Haul!
Haul!
Haul!
Tek işi bağırmak. Çığırtkan ceberut. Sinirleniyorum. Sinirlenmeye hakkım yok. Sinirlendiğimi anlasa, sinirlenmeye hakkı olduğu için çok sinirlenebilirdi. Sürekli kürek çekiyorum. Eskiden hantal ve kilolu bir adamdım. Adımı hatırlayamıyorum. Burada bana slave diye sesleniyorlar. Birkaç kişiye daha slave dediklerini duydum. Sanırım alt tabakayı ifade etmek için kullanılan bir kelime. Eski halimle beni tanıyanlar şimdi görseler tanıyamazlardı. 50 kilo var ya da yokum. Saçlarımın uzamasını sevmiyorum. Sürekli kazıyorum. Sakalım uzun ve pislik içinde. Bu anlamda içerisinde bulunduğum duruma tezat oluşturmuyor. Esaretimin 7. senesi. Yani 835 yılındayız. Ya da öyle olduğunu sanıyorum. Milyonuncu kez hiç kalkışmamalıydım bu işe diye geçiriyorum aklımdan. Her kürek çekişimde bunu düşünüyorum. Bunu asla unutmamalıyım. Unuttuğum birkaç şey de var ama. İnsan olduğumu iyiden iyiye unuttum mesela. Doğruluğundan emin olamadığı kadar uzak anılar vardır insanın hayatında. Bir ailem olabilir, emin değilim. Bir kadın var zihnimde. Karım olabilir. Üç çocuk hatırlıyorum. Benim olabilirler. Ama gerçekten varlar mı bilemiyorum. Zaten bir anlamı da yok. Burada geçirdiğim iki senenin ardından burada öleceğimden emin oldum.
Haul!
Haul!
Vikiiiiiiiiiings!
Bazıları onları Norslar olarak da tanımlıyor. Kuzeyliler diyen de var. Bundan önceki hayatımda Hazar Kağanı Obadiah’ın emrinde çalışan bir tarihçi idim. Birileri Kral Egbert’e Vikinglerin kendilerinin güneyinde yaşadığından bahsetmeli sanırım. Bunun da birçok şey gibi bir anlamı yok tabi. Bir şeyi istediğin gibi adlandırabilirsin. Vikingler ilginç insanlar. Çok iyi savaşıyorlar. Sayıca üstün olmadıkları birçok savaşı kazandılar. Ancak yönetmek konusunda o kadar iyi olduklarını söyleyemem. Savaşarak aldıkları birçok yeri savaşmadan kaybettiler. Her neyse, bu onlarla üçüncü karşılaşmam. Diğer iki karşılaşmada da biz kaçan taraf olmuştuk. Tabi kaçamayanlar da oldu. Kaybetmemek için kaçmak… Geleneklerinin asalet olduğunu iddia eden insanlar için tutarsız bir hamle olarak görülebilir bu. Ancak ölümle yüz yüze geldiğinizde asil kalmak zor olabiliyor. Aslında daha çok ölmemek için kaçmak olarak nitelemeli o halde durumu. Kaçmak da bir çeşit kaybetmektir çünkü. Bu arada, bakmayın “biz” dediğime. Kimsenin tarafında değilim ben. Ama başka türlü ifade edemiyorum bazen durumu. Benim için uzun zamandır herkes “onlar”.
Stop Rowiings!
Archeeeeers!
Hiç insan öldürmedim. Öldürsem hatırlardım! Çok kez sineklere ve muhtelif böceklere kıymışlığım vardır. Ama elime bir fırsat geçerse bu çığırtkan ceberutu öldürebilirim. Tek işi komut vermek. Gelip iki saat asılsa şu küreklere… Neredeyse durumun hiç adil olmadığını düşüneceğim. Sanırım kafam o kadar da çalışmıyor. Dert ettiğim durumlara ben bile şaşırıyorum bazen. Etrafımda olup bitene bakılacak olursa kürekçilere durmaları, okçulara pozisyon almaları söylendi. Dillerini öğrenmek gibi bir çabam hiç olmadı. Aksine öğrenmemek için elimden geleni yapıyorum. Yanımdaki kürek çekmeye başlarsa, ben de başlıyorum. Durursa, ben de duruyorum. Bu yüzden çoğu kişi beni sağır ve dilsiz sanıyor. Memnun olduğum tek durum bu olabilir.
46 gemi var çevremde benim kürek çektiğim tekne ile aynı bayrağı dalgalandıran. Etrafı kırmızı bir bant ile çevrilmiş, içerisinde sarı bir ejderha bulunan üçgen bir flama. Ejderha öylesine yeteneksiz ellerce işlenmiş ki, eğer Viking gemilerinden birinde olsaydım, bayraktaki yaratığın ne olduğunu düşünmekten, ne olduğunu anladığımda da (anlayabilirsem tabi) gülmekten savaşamazdım. Eh, bu da bir strateji olarak düşünülebilir! Karşıda 9 Viking gemisi. Bayraklarını göremiyorum ancak gemilerinin pruvaları ejderha başı biçiminde. Kusursuz işçiliği buradan dahi belli oluyor. Var oluş amacı yok etmek ve yok olmak olan bir şey için bu şatafat bence anlamsız. Sonuçta ben bir asker değilim. Belki de doğru düşünemiyorumdur.
Sanırım iki taraf da açık denizde karşılaşmayı beklemiyordu. Vikinglere hiç bu kadar yaklaşmamıştım. Neredeyse heyecanlanacağım. Belli ki onlarda da tek işi bağırmak olan bir adam var. Konuşmaları bana kadar ulaşıyor ama anlayamıyorum. Muhtemelen onlar da kürekçilerine ve okçularına emir yağdırıyorlar. İki taraf da belirli bir diziliş oluşturalı 13 saat oldu. Kimse saldırı yapmadı henüz. Vikingler’in korktuğuna dair fısıldaşmalar duyuyorum. Ancak asıl korkan, sayı üstünlüğüne rağmen 13 saattir yerinden kıpırdamayan 47 gemi bence. Bu işin içinde bir bit yeniği var. Olayın göründüğü gibi olmadığını düşünen tek canlı benim, çok eminim. Gece çöküyor ve deniz oldukça sakin. Nöbetçiler hariç herkes uyudu. Sonra Nöbetçiler de uyudu. Bir ben kaldım göz kapakları ile yer çekimi arasında muhalefet olan. Viking gemileri usul usul 47 geminin etrafını sarmaya başladı. Sayabildiğim kadarı ile sayıları 40 oldu. Aslında bağırıp çağırıp uyandırmam lazım herkesi. Siz uyurken, onlar boş durmamış, o 9 gemi yalnızca ön birlikleri imiş diye önüme gelene anlatmalıyım durumu. Ancak hiç ilgimi çekmiyor. Beni hiç ilgilendirmiyor. Uyanık olmama ve geldiklerini görmeme rağmen sessiz kalmam birkaç Viking’in dikkatini çekmiş olacak ki, beni göstererek aralarında bir şeyler konuştular.
Sessizliği yay germe sesleri bozdu. Ok yağmuruna paralel dehşet verici bir yağmur başladı. Gemilerin ahşap uzuvlarına yağmur damlaları eşliğinde indi oklar. Birkaç salise farkla daha erken ulaşsa da su parçacıkları Egbert’in gemilerine, ilk kanı akıtan metal yağmuru oldu. Nöbetçilerin uyanmasını sağlayan şey aralarından bir tanesinin oklardan biri ile selamlaşmasıydı. Bir çığlık! Uyanan onlarca adam daha ne olduğunu bile anlamadan kan revan içinde kaldı. Sersemlikten kurtulabilenler sırtını sağlama aldı, kılıcını kuşandı. Ortalık mahşer yerine döndü bir anda. Gökyüzünde sabahın, denizde akşamüstünün renkleri hakimdi. Az sonra öleceğim için çok mutlu hissediyordum kendimi.
Gözlerimi açtığımda Viking gemilerinden birindeydim. Ne kadardır baygın olduğumu bilmediğimden çarpışma kaç saat sürdü bilmiyorum. Fazla sürmüş olamazdı. Hala Kıta Britanya’sına doğru ilerlediğimizi anlamam uzun sürmedi. Sanırım 47 gemiden arda kalan tek şey bendim. Etrafıma bakındım. Anlamadığım bir dilde şarkılar söylüyor, deli gibi şarap içiyorlardı. Nihayet, uyandığımı görenlerden biri yanıma yanaşarak bir şeyler söyledi. Daha çocuk sayılırdı ama üstü başı kan içindeydi. El hareketlerinden anladığım kadarı ile kendini tanıttı. Adı Born ya da Biyorn gibi bir şeydi. Tam anlayamadım. Adımı söylememi bekliyordu ancak adımı hatırlamadığımı daha önce belirtmiştim. Zamanın birinde Obediah Kağan’a gelen bir elçinin adını anımsayıverdim. Celiano dedim kendimi göstererek. Güldü, Celiano dedi. Şarap verdi. Bundan sonrası beden diliydi. Yıllardır içmediğimden olsa gerek çabuk sarhoş oldum, sızdım. Ben her uyuduğumda aynı rüyayı görürüm. Sebebi burada oluş sebebimle aynıdır. Gelin size burada ne işim var anlatayım.
O sıralar Eski Yunan ve Roma metinlerine merak salmıştım. Heredotos, Pisagor, Homeros, Plinius ve niceleri. Bu araştırmalarım esnasında Pisagor ve Eratoshthenes isimli iki filozofun dünyanın yuvarlak olduğuna dair yaptıkları araştırmalar ile karşılaştım. Hemen Kağan’a koştum ve araştırmalarımdan bahsettim. Kağan maaşını bizzat ödediği çok sayıda coğrafyacı, tarihçi ve farklı disiplinden bilim insanları çalıştırırdı. İki konuyu saplantı haline getirmişti. Dünya dinleri ve dünyanın yapısı. Kendisine Eratoshthenes’in detaylı çizimlerini gösterdiğimde gözlerinde alevlenen fikri anlayabilmiştim. Düşündü ve ağzından şu sözcükler döküldü. Ya şehrin doğu kapısında karşılayacağım sizleri, ya da dünyanın sonuna gideceğiz. Askerlerden ve bilim adamlarından kurulu bir grup şehir meydanında Obadiah’ın karşısında duruyordu. Kağanlık’ın dört bir yanından getirilmiş 18 kız, 18 erkek 36 tane de kimsesiz çocuk. Obadiah her birinin anladığından emin olana dek anlatmıştı görevi bu 178 kişilik gruba. Anlaşılamayan tek kısım çocuklardı. Kalabalık çocuklara anlam veremiyordu ancak Obadiah’ın amacı basitti. Olur da büyüklerin ömrü yetmez ise dönmeye, görevi çocuklar tamamlayacaktı. Ve olur da çocukların da ömrü yetmeyecek olursa… Tam o esnada adamın biri sokuldu Kağan’ın yanına ve bir şeyler fısıldadı. Evet, ne yazık ki o adam bendim ve yolculuğa katılmak istediğimi söylüyordum Kağan’a. Reddetmediğini anlamışsınızdır. Rotamızdan, karşılaştığımız güzel ya da çirkin şeylerden bahsetmeye niyetim yok. Britanya açıklarında seyrederken Mersia Krallığı’na ait bir donanma tarafından durdurulduk. Birçoğumuz katledildi, çok azımız köle yapıldı. Birkaçımız başka krallıklara satıldı.
Vikingler arasında geçirdiğim ilk üç ay sonunda oldukça iyimserdim. Burada neredeyse bir hayatım var. Vikinglere barbar, yabani diyen Britanyalıları şimdilik haksız çıkarmış gibiler. Bir evim bile var. Yabancı biriymişim gibi davranmıyorlar bana. İşkence etmiyorlar. Artık saçlarımı kazımıyorum ben de. Sakallarım da temiz ancak hala geçmişimi hatırlayamıyorum. Çok kısa bir sürede dillerini öğrendim. Fonetiği hoş bir dilleri var. İyi savaşıyorlar, bolca eğleniyorlar. Gemi yapımında oldukça iyiler. Soğuk ama eşsiz bir coğrafyada yaşıyorlar. Yine de gitmem gerek. İnsan neden hatırlamadığı bir geçmişe dönmek arzusu ile yanıp tutuşur? Acaba bir eşim var mı gerçekten, çocuklarım? Öldüğümü mü düşünmüşlerdir, yoksa gittiğim yerde onları unutup yeni bir hayata başladığımı mı? Umarım öldüğümü düşünmüşlerdir. Aslında onları unutmadığımı da söyleyemem. İnsan hatırlamadığı şey ile dertlenemez. Ben de vicdan azabı çekmem lazım ancak çekemiyorum diyerek vicdan azabı çekiyorum. Bunun bir arası yoktur. Olamaz. Ya mutlu olmalısın ya da mutsuz. Benim durumumda seçenekler daha da kısıtlı.
Burada bana sağlanan hareket alanı sebebi ile buradan ayrılabileceğimi düşündüm. Planımı yaptım. Kendime bir çanta bile hazırladım. Hazar Denizi’ne doğru olan yolculuğuma günün ilk ışıkları ile başlayacaktım. Teşekkür etmek ve yolda lazım olur düşüncesi ile biraz gümüş istemek amacı ile Kral Ragnar’ın yanına gittim. Ne denli yanlış bir karar verdiğimi sonradan anlayacaktım. Aslına bakarsanız bu kısmı detaylandırmak faydasız. Sonuç olarak Ragnar gidemeyeceğimi söyledi. Benim bilgin bir adam olduğumdan, Güneye doğru yeni seferler düzenleyeceğinden ve ordu için faydalı olabilecek işlerle meşgul olmam gerektiğinden bahsetti. Daha doğrusu el ele tutuşmuş tehditler ve emirler ile barışık yaşamam gerektiğini hatırlattı. Bakın size söylüyorum. Ordu denen şeyin medeniyete bugüne dek en ufak bir katkısı olmamıştır ve bugünden sonra da olmayacaktır. Bu bölümde biraz kehanette bulunmakta sıkıntı görmüyorum.
Bir yerden dilediğin anda gidemiyorsan, özgür değilsin demektir. Özgürlük… Bunun kadar dolu görünüp içi boş olan bir terim yoktur dünya üzerinde. Ama kabul etmek de gerekir ki, müşterisi çoktur. Benim ana motivasyonum özgürlük değildi ama kaçtım. Daha doğrusu kaçmaya çalıştım ve yakalandım. Vikinglerin affetmeyi çok da seven bir millet olmadıklarını da o zaman anladım. Ragnar cezamın biraz ironi barındırması gerektiğini düşünmüş olacak ki, beni gemilerinden birinde kürekçi yaptı. Buradaki çığırtkan ceberut “haul” değil “taekke” diye bağırıyor. Şimdilik en önemli fark bu. Artık sinirlenmiyorum. Sanırım bir on senedir de buradayım. Geçen sene Paris’e çıkarma yaptık. Ben yine ölmedim. Artık kurtulmaktan ziyade bir başka milletin esareti altına girecek miyim onu merak ediyorum. Yine de küçük bir umut var içimde. Doğduğun topraklara gitmelisin diyor içimden bir ses sürekli. Ne olursa olsun, dönmelisin. Bu dönmek arzusuna sebep olan şeyin Kağan’ın kulağına fısıldadığım cümlelerde saklı olduğuna temelsiz ama güçlü bir inancım var. Belki de o anı hatırlamak ümidi ile aynı rüyayı gördürüyor bilinçaltım bana ama ne yazık ki hatırlamıyorum ve hatırlayabileceğimi de sanmıyorum. Göreceğiz.
Bu arada tüm kariyerim tarihçilik ve kürekçilikten ibaret sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Çocukken ve gençken bazı değişik işler yapmış olmalıyım. Hatırlamıyorum ama tarihçi olarak doğmuş olamam. Ayrıca Kral Egbert’in kalesinde bir süre ahır temizliği yapmışlığım da vardır. Niteliksiz biri olduğumu düşünmenizi istemem.
846 yılı, Kuzeyde bir yer
Merhaba;
Seçkiye hoş geldiniz. Çok hoş bir öyküydü. Bu ayki seçkinin en sevdiğim öykülerinden biri oldu öykünüz. Konuya çok hakim bir anlatımınız vardı; güzeldi bu. Seçkideki ilk öykünüz ama yazma konusunda yeni olmadığınızı düşünüyorum.
“Sinirlendiğimi anlasa, sinirlenmeye hakkı olduğu için çok sinirlenebilirdi.” / kelime oyunu güzel.
“Bir yerden dilediğin anda gidemiyorsan, özgür değilsin demektir. Özgürlük… Bunun kadar dolu görünüp içi boş olan bir terim yoktur dünya üzerinde. Ama kabul etmek de gerekir ki, müşterisi çoktur.” / güzel.
“Dünya dinleri ve dünya yapısı…” / doğru tespit; hâlâ öyle.
Kaleminize kuvvet.
Merhaba, hoş buldum.
Güzel eleştirileriniz için teşekkür ederim. Sanıyorum, yazmak arzusunda olan bir insan için en önemli şeydir karşılık bulduğunu bilmek hali. Tespitiniz doğru. Bir şeyler karalamakta ne çok yeniyim ne de çok eski. Yazdığım bir kaç şey var. Yarım kalanlar var. Hayal edilenler var… Bir arkadaşım, dostum, kardeşim sayesinde tanıştım Kayıp Rıhtım ile. Bu ay güzel öyküler okudum. Öyküleri ile burada olan herkese selam olsun. Umarım güzel şeyler paylaşacağız.
Merhabalar ve seçkiye hoş geldiniz. Öykünüzü ben de çok sevdim, aslında daha çok dilinizi, ve üslubunuzu. Temennim seçkideki tek öykünüz olarak kalmaması yönünde. Ek olarak -artık ne kadar haddimse- birkaç tavsiye vereyim. Çok fazla rakam kullanmak su gibi akan metni ara ara sekteye uğratıyor. Rakamların bazılarını harfe dökebilirsiniz. Ayrıca 13 saat oldu gibi kesin bir ifadeyi dönem şartlarına bakarak yanlış buldum. Yerine saatler oldu ya da sabahı akşam etti gibi günün dilimlerini kullanabilirsiniz.
Bir de bir ayrıntı, ya da benim gözden kaçırdığım bir şey de olabilir. ”Vikingler’in korktuğuna dair fısıldaşmalar duyuyorum,” demişsiniz. Karakter dillerini bilmediğini söylememiş miydi?
Kurcaladım kusurumu mazur görün. Öykünüzü tekrardan çok beğendiğimi söyleyerek ellerinize sağlık diyorum.
Merhaba, hoş buldum.
Öncelikle estağfurullah. Eleştiriler de en az öyküler kadar kıymetlidir. “13 saat” konusunda kesinlikle haklısınız. Ancak “dil bilmeme” hususuna kendi penceremden cevap vermek isterim. Aslında karakterin cümleleri ile karakterin içerisinde bulunduğu bezginliği eşleştirmek istemiştim. Bu isimsiz tarihçinin umursamaz tavrını anlatmaya çalışmış, 7 sene bir yerde yaşayan bir adamın, hiç istemese dahi o memleketin dilini öğreneceği sonucunun metinden çıkarılabilir olmasını umut etmiştim. Belli ki istediğim tonu yeterince tutturamamışım. Affola… Yorumlarınız için teşekkür ederim. Dikkate alacağım.
Umuyorum Nisan ayında da görüşeceğiz.