Akşam sekizde, işten eve geldiğimde, tüm gün evde olacağını söylediğinden içeri doğru seslendiğimde, sonsuz bir sessizlik. Kalbimin ritim hızı, adımlarımın hızı ile yarışıyordu. Daha önce yaptığı gibi yine mi gitmişti? Sorusuna cevap ararken, başladığım yere geri dönüp, salona girdiğimde, aynalı konsolun üstünde ismimin yazıldığı zarfı gördüm. Ellerim titreyerek, mektubu açtığımda, seneler önce bıraktığı mektuptan farkı yoktu. Pişmanlıkları, fazla sevginin kendisini aştığından, sorumlulukların O’na göre olmadığından, zaman ilerledikçe omuzlarıma yük olmaktan başka bir işe yaramayacağına benzer, kendi psikolojisini rahatlatmak için yazılmış bir sürü boş cümle vardı.
Eylül’ün, gün içinde getirdiği yarı güneşli, yarı şiddetli yağışın, geceye düşen payı şiddetli yağmurdu. Yağmura aldırmadan, eve girdiğim gibi dışarı çıktım. O’nun ile gezdiğimiz, dolaştığımız, yemek yediğimiz neresi varsa kedi yavrusu gibi ıslanmama aldırmadan, her yerde O’nu sordum. Hatta, evin köşesinde bulunan markete dahi girdim. Markette, muhabbetinin iyi olduğu, kasiyer kız ile konuştum. Gün içinde markete hiç uğramadığını söyledi. Elim boş, kafamda deli sorularla eve geri döndüm.
Ne açlığım, ne susuzluğum, ne de saatin kaç olduğu umurumdaydı. Şu an sarıp, sarmalanmaya ne kadar ihtiyacım varsa, aynı derecede ruhumun kalbimin ısıtılmaya ihtiyacı vardı. Uysal, sevgi bekleyen halim, resmen köşeye sıkışmış olmamın verdiği, ruh hali ile şimdi kapıdan içeri girse, O’na hırlayıp, tırmalama isteği ile kavruluyordum. Üstümü çıkartmadan, soluklanmak için mutfak masasına oturup, yarım bardak suyu içerken, ellerimin titremesin durduramıyordum.
Islak elbiselerim bedenime yapışıp, titrememe neden olurken, bir anda vücut ısımın yükseldiğini hissettim. Kendimi soğuk, siyah, beyaz, granit döşenmiş yere bıraktım. Artık kendim ve O’nun ile O olmadan hesaplaşmam başladı.
Biz ne zaman huzursuz, mutsuz, sevgisiz hayatın parçalarını paylaşmaya başlamıştık? Hayatımda, ikinci defa O’nun tarafından hayal kırıklığına uğratılmaya neden izin vermiştim? Nasıl kör olmuştum? Geçmişten hiç mi ders almamıştım? O’nun sevgisine ne kadar muhtaç olduğumun farkında değil miydi? Yıllar önce, iz bırakmadan gittiği gibi yıllar sonra gelmişti. Yine gelir miydi? Son hesaplaşma sorum, canımı o kadar acıttı ki, iç sesim sustu. Sessiz gözyaşlarım, kanlı hıçkırıklara dönüştü. Durduramıyordum. Ben birbirimize benzediğimizi hayal ederken, aslında gece ve gündüzmüşüz.
Soğuk zemin, ısındığını düşündüğüm bedenimi n yeniden titretmeye başlattı. Gözyaşlarım ile birlikte sözlerim, cümlelerim kurudu. Gözlerim, çamur içinde kalmış paçalarıma, ardından siyah bluzumu nemlendiren, saçlarımın ucuna takıldı. Böyle giderse, hasta olup, yatağa düşsem, kapımın kilidini açacak kimsenin olmayacağı aklıma geldiği gibi olduğum yerden kalktım. Mutfağın karşısında ki yatak odama müebbet yemiş bacaklarım ile yürümeye başladım.
Sabah, gelişi güzel yatağın üstüne bıraktığım ev kıyafetlerimi, aynalı dolabın önünde giyinmeye başladım. Beni, babaannem ile beraber büyüten, kalbimde, ruhumda boşluk yaratan sevgisizliği, sevgi ile tıka basa doyuran dedemi özlediğimi fark ettim. Doğuştan iğne, iplik bedenim de emanet duran sıska bacaklarımdan, eşofman altımı bacaklarımdan geçirip, üstüme elime ilk geçirdiğim yarım kollu t-shırt giyindim. Ruhum, bedenim halsizdi. Biraz ruhumu, bedenimi rahatlatmaya ihtiyacım vardı. Saçlarımı da kuruttuktan sonra, yatağın üstüne sırt üstü uzanmadan önce, karşımda duran makyaj masamın üstünde, dedemin bana çocukken aldığı müzik kutusunu aldım. Göbeğimin üstüne koyup, kapağını açtım. Müzik ruhumu dinlendirmeye çalışırken, dedemin anlattığı efsane masallardan biri aklıma geldi. En sevdiğim Gece ve Gündüz’ün masalıydı.
Sanki dedem yanımdaydı. Başım omzundaydı ve beni uyutmak için masalı anlatıyormuş gibi iliklerime kadar hissetmek için, kendi kendime yüksek sesle anlatmaya başladım.
Uzak diyarların birinde, Gece ve Gündüz diye iki genç yaşarmış. Gece uzun boylu, esmer, güçlü, yağız, diyarın en yakışıklı erkeği imiş. Gündüz ise, güneş gibi sarı saçları, iri siyah gözleri, çıtı pıtı, diyarın en güzel kızıymış. Gündüz, orman krallığını yöneten adamın kızıymış. Sevdiği adamı yanlışlıkla öldüren, vahşi doğanın Tanrısı kabul edilen Artemis tarafından Gündüz, kız kardeş olarak, seçilmiş. Gündüz’ü kız kardeşi olarak seçmesinin altında yatan sebeplerden bir tanesi; Gündüz’ün doğuştan yeteneği olarak vahşi doğa ile konuşabilmesi, anlayabilmesi, ikinci en büyük sebep ise, orman krallığı olarak kalan tek diyar Gündüz ve ailesinin yaşadığı uzak diyarın, eşsiz, geniş ormanıymış. Artemis, vahşi doğaya, ormanlara zarar verildiğini gördüğünde, çok kızarmış. Öyle bir kızarmış ki, kızdığı zaman, güçlü yıldırımlar çakar, ağaçları yıkarmış, doğal afetlerle can almaktan çekinmezmiş, ismi duyulduk duyulmadık tüm hayvanları şehre yollarmış, hayvanlar şehri birbirine katarmış. Gece ise bu uzak diyarın kralının oğluymuş. Diyar krallığı ile orman krallığı sürekli çekişme içindeymiş. Şehri yöneten Zeban yani Gece’nin babası acımasız, halkını önemsemeyen, diyarında ormanı yok etmek isteyip, orman krallığına sürekli zorluk çıkarıp, zulüm yapan bir adammış. Zeban zaten ormanın çoğunu istila etmeye çoktan başlamış. Orman krallığı ve halkı, yersiz yurtsuz kaldıkları gün geldiğinde, Artemis’in Kafdağını açmaya karar verdiğini duyan Zeban, gözünü Kafdağına dikmiş. Orman krallığı ve halkı gelene kadar Kafdağını koruyup, kollaması için Artemis Anka kuşunu görevlendirmiş. Orman ile şehri ayıran tahta köprü varmış. Gündüz, her gece el ayak çeklince, köprünün ormana açılan kısmına gelip, sabaha kadar Artemis ile konuşur, duasını edermiş. Gece’de, babasının yaptığı zulümlerden o kadar sıkılıp, bunalmış ki, bunalmanın, sıkılmanın ötesinde, artık orman krallığına katılmak istiyormuş. Çünkü artık huzur, mutluluk, aşk istiyormuş. İmkansız bir hayal olduğunun farkındaymış. Kendi içinde yeşerttiği, iyi niyetleri göstermek istese de, babasının tam tersi karakter de olduğunu Artemis’e sunmaya çalışacak olsa da, kimsenin kendisine inanmayacağını biliyormuş. Hayallerini, dertlerini, Gece’de, Gündüz gibi, el ayak çekilince, köprünün altından geçen dereye, el ayak çekilince, köprünün şehre açılan kısmına oturup anlatırmış. Gece, dere ile Gündüz, Artemis ile dertleşirken, şahitleri ise ay ve dillerinden çıkan her sözü, cümleyi duyan kulaklarıymış. Hatta birbirlerinin yüzünü hiç görmemişler ama farkında olmadan, daha itiraf edemeden, birbirlerine ruhları, kalpleri, kenetlenmiş. Yine köprüde aynı saatte, karanlığın en dibinde ay ışığı şahitleri iken Gece’nin konuşması bitince ilk defa köprünün karşı tarafında olduğunu, gölgesinden anladığı Gündüz’e seslenmiş, “Gündüz orda mısın?”
Gündüz sıcacık gülümsemesini, sesinin tonuna yakıştırarak, “Olmamı ister misin?” demiş.
Gece’de aynı mutlulukla cevap vermiş, “Her zaman.” demiş.
Gündüz’ün ses tonuna, şimdide şaşkınlık yerleşmiş, “Her zaman olmaz ki. Ben Artemis’in kız kardeşi, sen ise zalim Zeban’ın oğlu.” demiş.
Gece ilk defa kendine itiraf ederken, derenin şahit olduğu, Gündüz’ün şahitliğe yarenlik ettiği çoğu zamanın aksine, Gece oturduğu yerden doğrulmuş. Gündüz’ün gözlerinin içine bakarak itiraf etmek için on adımda yaklaşmış. Gündüz’ün iri, siyah gözlerinin içine bakarak, “Ben artık sizlerin yanınızda olmak istiyorum. Senin ile el elle köprünün öteki tarafına geçmek, zamanı geldiğinde Kafdağ’ına sizlerle gelmek istiyorum. Kafdağ’ının cennetin de huzur bulmak hayalindeyim. Artemis ile beraber konuşup, benim için yalvarsak.” demiş.
Onlar farkında değillermiş ama sohbetlerini Artemis’de dinliyormuş. Artemis’in bildiği ve tek inandığı şu imiş; gece gündüzü sevemez. Çünkü gece, tüm pislikleri, kötülükleri, menfaatleri örterken, gündüz aydınlatır, ortaya çıkarır. Gecenin tüm örttüklerini, gündüz süpürür ortaya çıkarır. Gece ile güzellikler, dibe çökerken, gündüz suyun üstüne güzellikleri sere serpe yayar. Ne gündüz geceye ne de gece gündüze katlanır. Biri başlarken, diğeri biter. Bu yüzden kavuşup, birbirlerini sevemezler. Artemis’in tüm bu düşüncelerine, Gece’nin Zeban’ın oğlu olduğu eklenmiş, Kafdağı’na girebilmek için Gündüz’ün aşkını kullandığını düşünüp, tüm şiddetini kullanmaya karar vermiş.
Köprünün tam ortasına en büyük şimşeğini çakmış. Dere bir anda insan boyunu aşmış, dağlara vurmaya başlamış. Köprü sonunda ikiye ayrılmış. Derenin yükselen suyu, bir tek Gece’yi almış içine, yutmuş. Gündüz Artemis’e yalvarmaya başlamış. Kız kardeşlikleri adına, Gece’ye inanması gerektiğini, kendisinin güvendiğini, aşkının, Gece’yi yola getireceğine inandığına kadar bir sürü cümle ile yalvarmış. Artemis, her zaman ki gibi Gündüz’e dayanamayıp, Gece’ye bir şans verme kararına varmış.
Orman krallığında, Gece, zamanla güven kazanmış. Artemis’in verdiği, her sınavdan başarı ile geçmiş. Aynı zamanda Artemis’in, Gündüz ile aşklarına saygı duymasını sağlamış. Kafdağ’ında mutlu mesut yaşamışlar. Zalim de olsa, kötü planların adamı da olsa babasına özlemle ölmüş.
Masal bitip, sesim lal olunca, yatak odamın karşısında bulunan mutfaktan ıhlamurun art arda cız sesini duydum. Acele ile müzik kutusunu yatağımın üstüne fırlatıp, mutfağa koştuğumda ıhlamur mis gibi kokusunu yaymaya devam ederken, ocağı tamamen mahvetmişti. Ocağı temizleyecek gücüm dahi yoktu. Her şeyi mektup yüzünden olduğunu düşünmeye başladım. O, giderayak mektubu bırakmasaydı, böyle kendimi bitkin, halsiz, dayak yemiş gibi hissetmeyecektim. O’nun sorumsuzca gidişini bile basit bir mektuba mı bağlıyordum? Yoksa ilişkimizi mektup ile sonlandıracak kadar basit görmesine mi sinirleniyordum? Bilemiyordum. Her şey bu kadar güzel iken, tam birbirimizi kaybetmişken yeniden bulmamız, ilişkimize hiç ara vermemiş gibi kaldığımız yerden devam ederken, bu gidişi beni yerle bir etti. Biz, hayallerimiz de ki Kafdağ’ın da kaybettiğimiz yılları kazanabilirdik. En azından ben böyle olsun istedim. Bencilce miydi? Bir sürü cevapsız soru ile beni bırakıp gitti.
Ocağın karşısında duran, mutfak masasının üstündeki telefonuma gözüm ilişti. Yatak odama gitmeden önce, telefonumu koyduğum yerden aldım, tekrar tekrar numarasını çevirdim, telefonu kapalıydı. Yetmedi, önce güzellikle, sonra sinirle ardı arkası kesilmeyen mesajlar yolladım. Mutfağın yerine yeniden oturdum. Başımı, kendime doğru çektiğim, dizlerimin üstüne, uyur vaziyette koydum. Telefonu bir saniye olsun elimden bırakmak istemiyordum. Ne kadar bu şekilde kaldığımı bilmiyorum. Her yerimin uyuştuğunu fark edip, gözlerimden artık yaş akmayacak duruma geldiğini anlayınca yerimden hızlıca kalktım. Telefonumda, Sertap Erener’in “Yolun Başındayım” şarkısını sonuna kadar açıp, yeniden mutfak masasına koydum.
Gözüm ocağın üstünde bardak, tabakların durduğu cam dolaba ilişti. Fareyi yakalamak isteyen sabırsız kedi misali, pençelerim dolap kapağını açtı. En sevdiğim ince belli çay bardak takımını bozmak uğruna hepsi mutfağın zemininde yerle bir ettim. Çünkü O’nun da en sevdiği takımdı. Aynı hızla salona geçtim. İki ay içinde çektiğimiz tüm fotoğrafları, astığımız hatıra duvarından söküp aldım. Salonun yerine atıp, çerçevelerin üstünde resmen zıpladım. Çerçevelerin camları tuz buz oldu. Ayaklarıma giren ufak cam parçalarının sızısına aldırmadan, mutfağın karşısında bulunan banyoma girdim, diş fırçalarının olduğu yerden makası alıp, bir koşu salona geçtim. Hıncımı yetmedi, alamadım. Kırıkların arasından fotoğrafları alıp, un ufak olana kadar tüm fotoğrafları kestim.
İçimden sürekli ağlamak yok diyordum. O’na ait ne kaldıysa, kalbimin parçaları ile birlikte parçalayıp, sokağın köşesinde ki çöp bidonunda yakıp imha etmek istiyordum. O’na ait evde ne vardı diye hızlıca beynimde tarama yaptım. Yatak odasında, kıyafetleri kalmış olabilirdi. Belki de aceleyle çıkıp, almaya unuttukları vardı diye düşünüp, dinmeyen kesik parçalarının acısı ile yatak odasına yeniden koşar adım geçtim. Tahmin ettiğim gibi iki kısa kollu gömlek, bir pantolon ve pijamalarını bırakmıştı. Bu sefer, yatak odasının zeminine oturup, bıraktığı kıyafetlerini, en küçük parçalara ayırarak üşenmeden kestim.
Muhakkak sevdiği bir şeyler kalmıştır diye zihnim beni uyarıyordu. Neden aklıma son dakika gelmişti bilmiyorum ama salonda en sevdiği plak duruyordu. Müzeyyen Saner’in plağı ve en sevdiği şarkı “ Huysuz ve Tatlı Kadın” idi. Salonda, plaklar televizyonun altında duruyordu. Hızlıca, plakları dağıtıp, içinden aradığımı buldum. Ayaklarıma batan cam parçaları yetmezmiş gibi, plağı parçalarken ellerime batan, kanatan plağın parçalarına aldırmıyordum.
Üst kat komşumun, sivri topuklu terliklerinin zemine her vuruş sesi, kafamın içinde yürüyormuş gibi geliyordu. Belki de, gecenin sessizliğinde Sertab’ı en yüksek seste, yineleyerek dinlemem kendisini rahatsız etmişti. Umurumda mıydı? Tabi ki ve katiyetle cevabım hayır idi.
Yaptığım hasarın bedeline oturduğum yerden şöyle bir baktım. Şimdide gülme krizine tutuldum. Yaptığım hasarın ismi aslında cinayette diyebilirdim. Cesedi ortadan kaldırmam gerekirdi. Hem de şanına yakışır bir şekilde. Bunun için, cesedin sığabileceği kutu bulmalıydım. Herhangi bir gün lazım olur düşüncesi ile sakladığım orta büyüklükte karton kutuyu, banyonun yanında bulunan kilerden çıkardım. Cesedin parçalarından kalanları, elle tutulur kısmını itina ile içine gelişi güzel tıktım.
Bir kere beni terk etmişti, yıllar sonra geldi, inandım, güvendim. O benim ilk aşkımdı. Ve yine terk etti. Bir gün gelebilme ihtimaline karşı, geldiğinde üçüncü defa asla dönüp bakmayacaktım. Kutunun üstüne yazdığım kâğıt ile aklımdan çıkmamasını sağlayacaktım. Yatak odama gidip, çantamdan kalemimi aldım. Kocaman beyaz kağıda, büyük harflerle, “HOŞÇA KAL BABA” yazıp, kutunun üzerine kağıdı yapıştırdım.
- Yok Oluş - 1 Mart 2021
- Matruşka’nın İçindeki Benler - 15 Ekim 2018
- Gece ve Gündüz - 15 Eylül 2018
- Yazgı’nın Sırrı - 15 Ağustos 2018
- Rüya - 15 Temmuz 2018
Merhabalar.
Güzel bir öyküydü ama öyküyü okurken zorlandım. Sebebi çok fazla kullanılan ve bazı yerlerde kullanımı yanlış olan virgüller. Fiilimsilerden sonra bildiğim kadarıyla virgül kullanılmıyor. Ve bir de bazı cümle yapıları hatalı kurulmuştu.
Öykünün ilk cümlesini okurken takıldım mesela. Burada cümle yapısı hatalı.
“Akşam sekizde, işten eve geldiğimde, tüm gün evde olacağını söylediğinden içeri doğru seslendiğimde, sonsuz bir sessizlik.”
Bunun yerine cümleleri bölebilirdiniz, daha doğru bir anlatım olabilirdi. Naçizane fikrim.
"Akşam sekizde evden işe geldim. Tüm gün evde olacağını söylediğinden içeriye doğru seslendim. Sonrası sonsuz bir sessizlik. "
Bunun gibi…
Bunların dışında Karakterin ruh hali oldukça güzel yansıtılmıştı. Anlatılan “Gece ve Gündüz” masalı da hoştu. Tek takıldığım yerler, virgüller. Ve onlar da öykünün genelini etkiliyor. Kullanımı azaltsanız daha hoş olur. Okurken duraksama olmaz.
Ve öykünün sonunu görünce biraz şaşırmadım değil. Kaleminize ve hayal gücünüze sağlık.
Soylediklerinizi dikkate alacağım. Çok teşekkürler😉