Âleme düşen her bir saika[1] paylar şebi[2].
Karanlık aman diler acziyetinden.
Dışarıda fırtına hüküm sürerken, mağaranın girintili çıkıntılı duvarlarını titrek bir kandilin ışığı aydınlatıyordu. Duvardaki resimler kan dondurucuydu. Tarifi zor zulmani mahlûkatların vahşetini yansıtan uğursuz manzaralar… Sarıklı adam gergindi. Boğucu karanlık, cılız alevi söndürmek için çabalarken içindeki şüpheyi daha da artırıyordu. Zubea’nın telkinleri sonucu bir işe kalkışmıştı. Kuş uçmaz kervan geçmez bir diyarda, ay hilale döndüğünde, dik yamacın eteğindeki bu mağaraya gelmişti.
Artık takati kalmayan âlimin yüreğine de korku sirayet edince eli ayağı buz kesildi. Gözünü çizimlerden uzak tutmak istediği için kandili karşı duvara çevirdi. Yabancının, okuyabileceğinin teminatını verdiği yazıları -çok az kişinin bildiği eski dili- görünce donup kaldı. Kandilin alevi şaşkınlıkla açılmış gözbebeklerinde titreşiyordu. Kendisi hakkında kimsenin bilmediği bu ayrıntıyı Zubea nasıl öğrenmişti? Üzerinde hissettiği baskı eşliğinde metni okumaya başladı. Korktuğu şeyin, buraya gelme sebebinin doğruluğunu idrak ettiği anda kandil yere düştü, karanlık her yeri sardı.
* * *
Issız mezarlık adeta ölüm fısıldıyor, mutlak gerçeğin kaçınılmazlığını dile getiriyordu. Asırlık kabir harabeye dönmüş, etrafını çeviren duvarlar yıkılmıştı. Mezarlığın bir süredir tek bir ziyaretçisi vardı. “Unutkandır ademoğlu. Ömür seferi nihayete ermeyecek, şu kabre hiç düşmeyecek zanneder,” dedi genç âlim. Yıkık dökük mezar taşlarına dalmış, kendi kendine mırıldanıyordu.
“Beşer hırçın bir deniz dalgasıdır, sense durgun bir göl. Unutmak yoktur mizacında Ahmet Çelebi.”
Sesin sahibi açık alana çıkarak kendini gösterdi. Omuzlarından aşağı dökülen, yeri süpüren siyah üstlüğünün başlığı yüzünü yarı yarıya kapatıyordu. Keskin, vurucu ses tonu insanın ruhunu titretir cinstendi. Ahmet Çelebi’nin çehresi ansızın kedere büründü.
“Mübalağa ediyorsun Zubea, övgülerin beni aşar. Çok medet umarsın benden. Kelâmındaki hakikati yeterince kavrayamamıştım lakin felaket pek yakınmış. Bense biçareyim, elden ne gelir?”
“Ey Ahmet! Sana gelmemin maksadı methinin dünyaları aşmasıdır. Hakkında tahayyül edebileceğinden fazlasını biliyorum. O mağaraya sadece bir eşref-i mahlukat adım atabilirdi. Ben cin taifesinden olduğum için yanına bile yaklaşamam. Orası bize karşı kuvvetli tılsımlarla korunuyor.”
Ahmet Çelebi duyduklarını hazmetmekte zorlanıyordu. Kıpırtısız duran bedeninin aksine iç dünyasında fırtınalar kopuyordu. Hayat, bir insanın kavrayamayacağı gizemlerle doluyken sır perdelerinden birini aralamaya cesaret edebilmişti. Tabii, bu sırrı ona görünür kılan bir cinniydi. Ve nârdan yaratılmış Zubea’ya nazaran sınırlı imkânlarının bir çözüm getireceğinden emin değildi.
Cinni onun aklına düşenleri sezmişti. “Tereddüt etmektesin. O halde ver elini de olacakları gözlerine indireyim,” dedi. Zubea genç bilginin elini tokalaşır gibi kavradı. O anda etrafı bir duman sardı. Bir an sonra Ahmet Çelebi rüyadaymışçasına görüntüleri tepeden izlemeye başladı.
Siyah damlaların toprağa inmesiyle Ruhbaz akını başladı. Güneş soldu, ışığını yitirdi. Korkunun zapt ettiği insanoğlu bir bir av olmaya başladı. Ruhların zorla bedenlerden çekilmesi insana dünyevi acıların çok üstünde bir azap veriyordu. Canhıraş feryatlar atmosferin ferini söndürüyor, semada bir kızıl fırtına kopuyordu. Lime lime edilen canlar kan kusuyor, ölüm dileniyordu. Göğe, ışığa, karanlığın ötesine uzanmaya çalışan eller birer birer düşüyordu. Suya doyuyor, boğuluyordu insan.
Sanki cehennem Ahmet Çelebi’nin ayaklarının altındaydı. Daha fazla dayanamayarak dizlerinin üstüne çöktü. Kanı çekilmiş gibiydi, şakaklarından ter akıyordu. Gözleri tanıklık ettiği dehşetin izlerini taşıyordu. “Yeter,” diyebildi sadece. “Yeter.”
“Geri adım atma sakın. Âdemoğlunun bu felaketten kurtulmasını istiyorsan bana kulak ver. Ruhbazlar hakkında ne kadar bilgi toplayabilirsek o kadar güçlü oluruz. Onlar biz cinlere bile hükmedecek kadar tehlikeli, güçlü mahluklardır. İnsanlardan sonra sıranın bize gelmesi pek muhtemel.”
Biraz olsun kendini toparlayıp ayağa kalkan genç adamın bakışları sertleşmişti. Karşısındaki cinin geleceğe dair bu görüntülere nasıl eriştiğini bilmiyordu fakat mağarada okuduklarından yola çıkarak sordu. “Ruhbazlar iblisin müridi mi?”
Yüzünü kapatan başlıktan, dolunayın ışığı cinin sadece ince, uzun dudaklarını ortaya çıkarıyordu. Ahmet Çelebi mimiklerini göremediğinden ve sabit ses tonundan Zubea’nın nasıl bir ruh halinde olduğunu çoğu zaman anlayamıyordu. Gerçi yüzünü görseydi bile çok şey değişeceğini sanmıyordu. Ancak sorduğu soru karşısında onun nasıl tepki verdiğini bilmeyi çok isterdi. Birkaç saniye sessiz kalan cin iç dünyasına dair hiç bir belirti göstermeden yanıt verdi.
“Hayır. Ruhbazlar ateşten değil sudan yaratılmıştır. Su dilerse ateşe diz çöktürür. Onların tekinsizliği yönlendirilmeye müsait akışkanlığındadır. Ruha can katabilir ya da can alabilirler zehrolup. Yaşadıkları âlemin neresi olduğunu bilmiyoruz. Bu yüzden felâket gelmeden harekete geçmeliyiz. Şimdi, mağaradaki anılarını görmem için bana müsaade et.”
Zubea olumlu bir yanıt beklercesine elini uzattı. Ahmet Çelebi ona doğru adım atıp cinin elini tuttu. Sanki bir boşlukta salınıyorlardı. Kandilin aydınlattığı mağara duvarındaki yazılar, âlimin zihninde çevirdiği haliyle, ortaya çıktı.
İlk haset tohumu Toprak diyarına ekildiğinde ilk kardeş katli gerçekleşti. Yerküre döndükçe ekilen tohumlar pusuda yatmaya ve kötülük aşılamaya devam etti. İyilik zaman zaman galip gelmiş, ışığıyla toprağı temizlemişti. Lâkin bu uzun sürmez. Kıyamet yaklaşırken büyük alametlerden biri peyda olur. İblis fısıldar seyyal[3] mahluklara, gözlerini boyar ve dikkatlerini Toprak diyarına çeker. Çünkü insan ruhu saf ve payidardır. Kara bulutlar atmosferi sarar, zehirli katreler[4] toprağa düşer. Ruhbazlar yerküreyi arşınlamaya başladığında toprak kararır, arz titrer. En kötü kâbuslar çöker ruhlar üzerine. Azaba gark olan fani bedenler tükenir.
Görüntü son bulduğunda Zubea ansızın elini çekti. Tedirgin olan bilgin onu ilk kez gergin ve sabırsız görüyordu. O kadar ki Zubea’nın insan görünümü bozulmaya, biçim değiştiren ellerinden küller savrulmaya başladı. “İblis yine haddini aşmış! İflah olmaz mahlûk!” Ses gök gürültüsünü andırırcasına çıkmıştı. O sırada hızını artıran rüzgâr cinin başlığını savurdu. Kırmızı gözler ve korkunç yüz hatlarıyla karşılaşan Ahmet Çelebi bunu fark ettiğine dair bir harekette bulunmazken cinni ortadan kayboldu.
Sessizlikle başbaşa kalan Ahmet Çelebi sakinleşmeye çalıştı. Şeytanın kıyamete kadar bozgunculuk yapacağını biliyordu. İnsanlar ise bir girdaba kapılıp oradan oraya savrulduklarının farkında değildi. Zubea’nın çehresi de aklından çıkmıyordu. Bilinmezliğin kalbe korku salması ne kötüydü. Neyse ki cine karşı duyacağı mahcubiyetin getirdiği baskı korkusunu aşmış da ifadesiz kalabilmişti.
Çaresiz bilgin şehre vardığında tüm olanları kafasında tarttı. İrtibatta olduğu cinni Nusaybin kabilesindendi. İblisi en büyük düşmanı addediyordu. Zubea’nın yanında yer almak, dahası bir çözüm bulmak zorundaydı. Ruhbazlar tam bir sırdı. İstanbul’daki âlimlere danıştı, gezmediği kütüphane kalmadı. Ancak Ruhbazlar hakkında bulabildiği tek bilgi kıyamet alâmeti olduklarıydı. Yine de pes etme niyetinde değildi. Zubea ile her dolunayda buluşuyordu. Bunun nedeni görüşmek için ortak bir zaman dilimi belirlemeleriydi. Cinni son zamanlarda kendi âlemlerinde karmaşa çıktığını, Toprak diyarına sürekli gelmesinin mümkün olamayacağını söylemişti. Ayrıca yerkürede belli süreden fazla kalamıyordu. Ahmet Çelebi kendine bir kapı açılması için tüm gece dua etti.
Sabah kan ter içinde uyandığında ezan okunuyordu. Bir süre rüyasının etkisinden çıkamadı. Gördüğünün sahih bir rüya olduğuna inanıyordu. Rüyasında Takiyüddin’in kurduğu gözlemevindeydi. Yapının içerisinde çeşitli astronomi aletleri vardı. İlk dikkatini çeken gökküre, enlem tabloları, kum ve güneş saatleri olmuştu. Kütüphanedeki matematik, tıp ve optik konusunda eserlere gözü takılmıştı ki ünlü gök bilimci içeriye girdi. Ahmet Çelebi dönemin minyatürlerden gök bilimciyi hemen anımsamıştı. Takiyüddin, çılgına dönmüş halde oradan oraya koşturuyordu. “Yıkacaklar burayı, canımdan bir parça koparacaklar. Tüm emekler boşa gidecek!” O kadar çaresiz ve hüzünlü görünüyordu ki Ahmet Çelebi ona yardım edebilmek istedi. Astronomi bilgini kütüphaneye yöneldi ve loş ışığın altında kitaplardan birini heybesine yerleştirip çıkışa yöneldi. Kapıdan çıkarken son kez, hasretle baktı kendi kurduğu dünyaya. Gözlerinde bir hayal kırıklığından çok daha fazlası okunuyordu. Ahmet Çelebi hiç düşünmeden onu izledi. Gecenin karanlığına karışan Takiyüddin Galata Mevlevihanesine vardı. Arka tarafa geçip bahçe duvarının dibinde durdu. Yere eğilip duvarın alt kısmındaki bir taş bloğu çekip çıkardı. Bloğun oyuk kısmına kalınca kitabı yerleştirirken Ahmet Çelebi son anda siyah, yeşil kapaktaki yazıyı fark etti. Metafizik Boyut: Sıvı Katman.
Bahsi geçen iki kelime kuvvetli şekilde Ruhbazları çağrıştırmıştı. Sıvı katmanı başka hiç bir şeye yoramıyordu. Takiyüddin Rasathanesinin 16.yy’da kurulduğunu ancak dönemin padişahı III.Murat’ın şeyhülislam ve devlet erkânı tarafından kışkırtılması sonucu gözlemevinin bir gecede yıktırıldığı biliyordu. Hatta o gece gözlemevinde her şeyin tahrip edildiği, tüm belgelerin ortadan kaldırıldığı söyleniyordu. Eğer gizemli eser kaderin bir cilvesi sonucu bu günlere ulaşmışsa ondan önemli malûmatlar edinebilirdi.
Tan yerinin ağarmasıyla Ahmet Çelebi yola koyuldu. İçindeki heyecanı bastırmaya çalışarak Galata Mevlevihanesine vardı. Girişte akan çeşmenin şırıltısı, içeriden yükselen tasavvuf müziğine karışıyordu. İçeri girip girmeme konusunda kararsızdı. “Öyle durmayın lütfen, misafirhanemize buyurmaz mısınız?” dedi temiz yüzlü birisi. “Davete icabet etmemek olmaz,” dedi Ahmet Çelebi gülümseyerek ve genç adamın eşliğinde ağır adımlarla içeriye girdi. Bir süre dervişlerle hasbihal etti, huşu içinde sema gösterisini izledi. Mimari yapının her köşesi maneviyat yüklüydü. Ahmet Çelebi geliş amacını unuttuğunu fark ederek bir süre sonra avluya çıktı. Düşünceli halde kara bulutlarla kaplı göğe baktığında tepeden bir kuş sürüsü geçmekteydi. Hepsi bir ahenk içinde uçuyor, düzeni bozmuyordu. Ansızın bir rüzgâr çıktı, sarığını uçurdu. Böylece bir ilham, içinde yavaş yavaş yeşerdi. Çalışmalarına farklı bir yön vermesi gerekiyordu.
Yakın bir zamanda başlayacak olan İran seferi halkın dilindeydi. Herkes çeşitli yorumlar yapıyor, ne olacağını kestirmeye çalışıyordu. Ahmet Çelebi adımladığı sokaklarda, köşe başlarındaki hararetli sohbetleri işitmiyordu bile. Kafası başka yerdeydi. Gece yarısından sonra mevlevihaneye geldi. Rüyasında gördüğü noktaya sessizce ilerledi, taş bloğu çıkarırken kalbinin gümbürtüsünü hissediyordu. Kitabı yerinde bulamama ihtimali soğuk terler dökmesine neden oldu. Taşın içindeki oyuğa göz atıp da aradığını orada görünce derin bir nefes aldı. Kitabı bağrına bastı. Gözlerinde masum bir gülümseme vardı.
* * *
Dolunay tepede ışıl ışıl parlarken Ahmet Çelebi buluşma mekânına, mezarlığa geldi. Uzaktan gelen baykuş sesleri geceyi dolduruyordu. Ahmet Çelebi göğün sınırsızlığını ve topraktaki daracık mezarları düşünüyordu. Sayılı nefesleri ikisinin arasına sıkışan insanoğlu kendi sınırlarının ötesinden bihaberdi.
“Yine dalmışsın hülyalara. Ne düşünmektesin?” İşittiği sözler üzerine genç âlim heyecanla Zubea’ya döndü.
“Ruhbazları araştırırken bir şeye rastladım. Bilir misin bilmem Takiyüddin ünlü bir gök bilimcimizdir. Gözlemlerine dayanan bir eserinde ilginç bulgulara rastladım. İşte,” dedi, heybesinden çıkardığı kitabı cinniye uzattı. Zubea merak içinde eseri incelemeye koyulmuşken o sözlerine devam etti.
“Gök bilimiyle uğraşan Takiyüddin bir güneş tutulmasını gözlediği sırada, kitapta da bahsedilen koordinatlarda, oluşan puslu bir hava akımının içerisinde sıvı bir katman ortaya çıktığını ve çıplak gözle görülemeyecek şekilde bu alanda ışık kırılmaları, sönümlemeleri olduğunu fark etmiş. Sonrasında açılan bir koridordan koyu renkli damlalar düşmeye başlamış, güneş tutulması sonlandığında ise her şey normale dönmüş.”
Sabırla dinleyen cin bir anda soluğunu tuttu. Bir şey hatırlamıştı. Yıllar önce kabilesinin lideri güneş gölgelendiğinde âlemler arası geçişlerin kolaylaştığından, sınırların zayıfladığından bahsetmişti. “Tabi ya! Ahmet Çelebi inanılmazsın. Güneş tutulması, her şeyi açıklıyor. Mağaradaki bilgiler ve gök bilimcinin gözlemleri gösteriyor ki Ruhbazlar bahsettiğin yerde açılan geçit sayesinde yerküreye yaklaşmış.”
“Ben de bundan şüphe ediyordum. Bahsedilen alan İstanbul Boğazı’nın üzerinde bir noktadır. Anladığım kadarıyla iki âlemin sınırları çakışmaya başlamış. Kıyamete yakın, dünya karanlığa sürüklendikçe sınır tamamen ortadan kalkacaktır.”
“O geçidi bir an önce mühürlemeliyiz. Yoksa kurtuluş gayemiz sadece bir hayal olarak kalacak.”
“Geçidi mühürlemek mümkün mü?” dedi Ahmet Çelebi. Şaşkındı, bir o kadar da sıkıntılı. Onun bilgisi, doğaüstü konulardaki tecrübesi cininki ile bir değildi. Karamsar bir şekilde devam etti. “Tüm olanlardan tek anladığım bu katmanın güçlü bir ışık karşısında zayıflayacağı.”
“Güçlü bir ışık, vurucu aydınlık… Yıldırım, işte bu! Yıldırımın gücü, enerjisi sayesinde bunu başarabiliriz. Bir tılsım, özel bir dua hazırlayacağız. Yıldırımın enerjisini bir şekilde koridora çekip orayı ışığa boğmalıyız.”
“Tüm bunlar kafa karıştırıcı. Tılsımlar hakkında biraz bilgim var ama…”
“Çekinmeni gerektirecek bir şey yok. İlmimizi doğru kullanırsak onları alt etmeye muktedir olacağız.”
Ahmet Çelebi derin bir nefes aldı. İç sıkıntısı giderek büyüyor, sanki ayakta kâbus görüyordu. Bir yanda dehşet saçan Ruhbazların hayali aklından çıkmazken diğer yandan gireceği yolun daha büyük probleme yol açma ihmali içini kemiriyordu. Dakikalarca sessiz kaldı, cinni sabırla bekledi. Sonra kendinden emin halde cevap verdi. “Tamam, varım ben.”
“Bunu işittiğime sevindim. Ahmet Çelebi, senin uzun süredir uçuş üzerine çalışmalar yaptığını biliyorum. Eğer bu geçitten geçebilecek tek kişi varsa o da sensin. Su güçlü olmayan bir alevi anında söndürür ama sen topraksın, üstesinden gelebilirsin.”
Duyduklarına şaşırmadı âlim. Zubea’nın, kendisi hakkında her şeyi bildiğinin farkındaydı. Takiyüddin’in çalışmalarını incelediğinden beri bir şekilde hissediyordu, hedefine ulaşmak için uçmak zorunda kalacağını. Cinin isteğini reddedemezdi, deneyecekti. Böylece büyük hayaline de ulaşma yolunda cesaretini toplamış olacaktı.
* * *
Uzun hazırlıkların ardından büyük gün gelip çattı. Ahmet Çelebi cinin kendisinden istediklerini getirmişti. Galata Kulesi’nde dakikalar geçmek bilmiyordu. Beyaz bir örtü içindeki Zubea tütsüyü yaktığında ortama hoş bir koku yayıldı. Ahmet Çelebi kendisine öğretilenleri kağıda dökmeye başladı. Beyaz kağıda, özel mürekkeple büyük bir kare çizdi, ardından karenin içine birbirini kesen doğrular çizdi. İçerisine amaçları doğrultusunda, düşmana galip gelme ve aydınlıkla ilgili ayetleri, Allah’ın isimlerinden birkaçını yazdı.
Uzakta şimşekler çakmaya devam ediyordu. Zubea kağıdı dikkatle katlayıp Ahmet Çelebi’nin avucuna bıraktı. Avucunu sıkaca kapatan bilgin, kartal kanatlarından yaptığı tasarımı sırtına geçirip cama çıktı. Eli kalbinde, gözleri kapalı halde bir iki dakika bekledi. Tamamen yapacağı işe odaklandığında kendini boşluğa bıraktı. Zubea da kulede aralıksız şekilde dua mırıldanmaya, ruhani varlıklardan yardım dilemeye başladı.
Hesaba kattığı rüzgârın da yönlendirmesiyle Ahmet Çelebi hedefindeki koordinatlara yaklaştı. Keskin bakışları boğaz köprüsündeydi. İnsanlar aşağıdan manzarayı şaşkınlıkla izliyordu. Ahmet Çelebi sadece insanların değil dünyevi boyutun dışındaki varlıkların da gözünü üzerinde hissediyordu. Sanki bir rüyadaydı, çok hafiflemişti.
Nefesini tutup geçidi aştığı anda ruhu bedenini terk etti. Karanlığın eğilip büküldüğü, duvarlarından katran karası sıvıların süzüldüğü bir koridordaydı. Hiç oyalanmadan koştu. Katmanın girişine vardığında görünmez bir kalkanla karşılaştı. Kalkanın diğer tarafındaki manzaraya büyülenmiş gibi bakakaldı. Yerden yüzlerce metre yukarıdaydı. Yön duygusu ise darmadağın olmuştu. Gökyüzünün olması gerektiği yerde aşağı uzanan dağlar, tepeler vardı. Yukarıda ve aşağıda birbirine paralel akan gri nehirler, dört bir yanda uçuşan mavimtrak damlalar, dallarından su akan ağacımsı varlıklar… Yanardağı andıran yapıların zirvesindeki oyuklar bembeyaz sisle kaplıydı. Arada sırada içinden buharlı sular fışkırıyordu. Ve ruhbazlar her yerdeydi. Sanki sudan oluşan bedenleri saydam, elastik bir maddeyle çevrilmişti. Dallardan su içenler, yavaş yavaş süzülerek nehre akanlar ve mağalarda gezinenler vardı. Ancak Ahmet Çelebi’yi fark ettikleri anda bulundukları yerde fırtınalar çıkararak ona doğru uçtular. Daha çok havada hareket eden bulutları andırıyorlardı. Ansızın vuku bulan devasa bir girdap da ortalığı talan ederek koridora yöneldi. Öfke adeta virüs gibi her şeye bulaşmıştı.
Ahmet Çelebi’nin kalbinin derinliklerinde uyanan korku onu esir etmeye hazırlanıyordu. Yakalanmasına ramak kala avucundaki kağıdı önündeki kalkana yapıştırdı. Her şey birkaç saniyede cereyan etti. Ademoğlu hızla geriye doğru çekildi ve büyük bir yıldırım koridorun içine düştü.
Ahmet Çelebi tekrar bedenine döndüğünde yolculuğun sonuna geldiğini, Üsküdar’a inmek üzere olduğunu fark etti. Olan bitenden bihaber insanlar ünlü âlimin iniş anını görmek için can atıyor, koşturuyorlardı.
Ayakları yere bastığı anda Ahmet Çelebi geriye dönüp baktı. Her şey normal görünüyordu. Güneş açmış, havadaki kötü atmosfer yok olmuştu. Kalabalığı aşarak sakin bir köşeye çekildi. Zubea yanı başında belirince sordu. “Nihayete erdik mi gönüldaş?” Zubea’nın dudakları yukarı doğru kıvrıldı. “Muvaffakiyetimiz daim olsun. Sayende düşmanı galebe ettik. Yardımını unutmayacağım Hezarfen,” dedi ve gözden kayboldu.
Ahmet Çelebi büyük hayalini gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyordu. Ancak çalışmaları meyvesini vermişse de engeller peşini bırakmadı. Sanki Takiyüddin’in kaderi onu izliyordu. O günkü uçuşunu IV. Murat Sarayburnu’ndaki köşkten seyretmişti. Başarılı uçuş girişimi büyük yankı uyandırmış, bu da dikkatleri üzerine çekmişti. Bu yüzden kısa sürede Cezayir’e sürgün edildi.
[1] saika: yıldırım
[2] şeb: gece
[3] seyyal: akışkan
[4] katre: damla
- Ben Yoruldum Hayat - 1 Ekim 2019
- Kara Büyü - 15 Kasım 2018
- En Küçük Olmak - 15 Ekim 2018
- Uğursuzluk Bedeli - 15 Eylül 2018
- Yakın Gerçek - 15 Ağustos 2018
Bu ayki hikayeniz tempo olarak geçen ayki hikayeyi geride bırakmış. Son derece dengeli bir öykü çıkmış ortaya.
Ayrıca bana söylemişsiniz ama siz de gayet gerçekçi ve tarihi bir ortam yaratmışsınız hikayeniz için. Fantastik öğeler de ayrıca başarıyla yedirilmiş.
Bir tek sorum var. Boğaz köprüsü geçiyor bir yerde o kısmın özel bir anlamı var mı? Köprü de fantastk bir öğe mi, ya da tarihin bir döneminde kurulmuş bir tür platform mu? Ya da günümüze bir tür ziyaret gibi mi vs. Bunu merak ettim.
Önümüzdeki seçkilerde görüşmek dileğiyle.
Değerli yorumunuz için teşekkür ederim. Ortamı gerçekçi bulmanıza sevindim. Bu ay tema nedeniyle bayağı uğraşmak istedim. Dönemi nasıl anlatsam diye düşünürken böyle bir olay örgüsü aklıma geldi.
Boğaz köprüsü kısmına gelirsem yanlışlık olmuş, kusura bakmayın. Siz diyene kadar fark edemedim. Özel bir yanı yok sadece bugünkü boğaz köprüsünün olduğu konumu anlatmak isterken dalgınlığıma gelmiş. Tekrar teşekkürler.
Vakit ayırdığınız için ve güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Çok mutlu oldum. Evet, öykü biraz karışık oldu sanırım. Dolu dolu ama fazla da uzatmadan yazmak istedim.
Çizim yapmayı seven biriyim. Bunu fark etmenize şaşırdım. Resme ilgim olmuştur ama daha çok amatör olarak. Belki o yüzden öyküyü anlatırken buna yatkınlığım var. Bir de animeleri çok sevdiğimden zaman zaman konunun işlenişi yönünden esinlenebiliyorum. Diğer seçkilerde görüşmek üzere.
Çok teşekkürler ama seçkide çizecek kadar iyi değilim. Sadece elle ve karakalem çizebiliyorum.
Keyifle okuduğum bir Seçki öyküsü oldu, elinize sağlık. Öykü, roman, oyun, vesaire; karakter tüm bu türleri bir arada tutan kilit taşı gibi ve öykünüzde karakterler, gayet yerli yerinde, hisseden, düşünen ve soluk alan kişilerdi.
Elbette fantastik kurgu unsurlarını öykü gibi sınırlı bir söyleme giydirebilmek büyük bir çaba, belki de biraz “yaratıcılık şansı” gerektiriyor; bu anlamda fantastik unsurları da yerli yerinde bulduğumu söylemeliyim.
@Gurlino’nun işaret ettiği novella veya roman türleri, bu tür unsurlara alt metin yaratmak için çok daha uygun elbette, fakat yine de öykünüzde herşeyin temposunda, gözden kaçmadan, yerli yerinde olduğunu düşünüyorum.
Yeni öykülerde görüşürüz.
KS Özmen