-Önsöz-
Gözleri gökyüzünden düşen damlalara karşı kısılı halde soluk soluğa koşuyordu Mia.
Koltuğunun altına kıstırdığı tarçınlı ekmek sıcacıktı. Onu çaldığı için utanmıyor değildi; ama öyle acıkmıştı ki… O koca göbekli adamın tezgâhından kaptığı gibi kaçmıştı ekmeği ve neredeyse on beş dakikadır koşuyordu. Adam ilk beş dakikada pes etmişti ama Mia tedbiri elden bırakmaması gerektiğini bilirdi. On iki yaşındaki bir kız çocuğu, sokaklarda yaşamayı çabuk öğrenirdi aksi takdirde ölmüş olurdu.
Gökte yağmurun ve rüzgârın ezgisiyle coşan yıldırımlar kara bulutlarla oynaşıyor, Mia’nın ruhuna kasvetli bir korku salıyordu. Soluk rengi ve dökülen sıvasıyla cüzzamlı bir ihtiyarı andıran eski bir evin ikinci katında bulunan ve alakasız bir surata yerleştirilmiş koca bir burun gibi duran cumbanın altına sığındı, etrafına bir göz attı ve ekmeğini tekrar yoklayarak içine büzüldü. Korkuyordu hem de çok korkuyordu. Günlerdir sokaklarda aç biilaç dolaşmış, hırpalanmış, dövülmüştü.
Şapkasından damlayıp, cumba yüzünden yağmurdan nasibini almamış basamakları ıslatan su damlacıklarını ve onu ürpertip tir tir titremesine neden olan rüzgârı umursamadan, kazağının altındaki taze ekmeği çıkardı ve mucizevi şekilde ıslanmamış olduğunu görünce soğuk bir kış günü yanına sığınacak bir soba bulmuş gibi sevindi. Islak yüzünü yine ıslak kazağının yeniyle beceriksizce kurulamaya çalıştıktan sonra sabahtan beri sızlanıp duran midesine sus payı olsun diye ekmekten koca bir ısırık aldı. Ağzına yayılan tarçın kokusu midesine ulaştığında karnından gelen garip sesle birdenbire irkildi ve sanki başkaları da bu sesi duymuş gibi utanıp kızardı.
Fakat sonra etrafta kimseciklerin olmadığını fark edip yatışan midesinin de onu desteklemesiyle önce biraz kıkırdadı sonra da neşeli gülücüklerle tarçınlı ekmeğin tadını çıkardı. Bir yandan akşam -ve sabah- menüsünün yegâne yiyeceğini midesine indirirken bir yandan da kara bulutların içinde oynaşan şimşekleri sayarak kendini eğlendirdi. En sevdiği oyundu bu, tabii gökyüzü siyah bulutlarla kaplıyken. Bu gecenin aksine eğer hava açıksa ve yıldızlar net görülebiliyorsa bu kez de silik bir çizgi gibi görünen kuyruklu yıldızları sayardı. Ancak yine de bu eğlenceli dakikalar kısa sürüyordu.
Gecenin karanlığı arttıkça kapalı kutularında yanan ışıklarını söndüren insanlar inzivaya çekilip uykuya teslim oluyorlardı. Zaman Mia’nın buğulu gözlerindeki hüzne aldırmadan akıp gidiyordu. Mia gece ilerledikçe koca dünyanın içinde yapayalnız olduğunu anlayıp, gözlerinden taşan damlacıklara engel olamıyordu. Önce annesi geliyordu aklına, sonra da babası. Sonra da onları kaybettiği o korkunç gece. Hıçkırıklarını kendine ninni yapıp ilk bulduğu kuytuda uykuya dalıyordu.
Her ne kadar sığınmak için pek uygun olmasa da bu çirkin burunlu evin kuru basamakları da bu gecelik işini görürdü. Kendini olabildiğince küçültüp sırtını ahşap kapıya yasladı. Gözyaşları daha yanaklarında kurumadan uykuya dalabileceği eski bir anıyı gözlerinin önüne getirmeye çalıştı. Bir gün annesi Mia’nın saçlarını tararken babası ona nasıl ıslık çalınacağını öğretmişti. Dudaklarını büzerdin ilk önce, sonra dilini kıvırıp var gücünle üflerdin. Mia ilk başta beceremese de en sonunda başarmıştı ve babası ödül olarak onu nefesi kesilene kadar gıdıklamıştı.
Mia aynı o günkü gibi dudaklarını büzdü ve gece karanlığına küçük bir ıslık gönderdi. Sonra yağan yağmurun sesini dinleyerek gözlerini yumdu. Bir müddet sonra zihninin ağırlaştığı, gerçekle hayal arasında usulca süzüldüğü vakit sırtını yasladığı kapının arkasında bir sürünme sesi duyar gibi oldu ve gözlerini araladı. Takiben arkasındaki kapı gecenin içinde ciyaklayarak açıldı. Mia gözerini hızla açıp ani bir güdüyle kendini ileriye attı ve kaçmaya çabaladı ancak soğuk bir el arkasından kolunu kavradı ve buna müsaade etmedi. Çığlık attı Mia, debelendi, kendini yağmurun soğuk ama şefkatli ellerinin arasına atmaya çabaladı fakat kolunu kavrayan şeyin gücüne denk değildi kuvveti. Arkasındaki gölge onu hızla karanlık eve sürüklüyordu.
* * *
‘’Şşşş,’’ diye fısıldadı gölge.
Mia sesi yüreğinin içinde hissetti. Karşısındaki şeyi evin o kör karanlığında göremiyor ancak suratına çarpan sıcak nefes ‘Tam karşındayım,’ diye fısıldıyordu. Kalbi göğüs kafesini yumruklarken ve gözyaşları arsızca yanaklarına akarken, ‘’Lütfen,’’ diye inledi Mia. ‘’Ne istiyorsun benden? Söz, başka yerde uyurum. Bırak beni n’olur…’’
Karşısındaki gölge kıkırdadı. ‘’Başka bir yer yok!’’ dedi, konuşurken tüm k’leri bastırıyor, sanki sesine gök gürültüleri ekiyordu. ‘’Bundan sonra evin burası.’’
Mia öksürdü ve artık karanlığa alışmaya başlayan gözleri, karşısındakinin çirkin siluetini belli belirsiz seçerken yüzünü yana çevirdi. ‘’N’olur,’’ diye fısıldadı hıçkırarak. ‘’N’olur…’’
Gölge Mia’nın omuzlarını kavradı ve ‘’Bana bak,’’ diye fısıldadı. ‘’Korkun dinsin istiyorsan bak bana.’’
Cesaret edemedi Mia. Kaçmak istiyordu, koşup evden çıkmak, ekmeğini çaldığı amcanın göbeğine yüzünü gömüp hıçkırmak istiyordu. Yiyeceği dayağa bile razıydı.
‘’Bana bak,’’ dedi gölge yeniden. Hırıltılı sesi yaşlıydı. Sıtmaya tutulmuş bir adamın son nefesi gibi yorgundu: ‘’BANA BAK!’’
Mia hıçkırarak başını çevirdi ve gölgenin aslında yaşlı bir kadın olduğunu gördü; çok yaşlı bir kadın. Kül beyazı saçları ak örtüsünün köşelerinden yabani çalılar gibi çıkmış, içine göçük göz çukurları yıllardır uyumamış gibi morarmıştı. Suratındaki bin bir kırışıklığı geren ürkütücü gülüşü dişsiz damaklarını sergiliyor, yaşlı kadın ara ara kuru dudaklarını yalarken içine çökmüş yanak derisi her an yırtılacakmış gibi geriliyordu. Ama Mia artık korkmuyordu. Kafesinden kaçıp kurtulmaya çalışan kalbi durulmuş, gözyaşları yanaklarında kurumuştu. ‘’Sen nesin?’’ diye sordu, kara gözleri yaşlı kadının sulu gözlerine dikili.
‘’Ben…’’ dedi yaşlı kadın ellerini Mia’nın omuzlarından çekip hayatında ilk kez görüyormuş gibi dizlerine bakarak. Göz bebekleri ak bir leğenin içindeki ölü balıklar gibi süzüldü. ‘’Ben hırsızım,’’ dedi en sonunda başını iki yana sallayarak. ‘’Hayatlar çaldım ama kendiminkini kaybettim.’’
Mia yutkundu, elini uzattı ve parmakları kadının kuru yanağına dokundu.
Yaşlı kadın suratını bir anda geri çekti. Yüzünü geren gülümseme soldu, göz bebekleri yuvalarında dondu ve Mia’ya kenetlendi. Bir müddet süzdü onu. Sonra başını soğuk bir yılan gibi Mia’ya doğru uzatıp ‘’Ben ölemiyorum,’’ diye fısıldadı. ‘’Beni öldürebilir misin Mia?’’
-Giriş-
Merkezi Ülkenin başkenti Ordland’da bulunan İstihbarat Kantonunun en genç dedektifi Kai, sabah kahvesini dumanı tüterken bırakıp gitmeye gönlü elvermediğinden elinde fincanıyla amirinin odasına yollandı. Koridorda pek de acele sayılmayacak adımlarla ilerlerken etrafına göz atıyor, çömezlerin koşuşturmasına yarım ağız bir gülümsemeyle eşlik ediyordu. Çok değil bir kaç yıl önce o da bu telaşın bir parçası olmuş, dedektif olabilmek için tüm hünerini ortaya dökmüştü. Eğer dedektif olduktan sonra verilen tek işin Dük’lerin, Kont’ların, Leydi’lerin ve nice soylu takımının arkasını temizlemek olduğu ona söylenseydi muhtemelen çömez olmaktan asla şikâyet etmezdi. O zamanlar tattığı heyecanı şimdi de tadabilmek için neler vermezdi.
Koridorun sonundaki odanın önüne geldiğinde durakladı. Bakır levhanın üzerine gümüş boya ile kazınmış isme göz ucuyla baktı. Derin bir nefes aldı ve yine kim bilir hangi sıkıcı görevin üzerine yapışacağını merak ederek çaldı kapıyı.
“Gel,” dedi gür bir ses.
Kai, İstihbarat Kantonunun en tepesindeki adamın, amirinin önünde dikiliyordu, dumanı tüten kahvesiyle birlikte.
Renn, Kai’nin elindeki fincana bakıp gözlerini devirdi ve kuru bir ses tonuyla oturmasını söyledi.
Kai oturdu. Renn’in kuru gözlerini bir süre üzerinde hissettikten sonra yapması gerekeni anlayıp elindeki fincanı sehpanın üstüne bıraktı ve mahcup bir tavır takındı.
Renn, ayağa kalkıp, sağ tarafındaki kitaplığa doğru yürüdü. “Neden burada olduğunu biliyor musun Kai?” diye sordu kuru bir sesle.
“Siz çağırdınız,” dedi Kai omuz silkerek. İhtiyarın sinirleriyle oynamak onu her daim eğlendirmişti. Ama Renn, her ne kadar sert ve otoriter görünse de yaşlılığın kaçınılmaz sonucu onda da peyda olmuş gibiydi, yüreği şefkat denen illetin altında can çekişiyordu; eski Renn Kai’nin laubali tavırlarına katlanmazdı. Ama tek sebep bu olamazdı. Dedektiflik rütbesine bu kadar genç yaşta ulaşan ilk kişiydi Kai. Üstelik hırslıydı da. Renn, bir gün bu makamı kendisine bırakmak zorunda kalacaktı; İstihbarat Kantonunun koltuğunu doldurabilecek tek adamdı Kai.
Renn kitaplığın önünde dizlerinin üzerine çöktü ve alt taraftaki dolabın kapağını yana doğru kaydırdı. Kapağın arkasında bulunan kasanın anahtarını boynundan çıkarıp deliğine yerleştirdi ve açtı. Kasadan çıkardığı kalınca bir dosyayı, bir koleksiyonun en nadide parçasıymışçasına dikkatle taşıyarak masanın üstüne koydu. Kai, gözlerini kısarak dosyaya bakarken, Renn de koltuğa oturuyordu.
“Yeni bir görevin var,” dedi Renn Kai’ye kuşkuyla bakarak. “Kırk yıl önceki bir dava sanırım tekrar hortladı.”
Kai kaşlarını çatıp şüpheci gözlerle Renn’i süzdü: “Ne demek şimdi bu?”
“Bu şehirde işlenen en büyük suç nedir Kai?’’
Kai arkasına yaslandı. Cevabı elbette biliyordu. Ancak bunu söylemeye dili varmıyordu. Böyle bir şey olabilir mi? Tekrar… Yüreğine dolan korku nefesini kesti. Eli istemsizce saçlarına gitti, eline gelen bir tutamı parmaklarına doladı.
“Evet,” dedi Renn, Kai’nin daldığı düşüncelerde küçük bir çatlak açarak. ‘’Biliyorsun.’’
* * *
Kai gözlerini dosyadan kaldırdı ve tavana dikti. Amiri Renn haklıydı; bu dava kırk yıl evvelkiyle neredeyse aynıydı; kapandığı umulan davayla. Kai o zamanlar henüz doğmamış olsa da onun bile kulağına gelmişti olanlar. Bir dönemin kâbusuydu o, geceleri çocukları analarının koyunlarına sokan, yetişkinleri çocuklar gibi titretendi; ama asla bulunamamıştı; kimse ne cinsiyetini, ne yaşını, ne de insan olup olmadığını biliyordu. Tek bir kişi olduğundan bile emin değillerdi; ama yine de Kepçi diyorlardı ona. Hayır, o insanları öldürmüyordu, öldürse daha iyiydi, belki daha kolaydı, belki daha insancaydı. O insanları dönüştürüyordu. Bir şeylere… Daha önce onlardan birini görmüştü Kai. Kadının ağzından kırmızı halıya damlayan salyayı hatırlıyordu. Durmaksızın titreyen ellerini, öylece gözlerini diktiği boş duvarı ve yüzündeki o delice gülümsemeyi. Hayır, diye düşündü. Aslında onları öldürüyor, fiziksel olarak olmasa bile içlerinde bir şeyler ölüyor.
Önündeki dosyada birkaç görgü tanığının ifadesi vardı. Hiçbirinin Kepçi tarifi bir diğerininkine uymuyordu; fakat hepsi ortak noktalarda buluşuyorlardı. İfadelerden birindeki Kepçi yaşlı bir adamdı, diğerindeki otuzlu yaşlarda ve tıknaz biriydi, bir diğeri neredeyse bir çocuktu, bir diğeri genç bir kadın, bir diğeriyse kel bir adam.
İfadelere göre Kepçi’nin yaptığıysa hep aynıydı. Kurbanının karşısına geçiyor ve başına bir şapka koyuyorlardı. Ve öylece gidiyorlardı. Kurbanlar dakikalar sonra düşüp bayılıyor, tekrar uyandıklarındaysa onlardan birine dönüşmüş oluyorlardı. Başlarındaki şapka alınmaya çalışılır ise çığlıklar atıyor, ısırmaya çalışıyor ve delice etraflarına saldırıyorlardı. Geçmiştekilerden birkaç tanesinin şapkasının zorla alındığını okumuştu Kai. Daha sonra kurbanlar bir odaya kapatılmış ve hareketleri gözlenmişti. Hepsinde olan aynıydı. Başlarında şapka varken öylece izledikleri duvara alınlarını vura vura parçalıyorlardı kafataslarını.
Kai doğruldu ve pencereye kadar yürüdü. Dışarıya baktığında ise güneşin doğduğunu gördü. Kepçi geri döndü. On beş yıl aradan sonra bir kişi daha, diye düşündü. Eğer her gece olan bugün de olmuşsa.
* * *
Beş yıl sonra…
Kai, aylarını ve yıllarını Kepçi hakkında araştırma yaparak, her geçen gün artan kurbanları ziyaret ederek geçirdi: Biri on dört yaşında bir kız, hissiz gözleri duvara yaslı, titreyen eli annesin avucunda. Diğeri kırklarındaki bir kadın, kara saçları omuzlarına dökülmüş. Diğeri yirmilerinin sonunda bir adam, başında ağlayan iki çocuk. Diğeri yetmişlerinde bir kadın, yaşlılık arsız bir sarmaşık gibi dolanmış bedenine. Diğeri on yaşında bir oğlan, yüzü kasketin gölgesinde, titreyen kolları sandalyeden sarkmış. Ve de diğerleri…
Kepçi davası açılalı yaklaşık beş yıl olmuştu. Ancak ne Kai ne de İstihbarat Kantonundaki herhangi biri elle tutulur bir gelişme kaydedememişti. Şimdi büroya gelen son bir ihbar üzerine, şehrin varoşlarında köhne bir evin tam önünde duruyordu.
Kai, ‘’Bir kişi daha,’’ dedi ve karşısındaki ahşap kapıyı çaldı. Sonra gidip uyuyacağım.
Kapıyı yirmilerindeki bir adam açtı ve sorgulayan gözlerle baktı ona. ‘’Ben dedektif Kai Leonard,’’diye açıkladı Kai.
Adam başıyla onaylayıp içeri aldı onu. Kai’yi darmadağın bir salondan geçirip en az salon kadar dağınık bir odaya buyur etti. Odada kendinden belki birkaç yaş büyük olan kurban, Kai’ye daha önce gezdiği evlerdeki görüntülerin bir benzerini sergiliyordu.
‘’Biz kardeşiz,’’ dedi arkasındaki adam. ‘’Burada beraber yaşıyoruz. Yani yaşıyorduk.’’
‘’Nasıl oldu?’’ dedi Kai.
‘’Bilmiyorum,’’ dedi, gözleri kardeşinin titreyen sol eline dikildi. ‘’Ben geceleri çalışıyordum. Sabahleyin eve geldiğimde bu haldeydi.’’
Kai içini çekti ve karşıdaki divana oturdu. Ufak bir not defterine kurbanın detaylarını geçirdi: Yaş otuzların başı, kilo 80 civarı, saçlar kıvırcık, gözler kahverengi, boy orta, yuvarlak bir çehre, kirli sakal, ismi…
Başını kaldırdı ‘’Adı ne?’’ diye sordu.
‘’Ahi,’’ dedi kurbanın kardeşi. ‘’Ahi Hags, ben de Eln,’’
Kai başıyla onaylayıp ismi notların arasına ekledi: Ahi Hags… Yazdı ama gözlerini addan alamadı. Adı olmadan kimse gerçekten gerçek değildi, kurbandı, yahut kurbanın kardeşiydi. Ama isimler… ben de senin gibi bir insanım, diye haykırıyordu.
Ahi… Bu ismi nereden hatırlıyorum ben…
“Ne kadar oldu?” diye sordu gözlerini Ahi’den ayırmadan.
Eln umutsuz gözlerle kardeşine baktı: “Yaklaşık bir hafta.”
Kai, gözlerini kısıp düşüncelere daldı.
Eln’in, ‘’Ben…’’ diyen cılız sesini duyunca bakışlarını ona çevirdi.
Eln bir müddet konuşmadı, gözleri Kai’nin gözlerindeydi. Evet, dudakları konuşmuyordu ama o gözler… Gözler yalnızca tek bir kelime ediyordu: korkuyorum. Bir müddet sonra ağız da konuştu. ‘’O benim için de gelecek,’’ dedi. ‘’Belki bugün değil, yarın da değil ama gelecek.’’
Belli ki adam çok korkmuştu. Kardeşinin gözlerinin önünde dönüştüğü şeyi gören herkesin pekala korkacağı gibi.
“Bana inanmıyorsun değil mi? Delirdiğimi falan düşünüyorsun!” diye sesini yükseltti Eln.
Kai, ayağa kalkıp son bir kez Ahi’ye baktı. Duvara ruhsuz şekilde bakan surette yarım yamalak bir gülümseme görür gibi oldu. Eli gözlerine gitti, ovuşturdu. Tekrar Ahi’ye baktı. Hiç bir kıpırtı yoktu. Çok yorulmuştu ve sonunda hayal görmeye başladığını düşündü. Kai, Eln’e döndü. “Sana İnanıyorum,” dedi, elini adamın omzuna koyarken. Gerçekten inanıyor muyum? “Ama bu davayı çözebilmek için dinlenmeye ihtiyacım var. Kardeşin için kimse bir şey yapamaz… Şimdilik.”
Eln omuzlarını silkti, çaresizliğin acısını ilk defa tatmamıştı. Bu ilk değildi. Fakat sondan önceki tek adımdı. Kendi sonundan…
“Bana o söyledi,” dedi başıyla kardeşini işaret ederek, “Sıranın bende olduğunu, zamanı geldiğinde benim için de geleceğini söyledi.”
Kai anlamsız gözlerle Eln’e baktı. Ne demek şimdi bu?
Eln, adamın sorgulayan bakışlarının ve Ahi’nin yarattığı huzursuzluğun altında konuşmaya devam etti. Konuşurken gözleri istemsizce yana kayıyor, Ahi’yi kontrol ediyordu: “Soyumun son üyesinin ben olduğumu, beni almak için geleceğini söyledi.”
Kai, bir an nefesini tuttu. Soyumun son üyesi… Ahi… Eln… Soyun son üyesi! O an hatırladı. Adamı omuzlarından kavrayıp duvara dayadı. “Adım ne demiştin!?”
Kai’nin gözlerindeki ışıltı Eln’i korkuya ve şaşkınlığa boğdu. Eln, kekelemeye başladı: “Ad… Adım… Eln… Eln Hags!”
Kai öfkelendi. Adamı çekip sırtını sertçe duvara vurdu. “Bana doğruyu söyle! Gerçek adını söyle!”
Eln adamın yüzündeki ifadeyi gördüğünde, ağzından dökülecek kelimeleri özenle seçmesi gerektiğini anladı ve başını hafifçe yana eğdi: “Eln, Eln Cenre.”
Tüm bilmece bir anda çözülüverdi. Kepçi peşinde olduğu Cenre ailesinin son iki üyesini bulmuştu. Ahi ve Eln Cenre.
Kai, adamı bıraktı. Bir kaç adım geriledi ve Ahi’ye baktı. İlk defa somut bir delil yakalamıştı. İlk defa Kepçi’nin bir adım önündeydi. Şimdi yapılacak şey riskli ama basitti. Kai ve daha onlarca kişi Kepçi’yi arıyordu. Aylarını ve yıllarını onu arayarak ziyan etmişlerdi. Peki ya onu beklemek? Aramaktansa onun seni bulmasını ummak? Bu mantıklıydı, akıllıcaydı; ama… ne kadar güvenliydi?
* * *
İlk gece kimse gelmedi. Kai, Eln ve Ahi aynı odada kaldılar. Eln ve Kai uyurken Ahi uyumadı. Sorduğunda ‘’Asla uyumuyor,’’ dedi Eln. ‘’ Ben doyurmazsam yemek yemiyor, ben içirmezsem su bile içmiyor.’’ İkinci gece Eln’e kardeşini bir sandalyeye bağlarken yardım etti Kai. Kıyafetlerini ve başındaki kasketi çıkartıp onu yıkarken yardım etti. Ahi, başından çıkarılan kastet için can çekişen bir hayvan gibi böğürüyor, kendini bağlarından kurtarmaya, etrafına saldırmaya çalışıyordu. Kasketi geri alınca sakinleşti ve tekrar duvarına daldı.
‘’Onu bu halde görmeye dayanamıyorum,’’ dedi Eln. ‘’Bazen…’’ gözlerini yere dikti. ‘’Keşke… öldürseydi, diyorum. Bundan utanmıyor değilim ama o da böyle isterdi, onun değil benim başıma gelmiş olsa ben de böyle isterdim.
Başını kaldırdı ve Kai’ye baktı. ‘’Bütün ailemi aldı. Beni de alacak olursa ona kim bakar, bize kim bakar? Eğer olurda durduramazsak, yani beni bir şekilde alacak olursa başıma bir kurşun sıkar mısın? Bir bana bir de kardeşime?’’
Kai ne diyeceğini bilemedi. Yutkundu, gözlerini kaçırdı.
‘’Sen böyle bir hayatı ister miydin,’’ dedi Eln. ‘’Başkaları altını değiştirirken öylece duvarı izlemek, belki onun bile farkında olmadan?’’
Kai derin bir nefes alıp ‘’Seni alamayacak,’’ dedi. ‘’O şeyi öldürdüğümüzde kardeşin de eski haline dönecek.’’ Dönmeli.
Eln kardeşinin izlediği kireç duvara baktı. Sonra başı usulca onayladı fakat çehresi reddediyordu. Yürüdü, dolaptan sarı ciltli bir kitap aldı ve divana uzanıp sırtını yastığa yasladı.
* * *
Bir ceset vardı karşısında, çoktan ölmüş de sen ölüsün diyen olmamış. Öyle bakıyor karşısındaki donuklaşmış, rengi solmuş gözler. Aslında bakmıyor da bir çift kurşun sıkıyor sanki, sıcak bir sancıyla bağrını delip geçiyor kurşunlar. Kai savruluyor geriye. Sol eli duvarın sıvalarında tutunacak bir çıkıntı arıyor ama yok. Tırnakları sıvaya gömülüyor, usulca kayıyor, halıya yığılıyor.
İçinde bir rüzgâr esiyor ve göğsüne saplanan sancı nefesini kesiyor. Bir düş esrikliği gözlerini perdeliyor ve bu esriklik beyaz bir karanlığa sürüklüyor onu. Donmuş bir gölün üzerinde yürüyor, ardı sıra çatlıyor buzlar. Başını sunduğu giyotinden idamını izleyen kalabalığa dalıyor ve çıplak sırtına kar yağıyor.
Bir bağrışa uyandı ve hızla doğruldu yattığı yer yatağında. Odanın loş karanlığında Eln’i seçti gözleri ve sonra da karşısındaki Ahi’yi. Adam ayaktaydı; gözleri duvara dikili değil, elleri titremiyor. Nasıl?
‘’Ahi,’’ dedi Eln iki eliyle kardeşinin omuzlarını kavrayarak, ‘’işitiyor musun sesimi?’’
Adam başıyla onayladı.
‘’Ah şükürler olsun,’’ dedi kardeşine. Sonra sıkıca sarıldı.
Ahi sarılışına karşılık vermedi, kolları hiç kıpırdamadı. O sırada Kai adamın sağ avucunda sıktığı şapkayı gördü. Başındakini değil başka bir tanesini. Eski, yıkanmaktan rengi atmış, yer yer iplikleri sökülmüş sekiz köşeli bir kasket.
Bir anda ‘’Uzaklaş!’’ diye haykırdı Kai. ‘’Uzak dur ondan Eln. O kardeşin değil!’’
Birden öne atıldı. Ahi’yi sırtından kavrayarak yana savurdu. Eln ne olduğunu anlayamıyormuş gibi geri geri yürüdü birkaç adım.
Ahi düştüğü yerden usulca doğruldu ve gözlerini Kai’ye dikti. Bakışı kinle yoğrulmuştu. Sol elini damarları şişene dek sıkmış, çenesini kilitlemişti.
* * *
Gök gürlüyor, yağmur çatıları dövüyor, şimşekler havayı kırbaçlıyordu. Evin geniş salonunda, koca yemek masasının ucunda oturuyor, dirseklerini masaya dayamış, ellerini yüzünün altında birleştirmiş karşısında yanan muma dikkatle bakıyordu. Mumun salınan ışığıyla aydınlanan odanın duvarlarında gölgeler oynaşıyor zihninde tek bir soru dönüp duruyordu:
Beni öldürebilir misin?
Mum alevi, gözlerinin önünde bir sağa bir sola kıvrılıyor, eski anılar zihninde can buluyordu:
Odasında uyuyordu. Sonra sesler duymaya başladı birden. Yatakta doğruldu, annesi hışımla daldı odaya ve onu kucaklayıp salona götürdü. “Acele et!” diyordu babası. İkisi de korkmuştu. Kötü bir şey olmuştu ya da olacaktı. Annesi onu kucağından indirdi ve babasıyla birlikte salonun ortasında bulunan yemek masasını kenara itti. Babası halıyı savurup attı ve kiler kapağını kaldırdı. “Çabuk… çabuk! Neredeyse burada olurlar!” Annesi onu kucakladığı gibi kilerin içinde bıraktı.
“Burada kal ve sakın sesini çıkarma! Anladın mı? Ne olursa olsun burada kal ve ses çıkarma! Seni seviyorum!”
Kilerin kapağını kapattı. Karanlık. Annesi ve babası masayı yerine koymuş olacaklar ki bir gürültü duydu. Sonrası sessizlik. Karanlık ve sessizlik… Bu ikisi daha o andan başlayarak hayatının sonuna kadar onun kâbusu olacaklardı. Ama bir süre sonra sessizlik kırıldı:
Güm…
Sonra yine:
Güm… Güm…
Ve yine:
Güm… Güm… Güm…
Ardından bağırışlar, çığlıklar ve küfürler.
Karşısındaki mumun alevi titreşti. Şimşekler ara sıra çakıp odayı bir anlığına beyaz ışığa boğdu. Mia gözlerinden dökülen yaşları elinin tersiyle sildi. Duruşunu dikleştirdi. Elleriyle masadan destek alıp ayağa kalktı. Ayakta öylece baktı. Gözleri mum alevine kitlenmişti, dudakları istemsizce yanlara doğru kıvrıldı. Ağzından dökülen sözler loş odada karanlığa karıştı:
“Beni öldürebilir misin Kai?”
* * *
“Bekle!” diye bağırdı Kai.
Kolundan tutup Eln’i geriye çekti ve sırtını yasladığı duvarın kenarından dar sokağa baktı. Sokağın sonunda bir adam ellerini önünde birleştirmiş meydan okurcasına bekliyordu. Yağmur ve karanlık yüzünden adamın çehresini seçemiyordu; ancak düşman oluğunu anlaması için kafasında taşıdığı şapka yeterliydi. Bir anlığına çakan bir şimşek Kai’nin haklı olduğunu ispatlarcasına adamın gözlerindeki ölü bakışı görünür kıldı. Kai başını duvara dayadı ve içini çekti: “Buradan çıkamayız.”
“Neydi o?” diye sordu Eln, sesinde çaresiz bir dirayetle. Yaşadığı şoku hala atlatamamış gibiydi.
Kai bile bu haldeyse onun halini düşünemiyordu. Her şeyi yarım yamalak hatırlıyordu. Ahi doğrulmuş Kai’ye saldırmak yerine Eln’e saldırmıştı yine. Garipti. Öldürmeye çalışmaktan ziyade sanki elindeki şapkayı kafasına geçirmeye çalışıyordu. Sonra bir silah sesi… Ahi’yi öldürdüm. Kendine o çoktan ölmüştü demek istiyordu ama diyemiyordu.
Yutkundu, başını gökyüzüne dikti ve “Kepçi…’’ dedi, ‘’neden bilmiyorum ama ailenin peşinde. Daha doğrusu artık senin peşinde. Sana söz veriyorum bu işe bir son vereceğim.” Duvarın kenarından tekrar dar sokağa baktı. Adam hâlâ orada dikiliyordu. Evden çıkmışlardı ancak daha iki sokak ilerleyemeden dikilmişti karşılarına. Şimdiyse sokağın köşesindeki eski evin verandasında gizlenmiş, bir çıkış yolu arıyorlardı.
Kai başını iki yana salladı, “Orospu çocuğu!” diye fısıldadı ve çekti silahını. Kurşunlarını saydı ve horozu kaldırdı. “Beni takip et. Arkamda kal!” dedi, verandanın tırabzanlarından atlayıp dar sokağa daldı. Elindeki tabancayı adama doğrulttu ve sakin adımlarla ilerledi. Şapkalı adam kendisine doğru gelen iki adamı görünce sırıttı ve üzerlerine koşmaya başladı. Kai tüm sakinliğini korumaya çalışarak çekti tetiği. Ve şapkalı adam ayaklarının dibine serildi.
Kai, adamın kafasından düşen şapkayı dikkatli bir şekilde eline aldı. Havaya kaldırıp yağmurun zayıflattığı ay ışığında incelemeye başladı. “Mesele…” dedi düşünceli şekilde, “mesele şapka. Şimdi anlıyorum; Kepçi şapkalarla kurbanlarını kontrol ediyor. O odada bize saldıran kardeşin değildi Eln. Kepçi’nin ta kendisiydi.”
Eln gözlerini Kai’ye dikti: “İyi de neden? Bizden ne istiyor?”
Adamın bakışları yerde yatan cesede kayarken gözlerinden suratına sızan damlanın yağmur olmadığını biliyordu Kai. ‘’Öğreneceğim,’’ diye fısıldadı. Sonra arkasından gelen sesle irkildi. Dönüp baktığındaysa onlarca insan gördü; dar sokağa giriyorlardı etraflarına yağmur damlaları düşerken; yavaştı adımları. Hepsinin başındaysa birer şapka vardı. Yürüyüşleri ilk bakışta sakin gibiydi fakat öyle değildi; sendeliyorlardı; sanki, diye düşündü. İpleriyle oynatılan kuklalar gibi.
“Gitmemiz lazım! Hemen!” Eln’i kolundan çekip önüne savurdu. Tam koşmaya başlamışlardı ki, onlarcası daha; genci, yaşlısı, çocuğu sokağın öteki ucunda belirdi. Eln ve Kai kapana kısıldı. Sonra konuşmaya başladılar. Bir uğultu değildi, tek bir ağızdan konuşuyorlardı. Kai ne dediklerini duymaya, anlamlandırmaya çalıştı. Söyledikleri tek bir cümleydi. Önce bir fısıltı gibi gelmişti kulağına; yavaş yavaş, kayaya vuran bir dalga gibi. Sonraysa Kai’nin kulaklarında çınlamıştı tek bir cümle:
“Beni öldürebilir misin Kai?’’
Derince bir nefesle doldurdu ciğerlerini. Bu kendini beğenmiş bir cümle değildi. Hayır. Bu çaresiz bir arzuydu; bir devasızın dudaklarından dökülen son cümleler gibi.
Başının arkasında bir sızı hissetti ve gözleri karardı.
* * *
Kai gözlerini usulca araladığında ilk gördüğü ak tavandı. Eli ensesine gitti ve inleyerek ovaladı.
Oda soğuktu. Hafif bir rüzgâr suratına sürtünüyor, odayı loş bir aydınlığa boğan düzinelerce mumun alevini titretiyordu. Oturduğu tek kişilik koltuğun kolundan destek alarak doğruldu ve etrafına bakındı. Eli belindeki beylik tabancasını aradı ancak yoktu. ‘’Eln,’’ diye fısıldadı, sonra karşıdaki ahşap kapıya baktı. Yutkundu, usulca yürüdü, kulağını kapıya dayayıp dinledi:
Sessizlik.
Burnundan soluk alıp kapı koluna yapıştı ve bastırdı. Açılmadı; kilitliydi. ‘’Siktir…’’ diye fısıldadı. ‘’Ah Ulu Ana…’’
Yumruğunu kapıya gömdü bir anda. Ardından tekmeledi; tekrar ve tekrar. Siktir! Siktir! Siktir!
‘’İşte buradayım,’’ diye haykırdı. ‘’Korkak! Çıksana lan karşıma adi-’’
‘’Acele etme,’’ dedi biri, fısıltıdan hallice, nefesinin sıcaklığı Kai’nin ensesine çarptı.
Hızla ardına döndü. Karşısındaki… Eln’di. Kai’nin gözleri adamın başındaki kara kaskete kaydı ve nefesi kesildi; göğsünde bir şeyler öldü. ‘’Sen,’’ derken sol gözünden yanağına kayan yaşın ılıklığını hissedebiliyordu. ‘’Sen…’’ sesi titredi. Başını iki yana salladı. ‘’Bunu yapmış olamazsın.’’
Eln’in suretindeki başını azıcık yana yatırmakla yetindi.
Kai dişlerini ve yumruğunu aynı anda sıktı ve Eln’in suratına gömdü yumruğu.
Eln yana savruldu ve halıya yuvarlandı. Sonra başını kaldırıp anlamamış gibi Kai’ye baktı. Ardından doğruldu, eli beline gitti ve bir tabanca çıkartıp Kai’nin başına doğrulttu.
Benim tabancam, diye düşündü Kai, bir adım geri çekilirken.
Eln’in suretindeki gözlerini kıstı. Eli hafifçe titriyordu ve duruşu sola meyilliydi. Başıyla koltuğu işaret etti ve ‘’Otur,’’ dedi.
‘’Amacın ne?’ dedi Kai. ‘’Neden öldürmüyorsun beni?’’
‘’Amacımı çoktan söylemedim mi?’’ dedi Eln’in suretindeki.
‘’Bunun bir anlamı yok.’’
‘’Anlayacaksın,’’ dedi. Tabancayla koltuğu gösterdi. ‘’Otur.’’
Kai yürüdü ve oturdu.
Eln de yürüdü. Kai’nin karşısındaki koltuğa çöktü ve sırtını yasladı. Bakışını Kai’ye dikti. Hayır, Kai’ye değil Kai’nin arkasındaki duvara. Kolları yana sarktı ve elindeki tabanca usulca parmaklarının arasından kayarak halıya düştü.
Kai suratını ellerine gömdü ve düşündü. Dakikalar ve saniyeler artarda can verirken düşünmeye devam etti. Önce duvarlara sonra karşısındaki ölü gözlere bakarak düşündü ama işin içinden çıkamadı. ‘’Neden?’’ diye fısıldadı. ‘’Benden ne istiyor olabilirsin? Seni öldürmemi mi? Evet seve seve yapardım.’’
Neden sonra bir ayak sesi duydu ve hızla kalktı koltuktan. Mekanik bir tıkırtının ardından karşıdaki kapının zembereği kalktı. Kapı gıcırtılarla açıldı ve odaya genç bir kadın girdi. Kıvırcık saçlarını beyaz bir örgü berenin altına saklamıştı, birkaç bukle kulaklarının yanından taşıyordu. Darca bir pantolon üzerine beyaz bir gömlek ve mavi örgü süveter geçirmişti. Bir insan ancak bu kadar normal görünebilirdi.
Kadın kollarını usulca yana açıp ‘’Şaşırmış gibisin,’’ dedi. Yeşil gözleri bir an ışıldadı.
‘’Beklediğimden daha gençsin,’’ dedi Kai.
Kadın tek kaşını havaya kaldırdı. “Hıh… Genç olmam mı seni böyle şaşırttı? Yoksa kadın olmam mı?” dedi, muzip bir edayla.
Kai omuz silkti: ‘’Hiç önemi yok.’’ Eğildi ve Eln’in ayakucundaki silahı alıp Mia’ya doğrulttu. ‘’Gerçekten,’’ dedi. ‘’Hiç önemi yok!’’
‘’Ah,’’ dedi kadın, gülümsedi. ‘’ ‘O’ mu? Kepçi’yi ben mi sanıyordun?’’
‘’Değil misin?’’ dedi Kai.
‘’Hayır,’’ dedi, gülümsedi. ‘’Ben onu öldüren kişiyim.’’ Bacaklarını kırarak küçük bir reverans yaptı: ‘’Mia.’’
Kai gözlerini genç kadına dikti. ‘’Memnun oldum,’’ dedi, sonra çekti tetiği.
Silah patlamadı. Kadın gözlerini devirdi. ‘’Boşalttırmıştım,’’ dedi. ‘’Mermiler onun cebinde.’’ Bir anlığına Eln’e baktı.
Kai dişlerini sıktı. ‘’Anlamama yardımcı ol,’’ dedi. ‘’Kollarını yana açtı. Tüm bu bokların anlamı nedir? Sanırım ölmek istiyordun?’’
Kadın gülümsedi. ‘’Evet,’’ dedi. ‘’Ama düşündüğün manada değil.’’
Kai konuşmayınca devam etti:
‘’İntikam,’’ dedi, başıyla Eln’i göstererek. ‘’Ailemi öldürdüler.” Sonra donuk bir yüz ifadesiyle devam etti. “On iki yaşındaydım. Kepçi’yle karşılaştım, yaşlıydı; hem bedenen hem de ruhen. Omuz silkti. ‘’Şapkalarda kural basittir: Bir insanın bedeninde gereğinden fazla kalırsan bu seni hasta eder. Kendi gerçekliğinden koparsın ve onun dünyasına girersin. Ve bu tehlikelidir. İnsanlar zayıftır, sen de zayıflarsın. Eln’e baktı: ‘’Uzun zamandır o zayıflığı ben de tadıyorum.’’
‘’Zayıflık, öyle mi?’’ dedi Kai. ‘’Yani sen insanları bu hale getirerek güçlü mü oluyorsun?’’
‘’Belki,’’ dedi Mia. ‘’Ama… Bunu nasıl anlatsam? Afyon müptelalığı gibi. Bu beni hayatta tutuyor. Ama yaşamama müsaade etmiyor.’’
Kai cümlelerden ne çıkarması gerektiğini bilmiyordu. Karşısındaki tavırlar kendini beğenmişti; ama cümleler öyle değildi.
‘’Kepçi beni uyarmıştı,’’ dedi Mia. ‘’Bunun sonu olmadığını söylemişti. Bir defa tadarsan bırakamazdın. Dinlemedim. İntikamımı alıp bırakacaktım ama olmadı. İlk önce o ikisini aldım, annemle babamı öldürenler. Kendi elleriyle kendi bedenlerini parçaladım ama yetmedi. Tüm akrabalarını, onlarla kan bağı olan herkesi aldım ama bu da bir son olmadı.’’
‘’Ama şimdi bir karar mı verdin yani?’’ dedi Kai. ‘’Ben seni öldüreceğim ve bitecek öyle mi?’’
Mia gülümsedi. ‘’Ah hayır,’’ dedi. ‘’Bitmeyecek, o şekilde değil. Beni öldürürsen bu güç sana geçer, kural budur. Ve güce kimse direnemez.’’
‘’O zaman?’’
‘’Bu benim değil senin vereceğin bir karar,’’ dedi Mia. ‘’Beni öldürerek gücümü kendine alabilirsin. Ve direnebileceğini umarsın.’’ Eln’i gösterdi: ‘’Ve sonunda insanları bu hale getirirsin.’’
Kai, sessizliğe gömüldü. Bakışlarını Eln’den ayırmıyor, diğer kurbanları da düşünüyordu. Karşısındaki genç kadın, her ne kadar tehlikeli olsa da yine de dürüsttü. Bunu zaten belirtmişti. Kendisini öldürmesini ondan istemişti. Kai derin bir nefes çekti. Gözlerini kadına dikti. “Neden ben? Onca insan arasından neden beni seçtin?”
Kadın gülümsedi ve başını yana eğdi. Kollarını göğsünün üstünde bağladı. “Bu yeterince açık değil mi? Kepçi ile yüzleşebilen tek insan sensin. İstihbarat Kantonu yıllarca Kepçi’yi aradı. Sadece sen buraya kadar gelebildin.”
Kai bakışlarını yere çevirdi.
“Her ne kadar mümkün olduğunu düşünmesem de, belki bu laneti ortadan kaldırabilecek tek kişi sensindir. Belki de daha fazla kurban verilmesini engelleyebilirsin.”
‘’Peki ya diğer seçenek?’’ dedi Kai.
‘’Bedenini alacağım,’’ dedi Mia. ‘’Bu seferki farklı olacak. Başına bir şapka koyduğum anda tetiğe basmak için yalnızca üç saniyen var. Bedenimi öldürmen gerek. Beyne tek kurşun.’’
Kai Ahi’yi ve Eln’i düşündü. ‘’Bu beni öldürecek,’’ dedi, ‘’öyle değil mi?’’
Mia başını usulca salladı.
Kai ‘’Bunu yapamam,’’ diye fısıldadı. Hangi insan yapabilir ki? Gezdiği her bir ev ve her bir kurban gözlerinin önüne geldi. Duvara dikili gözler, yana sarkmış kollar, titreyen eller ve manasızca gülen çehreler. Adamlar kadınlar ve çocuklar.
Eln’e baktı. ‘’Bu… onları kurtaracak mı?’’ diye sordu.
‘’Emin değilim,’’ dedi Mia.
‘’İçkin var mı?’’ diye sordu Kai.
Mia karşıdaki dolabı işaret etti.
Kai yürüdü, dolaptaki viski şişelerinden birini açtı ve başına dikti. Burnundan derince bir nefes alıp Mia’nın karşısında geçti, ‘’Kararımı değiştirmeden yap şunu,’’ dedi.
Mia uzandı ve Kai’nin sol elindeki silahı aldı. Eln’e doğru yürüyüp adamın cebindeki mermileri çıkarıp silahı doldurdu. Ve tekrar Kai’ye uzattı. Sonra gözlerini gözlerine dikti. ‘’Emin misin?’’ dedi.
Kai başını salladı.
Mia başındaki şapkaya uzanıp çıkardı. Ardından elini uzattı.
‘’Bir saniye,’’ dedi Kai. ‘’Dua etmeme izin ver.’’
Mia bekledi.
Kai yumruğunu avucunun içine alıp diz çöktü: Ey Ulu Ana. Bu fedakârlığı gör ama karşılığını benden esirge. O insanlara hayatlarını geri ver.
Doğruldu, yutkundu, derin bir nefes aldı ve ‘’Yap,’’ dedi.
Mia bir anlığına düşünürmüş gibi oldu, sonra uzandı ve elindeki bereyi Kai’nin başına geçirdi.
Kai göğsünde derin bir sızı hissetti, biri kızgın bir bıçağı kalbine saplamıştı sanki. Düşünmeye zaman yoktu, acıya zaman yoktu. Silahı Mia’nın başına doğrulttu ve çekti tetiği.
Kurşun kafatasını delip geçerken Mia eski bedenine baktı ve koltuğa yığıldı. Elindeki silah parmaklarından kopup yere düştü. Bu yeni beden ağırdı, ama artık ruhu hafifti. Yutkundu ve ‘’Şükürler olsun,’’ diye fısıldadı. Bitmişti, özgürdü.
Bakışları Eln’e kaydı ve adamın usulca doğrulduğunu görünce bunu küçük bir tebessümle karşıladı. Sonra bir ses duydu. Odadan değil de beyninin içinden. ‘’Ah, Eln normale mi döndü?’’ diyordu Kai’nin sesi. ‘’Ama benim ölmüş olmam gerekmiyor muydu?’’
-SON-
Yazarlar: Umut Külen – Osman Eliuz
Merhaba,
Yine olaylar olaylar 🙂 Gayet başarılı bir iş çıkarmışsınız. Ne güzel seçkide üçüncü oldu bu; ikili yazar öyküsü. Nasıldı uyum sağlayabildiniz mi, kolay mı ortak yazım?
Oldukça uzun bir öyküydü ama sürükleyiciydi de. Konu, anlatım ve kurgu da gayet iyiydi.
Kalemlerinize kuvvet.
Merhaba Öznur,
Öncelikle teşekkürler. 🙂 Öyküyü beğenmene sevindim. Şunu söylemem lazım ki sevgili Osman sürprizlerle dolu biri. 🙂 Yani ona bir bardak pirinç verin ve pilavı beklemeye başlayın. Tencereyi açtığınızda bambaşka bir yemekle karşılaşmaya hazır olun 🙂
İki farklı kafa, iki farklı insan, iki farklı bakış açısı 🙂 Ne yalan söyleyeyim, ilk başta bu beni çok korkuttu. Acaba yapabilecekmiyim – ki şahsım adına bunu da görebilmekti niyetim- sorusu kafamın içinde dönüyor, ortak bir dinamik yakalamaya çalışıyordum. Benim ilgimi çeken ve Sevgili Osman’ın ilgisini çeken hikaye arasında dağlar kadar mesafe vardı. Tek amacımız- Adı üstünde – Ortak bir şeyler çıkarmaktı. Yazılan biraz onun biraz da benim kalemimi yansıtsın istedik. Bu kısım okuyanın takdirinde. İşin ilginç yanı şu ki; çoğu noktada birbirimizi iyi tamamladığımızı düşünüyorum. Tek zorluk noktamız gidilecek rotayı belirlemekti. O belli olunca arkası çorap söküğü gibi geldi. Kendi adıma şöyle bir çıkarımda bulundum; o da ben de aynı yolda ilerliyoruz. Sadece seyahat yöntemlerimiz biraz farklı. 🙂 Bunun çıkmazlarını yaşamadık dersem yalan olur. Toparlarsam, ilk başlarda korksam da, sonunda okunmaya değer bir öykü çıkarabildiğimiz için memnunum. 🙂
“Yani ona bir bardak pirinç verin ve pilavı beklemeye başlayın. Tencereyi açtığınızda bambaşka bir yemekle karşılaşmaya hazır olun.” âlemsiniz, çok güldüm 🙂
Ortak yazım bence de zor ama keyifli. Elbette iki farklı kalemin ve esasen iki egonun çarpışarak birleşmesi enteresan bir deneyim ama bizim gibi yazıyla kafayı bozanlar için çok da gerekli. Hem uyumu öğretiyor ve kişinin baskın yanlarını törpülemesine olanak veriyor hem de ortaya çıkan eserin harman çay gibi daha lezzetli olmasını sağlıyor.
Merhabalar. Umut’un cümlesine ben de güldüm ve bardağın dolu tarafından bakıp iltifat olarak almayı yeğliyorum 🙂 Ortak çalışmak bir yanıyla zor, bir yanıyla da insanı devam etmeye teşvik ediyor. Kendi gözündeki yansımayla karşındakinin gözündeki yansımanın farkını görüyorsun. Daha önce ortak çalışmışlığım vardı esasen ama Umut’la çalışmak farklı bir deneyim oldu, güzel oldu. Bana katlandığı için teşekkür ediyorum kendisine. Hikayenin fikri, yani kendi deyişiyle bir bardak pirinç Umut’a aitti. Önemli olan da bu zaten, başlarsan bir şekilde biter. Söylenmesi gerekenleri söylemiş kendisi. Elimizden geleni yaptık ve sonuçtan memnunum kendi adıma. Zamanınıza ve değerli yorumunuza teşekkürler.
Katlanmak değil, katılmaktır o! 😀
Seçkiye baktığımda öykünün hem ismen hem de iki yazar tarafından yazılması dikkatimi çekti. İnanın bu kadar muazzam bir eser olacağını tahmin edememiştim. ELLERİNİZE SAĞLIK! Öykü budur; olay budur; akış budur. İki kişi yazmış olmasına rağmen hiçbir kopukluk, tuhaflık hissetmedim.
İşi çok iyi kotarmışsınız.
Özellikle önsöz kısmı o kadar canlı yazılmış ki tam olarak orada onları izliyordum ürpertiyle; hani kış masalları, kış filmleri vardır size mutluluk veren farklı dünyalar açan; tam anlamıyla oydu.
Hele ki betimlemeler: “Soluk rengi ve dökülen sıvasıyla cüzzamlı bir ihtiyarı andıran eski bir ev…” veya ” Hıçkırıklarını kendine ninni yapıp ilk bulduğu kuytuda uykuya dalıyordu.” gibi birçokları. O kadar kaliteli, ustaca ve yumuşak ki… Noktalama, yazım da gayet yerli yerinde. Sadece mini minnacık ‘dedektif’ kelimesine takıldım; sanki o döneme uygun başka bir kelime bulunsaydı kulağa daha hoş gelecekti; dediğim gibi bu öykünüzün akışına engel değil kesinlikle. Şapka temasından olağanüstü bir iş çıkarmışsınız.
Lütfen tekrar yazmaya devam edin. Ellerinize, yüreğinize sağlık.
Merhabalar.
Dediğiniz gibi kopukluk olmaması için ikimiz de birbirimizin yazdığı bölümleri düzenlemekten, hatta gerekirse eksiltmekten çekinmedik; birbirimizi tamamladık.
İki kısımdan oluşan önsözü ortak yazdık ama işaret ettiğiniz o iki betimleme de Umut’a ait. Ben de çok beğenmiştim okurken.
Dedektif kelimesinin üzerinde biz de durmuştuk. Sonunda bu kelimede karar kıldık, belki değişebilirdi dediğiniz gibi. Dikkat çektiğiniz için ayrıca bir teşekkür.
Uzun oldu ama okuyanların da zamanına kast etmemek adına dolu dolu yazmaya çalıştık; yorumunuz bir nebze başardığımıza işaret ediyor.
Öykümüzü beğenmenize sevindim ve zamanınız ve teşvik edici yorumunuz için teşekkür ediyorum. Kendinize iyi bakın.
Merhaba Mustafa,
Öyküyü beğenmene sevindim. Güzel sözlerin için çok teşekkürler.
Dedektif kelimesi konusunda sevgili Osman’ın hakkını yiyemem. Belirttiğin hususu o da söylemişti. Bu kelimenin kullanılmasındaki ısrar tamamen bendenize ait. Sağolsun Osman da kırmadı beni. Tekrar teşekkürler. Görüşmek üzere 🙂
Biraz samimi bir yorum yazmak istiyorum izin verirseniz.
Arkadaşlar ellerinize sağlık. Valla bravo. Film gibi bir öykü ortaya çıkartmışsınız. Audio Book’u ne zaman çıkar? 😛
Öykünün karanlık havası çok hoşuma gitti. Karakterlerin gizemlerini korumaları ve geçmişlerine dair verilen detaylar beni öyküde tuttu. Uzun bir ökyü olmasına rağmen merakım bir an bile kaybolmadı. Betimlemeleri ve anlatımı çok beğendim. Kurgu da bir hayli başarılıydı. Bence bir kaç kez okunmayı hak eden, ince işçilik barındıran oldukça keyifli bir eser ortaya çıkartmışsınız. İkinizi de kutluyorum.
Nazar boncuğu kişisel görüşüm olarak da anlatım paragraflarının biraz uzun tutulduğunu, öykünün temposuna ufak bir darbe vurduğunu düşünüyorum. Daha kısa olsa daha da akar gidermiş öykü. Dediğim gibi tamamen kişisel tercihim.
Gönlünüze sağlık.
Merhaba Ufuk, 🙂
Ayırdığın vakit için ve güzel yorumların için çok teşekkür ederim. Uzun olan paragraflarla ilgili belki de haklısınızdır ancak, akıllarda soru işareti kalmasın diye baya cebelleştik Osman’la. Belki de biraz ucunu kaçırmışızdır. 🙂
Görüşmek üzere 🙂
Merhabalar ve zamanınıza ve değerli yorumunuza teşekkürler. Umut’un da dediği gibi uzun paragrafların sebebi fazlaca karmaşık olan olayları bir şekilde atlamamaktı sanırım. Ama sözünüzde haklısınız, uzun bir öyküde özellikle sonlara doğru biraz daha dikkat edilmeli.
Teşekkürler; kendinize iyi bakın.
Merhaba;
Öncelikle bütünselliği çok güzel yakalamışsınız. İkili yazmak dediğiniz gibi zevkli ve zor da aynı zamanda. Sonunu da güzel bağlamışsınız sadece odadaki yaşananlar biraz uzun geldi bana. Orada ben biraz dağıldım (benden kaynaklanan bir durumda olabilir tabii ki) Ellerinize sağlık…
Merhaba Nurdan,
Çok teşekkürle. Bütünselliği yakalama konusunda ben de şaşırdım. Sonuçta iki farklı insandık. Sevgili Osman ile çalışmak çok keyifliydi. Yukarıda kendisinin de belirttiği gibi, yazılan bölümlere müdahale hakkını sonuna kadar tanıdık karşımızdakine. İşin güzel yanı da ikimiz de bu değişiklikleri yaparken, dokuyu fazla kurcalamadan yapabilmiş olmamızdı.
Odada yaşananlar konusunda ise, şunu söyleyebilirim. Belki Eln o odada olmasaydı ve Mia ile Kai doğrudan yüzleşerek başlasaydı bu hissiyat oluşmazdı sizde. Ancak Eln’in orada olması elzemdi. Bu da bizim vaz geçmek istemediğimiz bir detaydı. 🙂
Vaktinizi ayırdığınız için tekrar teşekkürler 🙂
Merhabalar. Zamanınıza değerli yorumunuza teşekkür ediyorum. Uyum konusunda Umut’un sözleri çok doğru. Sonu da Umut’un söylediği gibi fakat finale yaklaştığı için heyacanı düşürmeme adına birkaç sahne kırpılabilirdi sanırım. Şu anda gözüme batan dua sahnesi var mesela, ben yazmıştım. Olmasa da olurmuş.
Beğenmenize sevindim, kendinize iyi bakın.
Osman ve Umut merhaba.
Öykülerini beğendiğim iki isimden ortak bir çalışma… Görür görmez bir heyecan oluşturmadı dersem yalan söylemiş olurum. Aşağıdaki satırlarda hem olumlu hem de olumsuz anlamda öykünüze kişisel bir operasyon yapacağım. Hazır mısınız? 🙂
Öncelikle şunu söyleyeyim, iki kişi olmanın dezavantajlarının üzerinden bence başarı ile gelmişsiniz. Biz de geçen seçkide Türker ile ortak bir şeyler yapmaya çalışmıştık, biliyorsunuz. Ancak bizim işimiz uyum sağlama konusunda sizden daha kolaydı. Çünkü bizim tanışıklığımız, ki öyle böyle bir tanışıklık değildir, on beş seneyi bulur. Sizin arkadaşlığınız on beş seneden eski değilse, uyumlu bir dil yakalama noktasında bizden daha iyi bir iş çıkarmışsınız demektir. Başlangıç tebriğini uyumunuz için bırakıyorum buraya. Diğerleri de yolda.
İkinci olarak o nasıl bir giriştir öyle! Şimdi beğendiğim bir kaç cümleyi alıntılıyorum sizden;
“Soluk rengi ve dökülen sıvasıyla cüzzamlı bir ihtiyarı andıran eski bir evin ikinci katında bulunan ve alakasız bir surata yerleştirilmiş koca bir burun gibi duran cumbanın altına sığındı,” Bayıldım buna.
“Kül beyazı saçları ak örtüsünün köşelerinden yabani çalılar gibi çıkmış,” Nereden buluyorsunuz bu anlatım gücünü acaba?
“Göz bebekleri ak bir leğenin içindeki ölü balıklar gibi süzüldü.” Güzel betimleme.
Giriş bölümü o kadar güzeldi ki, özür dilerim ama geri kalanını tadı damağında kalmış biri olarak okudum. Yazım, imla, kurgu… her şey çok yerindeydi. Ama bir kaç husus da var belirtmek istediğim. Belki ben anlayamadım, belki de kurgusal küçük bir hatanız oldu. Bakalım hangisi…
İlk olarak bu kısımda sanırım özne-yüklem uyumsuzluğu olmuş. “koyuyorlardı” ve “gidiyorlardı” tekil kullanılmalıydı sanırım. Hikayeye kaptırmış giderken beni biraz kopardı metinden. Yanlış mı okudum, ne söylenmeye çalışmış vs. düşündüm bir süre. Ufak bir detay ama söylemiş olayım. Kızdırmıyorum inşallah ! ‘:)
“İfadelere göre Kepçi’nin yaptığıysa hep aynıydı. Kurbanının karşısına geçiyor ve başına bir şapka koyuyorlardı. Ve öylece gidiyorlardı. Kurbanlar dakikalar sonra düşüp bayılıyor, tekrar uyandıklarındaysa onlardan birine dönüşmüş oluyorlardı.”
İkinci olarak ara kurguda anlayamadığım bir husus var. Önce alıntılayayım, sonra altında neyi anlayamadığımı anlatayım.
“Yeni bir görevin var,” dedi Renn Kai’ye kuşkuyla bakarak. “Kırk yıl önceki bir dava sanırım tekrar hortladı.”
Kai doğruldu ve pencereye kadar yürüdü. Dışarıya baktığında ise güneşin doğduğunu gördü. Kepçi geri döndü. On beş yıl aradan sonra bir kişi daha, diye düşündü. Eğer her gece olan bugün de olmuşsa.”
“Kai gözlerini dosyadan kaldırdı ve tavana dikti. Amiri Renn haklıydı; bu dava kırk yıl evvelkiyle neredeyse aynıydı; kapandığı umulan davayla. Kai o zamanlar henüz doğmamış olsa da onun bile kulağına gelmişti olanlar. Bir dönemin kâbusuydu o, geceleri çocukları analarının koyunlarına sokan, yetişkinleri çocuklar gibi titretendi; ama asla bulunamamıştı; kimse ne cinsiyetini, ne yaşını, ne de insan olup olmadığını biliyordu.”
Şimdi anlamadığım şey şu. 40 yıl önceki dava hortluyor, ancak Kai 15 sene önceki dosya ile aynı diyor. Sonra tekrar bir 40 seneden bahsediliyor. Aklıma şu ihtimal geldi. Dosya 40 yıl önce açıldı, seneler içerisinde de benzer olaylar yaşandı ve Renn o yüzden 40 yıl önceki dosya dedi. Yani başlangıca referans verdi. Ancak yine de bu doğru olmazdı. Kaldı ki bu ihtimal de “Kai o zamanlar henüz doğmamış olsa da onun bile kulağına gelmişti olanlar. Bir dönemin kâbusuydu o…” cümlesi ile de çürütülüyor. Size sormak istediğim: Ben mi yanlış yorumladım ya da bir noktayı göremiyorum yoksa gözden kaçmış bir hata mıdır bu? Okurken beni öykünün içerisinde ileri geri epey gezdirdi bu ayrıntı çünkü.
Son olarak;
‘’İşte buradayım,’’ diye haykırdı. ‘’Korkak! Çıksana lan karşıma adi-’’
cümlesini pek öykünün genel diline ve ruhuna yakıştıramadım. Bu tabi ki yazarın tercihine kalmıştır. Bunu dile getirmem eleştiriden ziyade cümlenin bende yarattığı hissi anlatma çabası olarak algılanırsa sevinirim.
Finali yapayım artık. Yazdıklarınıza değer veriyorum. Bu kadar yorumun ve didiklemenin temelinde bu duruş yatıyor. Öykünüzden daha çok sevdiğim iki şey oldu. Giriş ve konu. Genel itibari ile de başarılı buldum. Finalde biraz sallandım ve karışık geldi ama sonunda anlayabildim.İki kişi olmak zor ama ortaya güzel bir öykü çıkmış. Biraz uzundu. 10 dakika için teşekkür edecektim ama 15 oldu. :))
Hep yazın, hep okuyalım.
Saygı ve sevgilerle,
Merhaba Cem, 🙂
Nereden başlasam bilemedim 😀
İzninle adım adım gideceğim…Sevgili Osman’ı Burada tanıdım. Kim bilir bel ki de bir 15 yıllık dostluğun kapısını aralamıştır bu seçki 🙂 Yukarıda da hem Osman’ın hem de benim belirttiğim gibi yazılan bölümlerin dokusunu bozmamaya özen göstererek, elimizden geleni yaptık. O benim yazdıklarıma, ben Osma’nın yazdıklarına tuz biber olmaya çalıştık. ( Arada sirke kattığımız da olmuştur 🙂 )
Gelelim diğer kısımlara;
“Kül beyazı saçları ak örtüsünün köşelerinden yabani çalılar gibi çıkmış,” ve “Göz bebekleri ak bir leğenin içindeki ölü balıklar gibi süzüldü.” Senin vesilenle ben de Osman’ı buradan tekrar tebrik edeyim 🙂
“İfadelere göre Kepçi’nin yaptığıysa hep aynıydı. Kurbanının karşısına geçiyor ve başına bir şapka koyuyorlardı. Ve öylece gidiyorlardı. Kurbanlar dakikalar sonra düşüp bayılıyor, tekrar uyandıklarındaysa onlardan birine dönüşmüş oluyorlardı.
Bu kısım bir nevi hem geçmişteki Kepçiye hem de şimdiki Kepçiye bir gönderme. Yanlış hatırlamıyorsam buraya son müdehaleyi ben yapmıştım. Her ne kadar anlatım bozukluğu gibi dursa da, aslında Kepçi ya da Kepçiler algısını biraz güçlendirmek istemiştim. Anlatılan eşgallerin farklı olması ve bir kişiden fazla insana işaret etmesi sebebiyle bu yolu seçmiştim.
İki Kepçi arasında 15 yıllık bir zaman dilimi geçmiş olsa da yöntemleri aynı.
“Kırk yıl önceki bir dava sanırım tekrar hortladı.”
Burada aslında senin de yakaladığın üzere Renn Davanın ilk açıldığı zaman dilimini vurguluyor. İlk Kepçinin ortadan kaybolup, kendini unutturması ile ( Ki burada Mia devreye giriyor) dava rafa kaldırılıyor. Ancak 15 yıl sonra Kepiçi (Mia) ilk kurbanıyla geri dönüyor. 5 yıl sonra ise Kai ile Yüzleşiyor. İlk Kepçi ve ikinci Kepçi arasında 15 yılık bir süreç geçiyor.
Tabi bunu yine de bizim kusurumuz olarak alıyorum. 🙂 Belki biraz daha sadeleştirebilirdik, ki bu zamansal kurku bendenizden çıkmadır 🙂
Okuyanların affına sığınırım 🙂
‘’İşte buradayım,’’ diye haykırdı. ‘’Korkak! Çıksana lan karşıma adi-’’
Burası ilk olarak sevgili Osman tarafından yazılmıştı ve farklıydı. Ancak biraz geride, “Orospu çocuğu!” diyen ve akabinde “Siktir!Siktir!Siktir!” diye içinden küfreden bir adamın ağzına bunun yakışacağını düşünmüştüm. 🙂
Lütfen didikleyiniz. Gözden kaçmış şeyleri başka nasıl görür ki göz, sizle onu o yöne çevirmedikçe 🙂 Tekrar görüşmek üzere 🙂
Merhaba Cem ve bu detaylı yorumun için çok teşekkür ediyorum; emek vermiş, zaman harcamışsın. Umut benden 15 yılda kurtulabileceğini sanıyorsa çok bekler 🙂
Çoğu şey Umut’un cevapladığı gibi. Yıllarla ilgili karmaşa hakkında şunu ekleyeyim:
“Kai gözlerini dosyadan kaldırdı ve tavana dikti. Amiri Renn haklıydı; bu dava kırk yıl evvelkiyle neredeyse aynıydı; kapandığı umulan davayla. Kai o zamanlar henüz doğmamış olsa da onun bile kulağına gelmişti olanlar. Bir dönemin kâbusuydu o, geceleri çocukları analarının koyunlarına sokan, yetişkinleri çocuklar gibi titretendi; ama asla bulunamamıştı; kimse ne cinsiyetini, ne yaşını, ne de insan olup olmadığını biliyordu.”
Bu paragraf biraz eksik ve tam olarak söylemek istediğimi yansıtamamışım. Dediğin gibi 40 ve 15 yıl ikilemini yaratıyor. Güzel yakalamışsın.
Biraz uzun oldu, elimizden geleni yaptık. Giriş kısmındaki tempo ve atmosfer söylediğin gibi genele çok yansımamış ama bu dengeyi iki kişi sağlamak ve olaylarla orantılı götürmek biraz zor; sebebi karakterlerin farklı olması en başta, bir de ilk Mia’nın küçük bir çocuk olması öyküye ve üsluba farklı bir doku sunuyor. Ayrıca geriye kalan kısımlarda eski Kepçi de olmadığı için ve genel göz Kai’nin olduğu için yazılan kısımlar ister istemez farklı bir renge bürünüyor.
Her şeye rağmen sevdiysen, zamanına değdiyse kafidir. Tekrar teşekkür ediyorum değerli yorumuna ve de bu seçkide olmayışına üzüldüm. Önümüzdeki seçkilerde katılman dileğiyle kendine iyi bak.
Merhaba Osman ve Umut,
Sevdiğim her ay öykülerini okumaya çalıştığım iki yazardan ortak öykü okumak keyifliydi. Önsöze bayıldım. Ancak ortalarda hikayenin temposu düşmüş biraz da kafa karıştırıcı cümleler olmuş ama genel olarak çok beğendim. Üstte yorum yapan genel olarak herkese katılıyorum iyi bir iş çıkarmış, ikili yazmanın ağırlığının altından güzel kalkmışsınız. Osman’la hayal dünyalarımızı ve kalemimizi benzetiyorum hep zaten.Siz de isterseniz ikinizle beraber bir gün yazmak isterim.
Elinize sağlık. Güzel öykülerde görüşmek üzere.
Merhabalar.
Zamanınıza ve değerli yorumunuza teşekkür ediyorum. Değindiğiniz noktaları yukarıda açıklamaya çalıştık elimizden geldiğince, umarım yeterli olur. Siz de benim ilgiyle takip ettiğim bir kalemsiniz ve evet ben de bazı açılardan ortak noktalar buluyorum aramızda. Sizinle ortak bir öykü üzerinde çalışmayı ben de çok isterim. Üç kişi nasıl olur bilemiyorum ama Umut da isterse neden olmasın?
Öykümüzü beğenmenize sevindim. Kendinize iyi bakın.
Merhaba Erdoğan.
Bu ay seçkiye hiç vakit ayıramadım. Bir tane bile öykü okuyamadım. İş güç taşınma derken ben benden vazgeçtim 🙂
Teşekkür ederim zamanına ve yorumuna 🙂 Birlikte yazma fikrine gelince üç kişi çok yorucu olabilir. Ama elbette denemek isterim 🙂
Fakat ilk başta Osman ile ikili bir öykü yazmanız daha iyi olacaktır diye düşünüyorum. Sonrasında üçümüz kolları sıvayabiliriz 🙂
Görüşmek üzere. 🙂