uzattı. “Bu yemekler tat almayı bilen insanlar için yapıldı. Ben uzun zamandır yediğim hiçbir şeyden tat alamıyorum.” dedi biraz titrek bir ses tonuyla. Ağlayacakmış gibi görünüyordu ama Alen içten içe o adamda hiç gözyaşı bulunmadığını biliyordu.

“Bu adamın misafirperverliğinde çok zaman geçirmiş olabilirsiniz. Vagonlarınıza dönmenizi tavsiye ederim. Çünkü 6. vagonda bir hırsızlık vakası yaşandı. Biri tüm valizleri boşalttı.” Masalarda oturanların yüzlerinde heyecan, sinir, korku herhangi bir duygu görmeyi umdu. Ama kısa bir an daha yüzüne bakan adamlar ve kadınlar, sıkılıp yemeklerine döndüler.

Sıska adam tiz ve titrek bir kahkaha attıktan sonra Alen’e baktı. “Lütfen. Karnını iyice doyurana kadar kalkma.”

Alen başını iki yana sallayarak ellerini masa örtüsüne silmeye başladı. “Ben yeterince doydum. Size teşekkür ederim. Ne kadar ödeme yapmam gerekiyor.”

“Hiç ödeme yapmanıza gerek yok. Tüm yemekler ücretsiz. Rica ediyorum hemen kalkmayın. Şu güzel turtanın ve leziz yoğurtlu yumurtaların tadına bakın lütfen. ” Adam çaresizce tüm yemek tabaklarını Alen’e işaret ediyor ve bazılarını alıp uzatıyordu.

“Sağ olun ama benim karnım bu kadar ücretsiz yemeğe tok.” diyerek pulman kapısına doğru yürüdü Alen. Karnı epey şişmişti ama çatlayacak gibi hissetmiyordu. “Eh, en azından midemdeki o delik hissi kayboldu…” diye geçirdi aklından.

Körüğü geçtikten sonra kendisini 2. pulmana attı. Ama hiçbir şey onu karşısındaki manzaraya hazırlayamazdı. Zemin, camlar ve koltuklar kana bulanmıştı. Cinayetin rengi sarmıştı tüm pulmanı. Ve tüm bu cinnetin ortasında bir adam elinde bıçakla bekliyor, karşısında ise iki genç diz çökmüş ağlıyordu. Gençlerden biri kız biri erkekti.

Daha fazla detaya dikkat edemeden midesindeki yemekler dışarıya çıkmak için hazırlığa başladılar. Koltuklardan birine eğilip kusmaya başladı. Tam midesindeki her şeyi çıkardığını sandığı esnada gözlerini açıp yaşlı bir adamın cesedine kustuğunu fark etti. Midesinde çıkaracak bir şeyler daha kaldığını o an anlamış oldu.

Kafasını yerden kaldırdığında karşısında duran ve kendisine nedense tanıdık gelen adam öfkeyle titriyor ve Alen’e bakıyordu. Yerdeki genç çift ise yalvaran gözlerle Alen’i seyrediyorlardı.

“Canına mı susadın ha? İt!” Adam bıçağını Alen’e doğru salladı. Alen korku içinde adamı seyrediyordu. Ne yapabileceğini bilmiyordu. Adam vagondaki herkesi öldürmüş olmalıydı. Ama nasıl? Buradan hiç mi güvenlik geçmiyordu? Derken gözü yerdeki güvenlik rozetine takıldı. Kan izini takip ederek iki ön koltukta ölü yatan güvenlik görevlisini buldu. Kafasını kaldırıp adama baktı. Cesareti biraz yerine gelmişti.

“O çocukları rahat bırak.” dedi katile buz gibi bir ses tonuyla. Katilin yüzündeki sinirli ifade bir anda sırıtışa dönüştü. Ardından korkunç bir kahkaha patlattı.

“Yoksa ne olur süt çocuğu? Yerdeki güvenlik rozetini kıçıma sokarak mı durduracaksın beni? Ha?” Çirkin kahkahalar atmaya devam ederken yerdeki gençlerin kafalarını tuttu. Kanlı elleriyle saçlarını karıştırmaya başladı. Bıçak tutan eli kızın başının üzerinde olduğundan kız daha çok titriyor ve ağlıyordu.

“Bu insanları neden öldürdün? Ne istedin onlardan?” diye sordu Alen. Midesi tekrar bulanmaya başlamıştı ama tekrar kusabileceğinden pek emin değildi.

“Çünkü beni hor gördüler.” dedi adam histerik bir şekilde. Yerinde zıplayacak ve tepinecekmiş gibi görünüyordu. Yerinde zıplamak, histeri, hor görme…

“Sen osun! 7. pulmanda koltuk kavgası yapan adamsın sen. Aman allahım!” Alen başını ellerinin arasına aldı. “Lütfen buna artık bir son ver. Sana zarar vermek istemiyorum.”

“Bense bana zarar vermeni istiyorum. Ben kötüyüm anlıyor musun? Saf kötüyüm. Bu vagondaki bu ikisi hariç herkesi öldürdüm ve bundan çok keyif aldım. Az sonra bu çocukları da öldüreceğim ve kanlarını içeceğim. Çünkü ben buyum!” Cümlesini bağırarak tamamladı adam. Kızın ve gırtlağını bıçağıyla boydan boya kesip vücudunu önüne itti.

“Yapma!” Alen eğilip güvenliği ilk bulduğu anda elinde gördüğü silahı aldı ve adama doğrulttu. “O çocuğa elini sürersen seni öldürürüm.” dedi titreyerek.

“Ben de senden bunu yapmanı istiyorum. Bana öfke duyuyorsun. Bu kadar canı nasıl acımasızca aldığımı bir türlü anlayamıyorsun. O yüzden ölmemi istiyorsun. Bunu yapacak idam muhafızları ya da yargı göremiyorum bayım. Bunu sen yapmak zorundasın. Adaleti yerine getirmek istemez misin ha? Yoksa beceremeyecek kadar korkak mısın?”

Alen ruhunu ele geçirmeye başlayan öfkeyi hissediyordu. Giderek artmış ve nihayet kontrolü ele almıştı. Silahın horozunu çekerek atışa hazır duruma getirdi. Titremesini kontrol altına alıp silahın ucunu adamın kafasına hizaladı. Parmağını tetiğe götürüp soluğunu tuttu. Sonra durdu. Adam diğer çocuğun da gırtlağını keserken etin yırtılma sesini duyduğuna yemin edebilirdi. O adamı öldürürse ondan hiç farkı kalmayacağının bilinciyle yaşamak zorunda kalacağını hatırladı. Bir katil olacaktı. Ne uğruna olursa olsun, tanrının verdiği canı sanki ona eşdeğermişçesine alma hakkını kendinde görmüş olacaktı. Silah ateş aldı.

Mermi ağır ağır ilerlerken havayı yarıyordu. Genç adamın bedeni, geniş bir kesikle boynundan ayrılmış kafasından başka yöne doğru devriliyordu. Katil zevkle ulurken kollarını mermi için açıyordu. Mermi sol omzundan girip katilin elindeki bıçağı uzağa uçurdu. Katilin bedeni büyük bir gürültüyle yere vurdu.

Alen hızla hareket edip, güvenliğin belindeki kelepçelere uzandı. Kafasından tüm düşünceleri, kalbinden tüm duyguları uzak tutup adama yaklaştı ve kendisine küfürler eden, onu öldürmesi için yalvaran adamı kelepçeleyip vagondan çıktı. Körükteyken hisleri ve düşünceleri kendisine geri dönmeye başlamıştı. Artık nereye gittiğini ve ne yaptığını bilmiyordu. 1. pulmana girip kendini ilk boş koltuğa bıraktı.

Trende yaşadıkları saçma sapan bir kabus gibiydi. Bunların hiçbirinin gerçek olduğuna inanmak istemiyordu. “Bu bir kabus olmalı.” dedi kendi kendine.

“Belki de öyledir.” dedi yan tarafında başka bir ses. Kafasını diğer taraftaki koltuklara çevirince iyice yayılmış ve bacaklarını öndeki koltukların tepesinden sallayan adamı gördü. Baygın bakan gözleri ve birbirine karışmış saç ve sakalları vardı. “Kabus, gerçek… Hangisinin ne bok olduğu kimin umurunda ki sanki?” O kadar ağır ve isteksiz konuşuyordu ki, Alen sıkılarak önüne döndü.

“Bu vagona gelene kadar neler yaşadım bilemezsin. Artık geri dönemem, ileri gitmek için de bir sebep göremiyorum.” Alen umutsuzca başını iki yana salladı.

“Siktir et dostum. Birazcık kestir. Hatta iki koltukta boş olduğu için uzanabilirsin bile. Kimse seni rahatsız etmez.” Adam bunu garanti etmek istermiş gibi baş parmağını kaldırıp işaret yaptı. Ama bu hareketi yapmak için tüm enerjisini harcamış gibi kolu aniden önüne düştü.

Alen adamın söylediğini çok mantıklı bularak uzandı ve gözlerini kapadı. Tüm bu mantıksızlık onu çok yormuştu. Önce kibirli olmakla suçlanmış sonra da açgözlü olduğu söylenmişti. Saçmalık diye geçirdi içinden. Hayatım boyunca hiç burnu büyüklük yapmadım. Veya hakketmediğim bir şeyi asla almadım. O kendisini bir toplu seksin içine çekmeye çalışan kadınlar da neydi öyle? Ya tüm o şişkolar. Sanki obezite hastaları için özel tur düzenlenmiş gibiydi. Kıskançlık… Stephan’ın bu trende olması başlı başına saçmalıktı. “Siktir!” Gözlerini açıp uzandığı yerde doğruldu.

“O öndeki vagonda mı? Makinistin vagonunda yani…” diye sordu Alen diğer adama.

“Evet dostum. Ama oraya gitmek istediğinden emin misin? Burada ne güzel kestiriyorduk.”

“Teklifin için sağ ol Sloth. Ama gerçeği öğrenmeliyim.” Uzandığı yerden kalkarak koridora çıktı.

“Akıllı bir adamsınız Bay Alen.” Diğer adamda arkasından kalkmış ve yüzünde o baygın ifadeden eser kalmamıştı. “Sizi bekliyor. Bol şans.”

Alen kararlı adımlarla kapıya yürüyüp çekti ve son körüğe adım attı. Önündeki kapının penceresinden içeriyi görmeye çalıştı ama loş ışıkla aydınlatılmış bölmede hiçbir şey görünmüyordu. Kapıyı tıklatmakla açmak arasında kararsızlık yaşadıktan sonra Sloth’un söyledikleri aklına geldi. Ve kapıyı çekerek açtı. Kapıya sırtı dönük oturan adam parmağını kaldırarak kendisine beklemesini işaret etti.

“Buraya kadar gelebilen çok az insan oluyor Bay Alen. Sizi tebrik ederim.” dedi adam. Sandalyesinde dönerek Alen’le yüzleşti. Yakışıklı ama sivri bir yüzü vardı. Koyu kahverengi saçları alnına dökülüyordu. Bakışları insanın çok ötesini görebildiğini anlatmak istermişçesine parlıyordu.

“Ben… Ben öldüm mü?” diye sordu Alen çekinerek. “Ne zaman öldüm?”

“Ölüp ölmediğinizden emin değilim, Bay Alen. Ayrıca ölmek nedir? Ruhun bedeni terk etmesi midir? Cennet ve cehenneme tek yön bilet midir? Yoksa hayal gücünüz müdür Bay Alen.” Başını hafifçe eğerek kaşlarını çattı. “Öldüğünüzden nasıl tam olarak emin olabilirsiniz? Veya yaşadığınızdan…”

“Bilmiyorum. Ama tüm bu yaşadıklarım… Bu bir sınav değil miydi?” Arkasını işaret etti..

“Sınanmaya ihtiyacınız olduğunu mu düşünüyordunuz? Belki de tüm bunlar kafanızda yaşanıyor. Birazdan 7. pulmandaki koltuğunuzda kondüktör tarafından dürtülerek uyandırılacaksınız belki de. Belki de treniniz raydan çıkarak yuvarlandı ve havaya uçtu. Öldünüz… Bunu anlamamızın bir yolu olmadığını düşünün Bay Alen. Rüyalarınızın gerçek, gerçeklerinizin bir rüya olduğunu…”

“Anlayamıyorum. Ben…” Ne diyeceğini bilemiyordu. “Bir daha karımı ve çocuğumu göremeyecek miyim?” diye sordu acı içinde.

Makinistin yüzü gevşeyerek küçük bir gülümseme yerleşti dudağına. “Bay Alen. Eğer onları tekrar görmek isterseniz, emin olun görürsünüz.” Sandalyeden kalkan makinist elini Alen’in omzuna koydu.

“Yemekli vagonda sizi kaybedeceğimi sandım. Özellikle de kadınların arasındayken… Bundan daha güçlü olduğunuzu sanırdım.” dedi makinist sırıtarak.

Birazcık rahatlayan Alen de gülümsedi. “Ben de öyle sanırdım hep. Hepimizin küçük zayıflıkları olmak zorunda demek ki. Önemli olan o zayıflıklarla nasıl başa çıktığımız.”

“Aynen öyle… Size katılıyorum.” dedi makinist ve arkasını döndü.

“Bu arada. Sen gerçekte kimsin? Ölüm meleği mi?” diye sordu Alen makiniste.

Makinist tekrar yüzünü döndüğünde o sivri ve yakışıklı yüz kendisine tanıdık göründü. “Beni tanımadın mı Alen?” Bir anda samimileşti adam. “Ben senim.”

Alen gözlerini açtığında tren ağır ağır ilerlemeye devam ediyordu. Midesi kazınıyor ve gözleri kaşınıyordu. Kafasını yana çevirince yan koltuktaki adamın uyukladığını gördü. Friederich ve arkadaşı yerlerinde değildiler. Dışarıdaki manzara biraz daha tanıdıktı. Ağaçlar ve köy evleri…

Az önce gördüklerinin birer kabustan ibaret olup olmadıklarını merak ederek manzarayı seyretmeye başladı. Ya da bu manzaranın bir rüyadan ibaret olup olmadığını…

7. Pulman” için 4 Yorum Var

  1. Vay be!

    Bu gerçekten de çok ama çok iyiydi sevgili Mert. Alan Wake ve İlahi Komedya’nın başarılı bir karışımıydı hatta. İlk başlarda “ne oluyoruz yahu?” durumu yaşatıyor, sonra yavaşça yedi günaha tanık olduğumuzu fark ettiriyor.

    King ile ilgili kısmı biraz daha uzun tutmanın dilerdim. Orası biraz kısa kalmış. Onun dışında betimlemeler olsun, üslubun olsun, diyaloglar olsun hepsi de harikaydı.

    Aklına ve kalemine sağlık…

  2. Çok teşekkür ederim İhsan. Bir Alan Wake hastası olarak, bilinçaltım kontrolümü ele geçirmiş bu hikayeyi yazarken =) King kısmı ile ilgili bir arkadaşım tam olarak şöyle bir yorumda bulundu:

    “Stephen King’i betimlediğin kısım harika olmuş. Keşke oradan itibaren ana karakteri öldürüp hikayeye King ile devam etseydin.”

  3. Nihayet, geç de olsa öyküyü okuma fırsatı buldum ve iyi ki de buldum!

    Çok iyiydi ciddi manada, yedi günahı betimlemelerin, treni kullanışın. Pulmanlardan geçişler, her birinden ayrı öykü çıkacak dünyalar, göndermeler… Kalemine sağlık diyorum sadece 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *