Gökyüzünün zehir kustuğu gece vakti kıyıya vurdu bir avuç yolcu. Parçalanmış bir geminin enkazıyla kan revan içinde yatıyorlardı. Kulakları sağır eden fırtına, uğursuz sohbetlerinin ardı arkası gelmez bir biçimde konuşuyor ve tiz çığlıklarıyla kahkahalar atarak gülüyordu. Dalgalarsa onları sularıyla yalıyor ve yaralarına kelimenin tam anlamıyla tuz basıyordu. Şimşeklerin öfkeli kaşlarını çattığı her an çakan ışıklar altında, kaderin sergilediği kötü bir sahne şovunun trajik başkahramanları böylece bir görünüp bir kayboldu.
“Kıpırdama.”
Bir erkek sesi, yerde başarısızca kendini kaldırmaya çalışan kadının tepesinden bakarak konuştu. Boylu boyunca yatmış kadının bacağında derin bir yara vardı. Tuzlu suyun her temasıyla yara giderek daha da korkunç bir hal alıyordu.
Kadın yattığı yerden diğerlerine göz gezdirdi. Birkaçı zorlukla ayağa kalkmıştı, ama çoğu onun gibi yerde uzanmaya devam ediyordu. Daha fazla dayanamadı ve gözlerini yumdu. Acıyla sıktığı dişleri arasından zorlukla soluyordu. Derin kesikteki acı, tıpkı önünde uzanan denizin hırçın dalgaları gibi vücudunda dalga dalga yayılıyordu. O bunlarla meşgulken başında duran kişi eğilmiş ve çoktan bir büyüyle yarayı hissizleştirmeye başlamıştı bile. Az sonra uzun ve kıvrık bir iğne hissizleşmiş deriden geçerek yarayı büzmeye başlayacaktı.
“Sana bunun için borçlu olur muyum?” dedi kadın acı dolu, başarısız bir gülümsemeyle.
“Kardeşim olman bu gerçeği değiştirmez.” diye karşılık verdi yarayı dikmekte olan, gizlediği bir tebessümle.
“Neden şaşırmadım ki? Büyücüler…” dedi kadın yalandan bir sitemle.
Büyücü ayağa kalktı ve kalkması için yerdeki kadına elini uzattı. Kadın uzatılan eli var gücüyle kavrarken kardeşinin gözleri etrafı tarıyordu.
“O değil de, tüm bu uğursuz havaya bakacak olursak geldik diyebilirim.”
Sahil, genç sevgililerin aşklarını yaşadıkları o kum dolu mahremiyetinden çok uzak bir yapıya sahipti. Kumlar, üzerlerinde bir şeyler yakılmış gibi is izleriyle doluydu ve gece göğünün altında, fırtına ve şimşeklerin eşliğinde haşince savruluyordu. Bu esnada dalgalar dingin bir ninni söylemek yerine -yörenin halkının durumuna uygun biçimde- korkunun alaylı bir temposunu tutuyordu. İşte tüm bunların arasında, fırtınayla savrulan saçlar, uçuşan cübbeler, takırdayan zırhlarla kapana kısılmış bir avuç yolcu birbirlerine sokularak destek bulmaya çalışıyordu.
Onlarınki tarihin en sıra dışı ekibiydi, şüphesiz. Devrik krallar, gururu kırılmış asiller, çılgın büyücüler, sürgün şövalyeler, tanrısından şüphe eden ruhbanlar, ödülü lanete dönüşenler, dışlanmışlar… Bu sıra dışı ve her biri kendi karanlık geçmişine sahip kazazedelerin oluşturduğu uğursuzluk takımı, şimdi de kahraman olmaya çalışacaktı besbelli. Ya da sadece görünen mi bundan ibaretti? Arkasında yatan her ne olursa olsun az sonra karşılarına dikilecek olan gerçek, kaçamadıkları karanlık geçmişleri gibi, bir kez daha yakalarına yapışmaya hazırlanıyordu. Şahsi arzular ve amaçlar ne olursa olsun, Kayıp Rıhtım’ın kara yazgısından kaçamazlardı. Ne gariptir ki onlar da kaçmaya değil, üzerine yürümeye gelmişlerdi. Dişe diş, göze göz.
“Geldiniz.” dedi uzaklardan gelen, soluk ve bitkin bir ses. O kadar ani bir biçimde duyulmuştu ki hepsi olduğu yerde sıçradı. Fırtınanın bile sesini bastıran o dingin fakat yankılı sesi ansızın duymak, daha yeni ölümden dönmüş bu grup için pek de hoş bir şey olmamıştı.
Bunun üzerine herkes etrafına bakındı ancak kimseyi göremediler.
“Artık kara yazgımızın değişme vakti geldi.” dedi umutsuzluğun pençesinde bir güneşin doğmaya başladığı solgun ses.
“Tamam, bu kadarı yeter!” Cüce Mit ayağını yere vurarak korkusunu gizlemeye çalıştı. “Önce her ağaca kendi garip lisanlarını tüküren goblinler, daha sonra tek bildikleri şeyi kılıçlarına geçirip üzerimize bodoslama saldıran troller ve şimdi de gaipten gelen sesler! Bunun için yeterince yaşlıyım, pöh!” Ardından etrafındakilere göz gezdirdi,
“Rıhtımmış! Çizmelerin Rıhtım’ı! Sizi bilmem ama ben burada göremediğim şeylerle pişpirik oynayacak değilim!” sözlerinin tamamlarken kollarını göğsünde kavuşturdu ve atalarının sakallarıyla ilgili bir şeyler geveledi.
“Sevgili Kral Mit, lütfen sözlerime siz de kulak verin. Çağrıma cevap verip buraya kadar gelmişken bizi şimdi terk edemezsiniz!” haykırdığı görünmez sözlerinde ıstırabın gözyaşları vardı. Cücenin bu sözleri onu korkutmuştu. Yeniden aynı işkenceye terk edilmekten korkuyordu.
Cüce yerinde huzursuzca kıpırdandı. Bu yaslı sesi üzmek istememişti doğrusu.
“Elbette yardım edeceğiz yahu! Bir cüce, hele de benim gibi bir kral asla savaştan kaçmaz!” dedi baltasını zevkle savururken.
“Eski kral.” diye düzeltti arkalardan biri, iğneli bir sesle. Mit cevap vermedi, surat asmakla yetinmişti.
“Bize neden kendini göstermiyorsun?” dedi genç bir kadının etkili sesi kalabalığı yarıp geçerek. Büyücü cübbesinin üzerine dökülen koyu renk, iri dalgalı saçlarıyla oldukça gizemliydi. Ancak dikkatli bakan gözler o gür saçların arasından çıkan hafif sivri, yarı-elf kulakları görebilirdi.
“Çünkü size gösterebileceğim bir bedenim yok…”
Bu sözler üzerine ekip içerisinde bir uğultu gezinmeye başladı.
“Nasıl yani!” diye hayret ve öfkenin karışımı bir kadın sesi öne atıldı.
“Tam olarak dediğim gibi. Size gösterebileceğim bir bedenim yok. Hatta bir siluet olarak bile görünemem size. İşte bu yüzden buradasınız. Çağlar boyunca dünyanın kalbi olmuş kadim Kayıp Rıhtım’ın, efsanelerin doğduğu ve kahramanların cesurca öldüğü bu toprakların kendi halkına yaptığı bu. Biz artık eskiden Magicalbronze olarak bilinen adil hükümdarımız ve sevgili liderimizin pençesinde bir oyuncak, onun türlü kötülülerinin tek hedefiyiz.” Sözlerini ıslak gözyaşları gölgelemişti. Kimse göremese de akan gözyaşının tuzlu dokunuşu hepsinin yüzüne işliyordu.
“Size bunu o mu yaptı?” söylenenleri inanmayı reddeden Darly Opus önündekileri iterek öne çıkmıştı. “Ama buna imkan yok, bu bir iftira! Magicalbronze Rıhtım ilk kurulduğundan beri orayı yöneten ve adaletiyle kitlelere örnek olmuş biridir ve sırf bu yüzden her yıl binlerce kişinin Kayıp Rıhtım’a göç eder.” Cümlelerini öyle bir aklıbaşındalıkla söylemişti ki herkes bir an dönüp ona baktı. O çılgın tavırlarından eser yoktu bu itirazlarda. Ama yine de, dikkatli gözlerin de görebileceği gibi, gözbebeklerine oturmuş delice kahkahalar orada yanıp sönüyordu.
“Neden şaşırıyorsunuz? Yozlaşmak salgın bir hastalık gibi dünyanın her cephesini sarıyorken Kayıp Rıhtım’ı es geçmesini nasıl bekleyebilirdik?” Yozlaşma kelimesini telaffuz etmesi ile sesinde bir kırgınlık oluşan, Tanrı’nın yüce paladinlerinden Berre’nin sözleri hiç şüphesiz gerçeğin yansımasıydı. Yozlaşma, kötülük, bağnazlık ve iktidar hırsı insanlığın kalbine ekilen kara bir tohumken, kutsal ve bunca zaman dokunulmamış Kayıp Rıhtım’ın bundan uzak kalacağını nasıl düşünebilirlerdi?
“Magicalbronze demek bile şu durumda çok yanlış. O artık eski hükümdarımız değil, bizi koruyup kollayan kişi hiç değil. Halkını kendi hırsı ve arzuları doğrultusunda köleleştirdi ve artık kendine Darkbronze diyor…” sözleri yeni bir hüzün dalgasıyla son buldu.
“Darkbronze… Pekala bu yaptığı işlere uyan bir isim olmuş. Yine de buraya gelirken karşımızdakinin Magical, yani Darkbronze olacağını hiç düşünmemiştim. Ama bunun bir önemi yok. Sadede gelecek olursak, bizden bu yozlaşmış kralı devirmemizi mi istiyorsun?”
“Evet.” dedi ses ve öz bir biçimde.
Herkes sessizliğe bürünmüş, birinin öne çıkmasını beklerken sessizliği yırtan Malkavian’ın itirazı oldu.
“Yeter! Ne bu Kayıp Rıhtım ne de Darkbronze’un yaptıkları umurumda! Benim amacım savaşmak değil. Sadece biricik karımı, hayatımın tek aşkını bulup gitmek istiyorum! Onun burada olduğundan bile emin değilim! Bu ucubeler sirkine nasıl katıldığımı bile hatırlamıyorum! Önüme çıkan her umut ipliğine tutundum ve buraya kadar sürüklendim! Ama burada son noktayı koyuyorum!”
“Ucubeler sirki?” Tek kaşını kaldırmış olan Madcap’in sesinde alaylı bir şaşkınlık vardı. Malkavian bu harekete, uzayan köpek dişleriyle cevap verdi. Koyu renk gözleri kedimsi bir sarılığa dönüşürken vampir dişleri tehditkârca ortaya çıkmıştı.
“Lord Malkavian, şu anda öyle bir durumda bulunuyoruz ki eşinizin Kayıp Rıhtım’da olması çok muhtemel. Çünkü dünyanın her yanından pek çok kadın her gün kayboluyor ve garip bir biçimde Rıhtım’da ortaya çıkıyor. Birileri ya da bir şey tüm kadınları kendi egemenliği altına topluyor. Bunun Darkbronze olduğunu söyleyemiyoruz, çünkü şatosunda böyle bir ize rastlanmadı. Yine de durum ne olursa olsun onunla bir bağlantısı olduğuna inanıyoruz.”
Malkavian bu sözler üzerine eski haline döndü. Çaresizce ellerini yüzüne kapattı ve sessizce eşine seslendi: “Seveal, nerdesin…”
“Size söyleyebileceklerim bu kadar. Artık son enerji kırıntılarımı da harcamış oldum. Bundan sonrası sizlerin seçimleriyle şekillenecek. Bu arada bizler, Kayıp Rıhtım’ın Kayıp Ruhları, yaşarken bir şey fark ettik. Ne olduğunu size direk söyleyemem. Darkbronze’un güçlü büyüleri buna engel oluyor. Dillerimiz onun mührü ile damgalandı. O yüzden size diyorum ki, kötülüğü duvarın arkasında arayın.”
Bu sözler üzerine bedensiz ses kayboldu. Bir süre yeniden konuşup konuşmayacağını görmek için beklediler ama daha sonra gittiğinden tamamıyla emin oldular.
Tüm ekip yeniden sessizliğe bürünmüştü. Şimdi her biri canı sıkkın bir biçimde diğerinin konuşmasını bekliyordu. Kimse ilk sözü söyleyen olmak istemiyordu. Hatta kimse Kayıp Rıhtım’ın derinliklerine doğru ilerlemek de istemiyordu. Söylentileri duymuşlardı ve hiçbiri orada olmak için can atmıyordu. Yine de, başka çareleri de yoktu.
“Eh, ilerlemeye başlasak iyi olacak.” dedi Fırtınakıran, sabırsız bir tonda.
“Bizler kahraman değiliz. Olamayız da.” Kutsanma ve lanetin en büyüğünü üzerinde taşıyan maceracı Marius böyle dedi. Onun gibi tehlikeden kaçmayan biri bile-ki bunun bedelini de her defasında öderdi- ilerlemek konusunda tereddütlüydü.
“Buraya kahraman olmaya gelmedik. Herkesin kendi amacı belli ve kimse birbirini bu konuda sorgulamıyor. Kahraman olmak, eğer gerçekten olabileceğimiz şey buysa, ancak ikincil bir amaç olabilir. Ama siz bilirsiniz, ben gidiyorum. Hiç kimseyi durup bekleyerek amacımdan sapacak değilim.” Sonra birkaç adım atıp arkasına baktı. Kollarını kavuşturmuş bir biçimde gidişini izleyen ikiziyle göz göze gelerek, ” Gelmiyor musun?” dedi.
Madcap hiçbir şey söylemeden kardeşinin yanına yürüdü. Onun yanına geldiğindeyse kimsenin duymayacağından emin olduğu bir sesle konuştu:
“Eğer şu Darkbronze’u devirebilirsek nelere kavuşacağımızı tahmin bile edemezsin.”
“Nasıl yani?”
“Halk bizi bir kahraman ilan eder ve Darkbronze’un yaptıklarını kolay kolay unutmaz. Yeni bir lidere ihtiyaç duyarlar.”
“Ve?”
“Ve böylece yeni bir lidere, hatta belki liderlere kavuşurlar.” Sözlerini bitirirken yüzünde oluşan gülümsemede tatmin olmuş bir duruş vardı.
“Ama biz buralara yabancıyız. Muhtemelen kendilerinden olan birini isterler.”
“Biz de güvenlerini kazanırız.”
Fırtınakıran bir an durup kısık, sorgulayan gözlerle kardeşine baktı.
“Tahtı kendine istiyorsun.”
“Hayır, o tahtın yanında ikinci bir taht da olacak.”
Madcap tam sözlerini tamamlamıştı ki arkadan bir cücenin gümbür gümbür sesi duyuldu.
“Hey siz, çift yumurtalar! Bizi böyle arkanızda bırakıp gidemezsiniz. Biz de geliyoruz!”
“Ne! Sana adımıza karar verebileceğini kim söyledi?” O ana kadar suskun olan ve genelde de böyle bir ruha sahip, KoyuBeyaz adlı ruhban cücenin bu hareketine daha fazla dayanamamıştı.
“He heyt! Orda dur bakalım ruhban efendi! Ben ki koca bir krallığı yönetmiş Kral Mit’im, bir avuç çapulcuya mı liderlik edemeyeceğim?”
Bu sözler üzerine Helen, ya da hak ederek kazandığı unvanıyla Black Helen, ellerini beline koyarak duruma isyan etti.
“Harika! Önce ucubeler sirki şimdi de çapulcular. En sonunda da Rıhtım Kahramanları yerine Rıhtım Çöpçüleri olacağız anlaşılan.” dedi ve önüne gelen gür saçlarını yarı-elf kulaklarının arkasına doğru itti.
Paladin Berre ise bu sözler üzerine kahkahalarını bastırmak için ellerini ağzına kapattı ve zoraki bir ciddiyetle, gülmemeye çalışarak söze girdi.
“Burada kaybettiğimiz her saniye bize büyük bir zarar olarak geri dönüyor. Bence tartışarak vakit kaybetmeyelim. Nasıl olsa yolda tartışacak bol vaktimiz olacak.” Sonra kimseyi beklemeden ileride durmuş, eğlenerek onları izleyen ikizlerin yanına yürüdü. Yanlarına geldiğinde Fırtınakıran’a doğru döndü ve:
“Ablacım, ilerlemeye hazır mıyız?” dedi.
Fırtınakıran, yüzünde memnun bir sırıtış ile cevapladı,
“Kesinlikle.”
Böyle başladı macera ve böyle ilerlediler karanlığın kalbine doğru. Bir çağrıyla kaderleri kesişmiş, geçmişinden kaçan dokuz kişi, Kayıp Rıhtım’ın makûs talihini yenmek amacıyla yolları arşınlamaya başladı. Ama her şeyden önce, bedensiz sesin dediği o duvarın arkasını görebilmek için birbirlerini tanımalı ve güvenmeliydiler. Tekinsiz bir deniz yolculuğuyla hiçbir şeye başlangıç yapmamışlardı. Birbirlerine dair tek bildikleriyse hepsinin çok detaya girmeden bahsettiği bazı “tatsız” olaylardı. Ama onlar ki dokuz uç kişilik, dokuz karanlık nokta ve kaderinin bir cilvesiyle gönülsüz kahraman olacak olanlar, kaçacak hiçbir yerleri yoktu. Bu nedenle ya işbirliği yapacaklardı ya da Kayıp Rıhtım’ın kararmış dokusunda trajik bir motif olmaya mahkûm olacaklardı.
Yürüdükleri yollar ne ayın ne de yıldızların ışığını kabul ediyordu. Solgun ışıklar tepelerinde süzülüyor ama patikaya kesinlikle değmiyordu. Black Helen’ın ve Madcap’in avuçlarında tuttuğu büyülü ışıklar olmasa zifiri karanlıkta kalacaklardı. Yine de bu avuca sığan ışıkların varlığı, etraflarındaki ağaçların çarpık gövdelerine korkunç gölgeler düşürerek hepsini paniğe doğru sürüklüyordu. Her köşeyi dönüşlerinde karşılarına çıkan bükülmüş ağaçların soluk ışıklarla aydınlanmış tuhaf siluetleri onları korkunun pençesine doğru itiyordu. Hepsinin sessizliğiyse buna karşı koymalarına engel oluyordu. Biri bir şey söylese hepsi minnettar olacak ve bu sessizliği yırtıp atmak için çaba göstereceklerdi, ancak kimse ilk konuşan olmak istemiyordu. Ama aralarından biri kendinde bu cesareti buldu ve konuştuk.
“Eee, hep böyle sessiz mi kalacağız? Aslında burası bana birkaç sene önceki maceramı hatırlattı. Yine böyle bir ormandaydım…” Marius bir anda sözlerini yarıda kesti, kimseyi rahatsız etmek istemiyordu. “Neyse öyle işte.”
Oysa herkes konuştuğu için minnettardı ve daha fazlasını duymak için can atıyordu.
“Orda ne olmuştu?” Darly Opus’un delilik dolu sesi karanlığın içinde neşeyle çınlamıştı.
“İşte yine böyle bir ormandayken, sanırım kayıp bir hazineyi arıyordum, yok yok o ondan sonraki yıldı, o ara çağ öncesi bir ork kabilesinin kutsal baltasını arıyordum, her neyse dediğim gibi böyle bir ormandayken birden bir ses duyar gibi oldum! Ama sonra bunun hayal gücümün bir sonucu olduğunu düşünüp yola devam ettim. Etrafımdan gelen sesler giderek artıyordu ve ben tek başıma ilerliyordum. Öyle eski bir yerde kim olabilirdi ki?”
“Peki seslerin kaynağı neymiş?” Darly Opus iyice meraklanmıştı. Soruyu sorarken ellerini çılgın bir biçimde ovuşturuyordu. Sessizce dinlemelerine rağmen diğerleri de onun kadar merak etmişti ve hepsi korkularını bir kenara bırakıp kafalarını başka bir şeye vermeye hazırdı.
“Şey, yani orada halen daha orklar olabileceğini düşünmemiştim. Ufak bir hesaplama hatası. Meğer o baltayı yüzyıllardır koruyor olmasınlar mı? Üzerime birkaç savaşçı ve bir şaman ile saldırdılar. Hızlı koştuğumu söylemiş miydim? Neyse, eğer bir maceracıysanız her atlatılan olayla birlikte hızınız iki katına çıkıyor. Mesleğimde hızlı koşmak şart. Nerede kalmıştım? Ah evet, peşime düşmeleriyle benim de koşmaya başlamam bir oldu. İşte ben kaçıyor, onlar kovalıyorken bir anda o karanlık ormanın gündüz vakti gibi aydınlandığını fark ettim. Arkamdan fırlatılan ateş topunun nasıl farkına varabilirdim?”
“Sonra?” dedi devamını iyice merak eden KoyuBeyaz. “Koca bir ateş topundan nasıl kaçtın?”
“Kaçamadım… Eee aslında orda öldüm. Ama bildiğiniz gibi tekrar dirilebildiğim için birkaç saat sonra yeniden canlandım. Orklar beni orada bırakıp gitmişti. Ama şöyle bir sorun vardı, eee, ateş topu yüzünden birkaç ay oturamadım.”
Bu söz üzerine tüm grup öyle bir kahkaha patlatmıştı ki karanlık ormanda gizlenmiş olan kargalar bet sesleriyle inleyerek uçup gittiler. Bu manzara üzerine herkes bir tehlikenin geldiğini sanıp silahlarına sarıldıysa da sonradan suçlunun kendileri olduğunu fark edip kendilerine çeki düzen verdiler.
“Ölüp ölüp dirilmek çok ilginç bir özellik. Söylesene bu gücü nasıl kazandın?” Soruyu soran Darly Opus olmuştu. Anlaşılan onun deli cesareti dışında bu sessizliği bozabilecek olan yoktu.
“Bu bir lanet.” dedi Marius, kendisinden beklenmeyen bir hüzünle. Büyülü ışıkların yansıttığı hüznü gören diğerleri bakışlarını başka tarafa çevirdi. Hepsi kendi lanetinin kurbanıydı ne de olsa. Yine de aralarından biri bunları aşmaya can atıyordu.
“Burada herkes kendi lanetinin esiri. Anlatırsan ne kaybedersin?” Fırtınakıran omzunun üzerinden geriye doğru bakarak söylemişti bu sözleri. Bu sözler üzerine herkes huzursuzca kıpırdandı. Birinin anlatmaya başlaması demek sıranın diğerlerine geçeceğini gösterirdi.
Marius omuzlarını silkti ve anlatmaya başladı. Eninde sonunda konu buraya gelecekti nasıl olsa.
“Bir maceracı olarak büyük başarılar elde etmiş biriydim. Pek çok hazineyi bulmuş ve bir o kadar da kutsal mabedi kirletmiştim. Eh, olaya ben böyle bakmıyorum ama birilerinin bunu bu şekilde gördüğünü bilemezdim. Sonuçta benim için hepsi eski ve tozlu yerlerdi. İçlerindeki değerli şeyler dışında pek de ilgimi çekmiyorlardı.
Ölümsüzlük Pınarları’nı duydunuz mu bilmem ama ben duyduğumda hayatımı adayacak bir şeyi de bulmuş oldum. Böylece beş yılımı onu arayarak geçirdim. Sonuçta bir maceracı olarak pek çok kez ölümle burun buruna gelmiştim ve ölmek benim için en korkulacak şeydi. Aradığımı bulduğumda asıl gerçeklerin başlayacağını bilemezdim. Meğer o ‘kirlettiğimi’ iddia ettikleri kutsal yerler için bana kızgın pek çok yaslı ruh varmış. Ölümsüzlük Pınarları’ndan aldığım ilk yudumla ölümsüzlüğü damarlarımda hissettim. Ah, eşsiz bir duygudur. Ama ilk yudumla beraber karşıma dikilen onca cesedi beklemiyordum. Hepsi işlediğim günahları yüzüme vurdu ve onları ebedi istirahatlarından uyandırdığım için beni lanetleyeceklerini söylediler. Ölüp huzur bulamayacaktım. Böylece ölümsüz oldum ama bunun karşılığı olarak da bir laneti peşime taktılar. Artık sürekli ölecektim ama hiçbiri gerçek ölüm olmayacaktı. Ömrümün sonuna kadar türlü ölümlerle ölüp, öldüğüm gibi dirilecektim de.” Son cümlelerini geçiştirir gibi bir sesle söylemişti. Konu üzerinde fazla durmak istemediği belliydi. Sonra ellerini cebine sokarak hepsinin yüzüne tek tek baktı.
“Ben kendi hikâyemi anlattım, sıra sizde.”
Herkes sırasını savmak için bahaneler düşünmeye başlamışken Mit adlı cüce elini baltasının sapına koyarak söze girdi.
“Ben eskiden bir kraldım.”
Bu sözler üzerine her birinin gözlerinin içine baktı tek tek. Ne kadar da genç ve her şeyden bihaberdiler. Onun yüzyıllık yaşında gördüklerinin yarısını bile görmemişti. Her biriyle ağız dalaşına girmekten keyif alsa da içten içe hepsini bir baba şefkati ile sahipleniyordu. Aralarında en yaşlı ve tecrübeli olarak kendini hepsinden sorumlu sayıyordu.
“Siz doğmadan önce…” tam bu sözleri söylerken Malkavian keyifli bir gülümsemeyle araya girdi,
“Ben doğmuşumdur muhtemelen.” dedi. Cüce Mit bu söze gümbür gümbür bir kahkahayla karşılık verdi ve devam etti.
“Malkavian hariç diğerleriniz doğmadan önce, şimdi adı tarihin tozlu sayfalarında bile geçmeyen bir cüce krallığının kralıydım. Adına Mitbardin dedikleri bu ülke tüm zamanların gördüğü en büyük cüce krallığıydı.”
Malkavian tekrar söze girdi:
“Ah evet, oradaki işçiliği bugünün cücelerinde bulamazsınız.” dedi başını iki yana sallayarak.
“Bu doğru.” dedi Mit hınçla. “Şimdiki kralların hepsi tüyleri yeni bitmiş birer zibidi! Kalıbımı basarım o sakalları bile gerçek değil onların, peh! Ehem, neyse ben devam edeyim. Mitbardin’in kralı olan ben, halkımın bu yeteneğini ve en iyisi olmalarının bir gün başımıza bela olacağını tahmin ediyordum. Diğer cüce krallıkları bize karşı giderek büyüyen bir nefretle yaklaşmaya başlamışlardı.” Bu noktada gözlerine biriken yaşları sildi ve devam etti,
“Bize bir kazık atacaklarını nereden bilebilirdim? Halkıma karşı biriktirdikleri öfkenin farkındaydım ancak bu kadar ileri gidebileceklerini düşünmemiştim. Ne olursa olsun hepimiz kuzendik. Her cüce krallığı birbirinin akrabasıydı!” elini sertçe en yakındaki ağacın gövdesine indirdi ve ağaç çatırdadı.
“Ama ben fazla iyi niyetliydim; onlarsa yoldan çıkmıştı. Anlaşmaya vardıkları birkaç insan ulusu ile tepemize çöktüklerinde, bize daha önceden söyledikleri sözde bir toplantı için hazırlık yapıyorduk. Onları suçlayamam, söz verdikleri saatte ordaydılar. Tabii koca bir ordu ve ek insan kuvvetleriyle birlikte. Sonuç olarak, tarihin en büyük yıkımlarından birini yaşadık. Yaklaşık 50 senemi esir olarak geçirdim ve ne zaman ki artık bir zarar veremeyeceğimi anladılar, işte o zaman serbest kaldım. Ama ne esir düşmem ne de serbest kalmam bir çözüm getirmiyor. Benim halkım, altın çağında yok edildi. Onurlu, yüce gönüllü ve en önemlisi merhametli kadim bir halktı. Ve şimdi ben, onların devrik kralıyım…” Son sözleriyle tüm bu zaman boyunca hırsla sıktığı balta sapını bırakmıştı. Başını öne eğmiş, omuzlarıysa düşmüştü.
Onun bu hazin hikâyesinden ötürü herkesi bir huzursuzluk kaplamıştı. Ama aralarından bazılarını cesaretlendirmişti de. Nitekim Berre adlı paladin kendi öyküsünü anlatmak için söze başladı.
“Benim hikâyem sizinki gibi kitlelere mal olmuş bir şey değil, hatta değersiz bile. Ancak kuzenlerinizin aynı hırsı ve davranışının bir benzerini ben şu tek kişilik hayatımda yaşadım.
Bir paladin olmak için çok genç yaşta kabul edilmiştim. Tek amacım, Tanrı’mın yolunda iyiliği yüceltmek ve masumlara zulüm edenlerin tepesine bir kâbus gibi çökmekti. Ancak benim genç yaşta kabulümün ve tarihteki en genç paladin oluşumun birilerini rahatsız edebileceğini düşünememiştim. Hepimiz bir bütünün parçasıydık bana göre ve ben kimsenin bana bir oyun oynayabileceğini akıl edememiştim. Paladinliğimin başlarında giderek Tanrımızın gözdesi haline gelmem ve aldığım sayısız başarıyla bu durum diğerleri için daha da rahatsız edici olmaya başlamıştı. Ne zaman ki Tanrımızın seçilmişinin açıklanacağı gün geldi işte benim sonum da o kara günde şekillendi. Ne olduğunu bile anlamadan, kutsallığımıza ve Tanrımıza çeşitli küfürler savurduğumu iddia eden pek çok yalan delillerle önce paladinlikten atıldım sonra da Tanrımızın öfkesinden ötürü paladinliğe geri alınıp dünyanın öbür ucuna ‘göreve’ gönderildim. Ama ben dâhil herkes bunun bir sürgün olduğunu biliyordu…”
Artık kaçış yoktu. Karanlık ormandaki patikanın sonuna gelmeye başlamışlardı. Karanlık aynı oranda ilerliyor olsa da içlerindeki korku yerini yavaş yavaş güvene bırakıyordu. Her konuşan karanlığı biraz daha dağıtıyor ve yüreklere gelecekte oluşacak olan bir beraberliğin yeni tohumlarını ekiyordu. Yolun sonu görünmeye başladığında Malkavian söze başlamıştı bile.
“Hepinizden farklı olarak ne sizin diyarlarınıza ne de sizin ırkınıza aidim. Bir vampir lordu olarak, şatomda geçirdiğim yalnız yıllardan sonra bulduğum gerçek aşkımı kara bir günde kaybettim. O gün bugündür de onu arıyorum. Ne kadar zamandır bu işin peşindeyim onu da bilmiyorum. Artık zaman kavramımı yitirdim. Bir vampir olarak geçirdiğim uzun ve yalnız yıllarıma derman olan sevgilimin kaybı benim de sonsuz ömrüme bir darbe indirmiş oldu. Oysa o ıssız şatomuzda öyle mutluyduk ki…”
“Sence o burada mı?” dedi Black Helen. Malkavian’ın hikâyesi ilgisini çekmişti.
“Bilmiyorum. Ne zaman onu bulacağımı hissetsem hep eli boş döndüm. Bu nedenle artık umutlarımı kenara bıraktım. Onu gördüğüm gün bulduğuma inanacağım.”
Black Helen gözlerini yere dikti.
“En azından onu merak eden biri var. Bazen merak ediyorum acaba beni de merak ediyorlar mıdır?”
Bu sözler üzerine herkes dönüp ona bakmıştı. Helen onların bakışlarını görünce eski ciddi tavrına döndü ve anlatmaya başladı.
“Demek istediğim şu ki, evden kaçmış biri olarak bazen beni arayıp aramadıklarını merak ediyorum hepsi bu.”
“İyi de neden evden kaçtın?” Marius bir hayli meraklanmıştı.
“Çünkü bir yarı-elf olmak göründüğünden çok daha zor. Her iki tarafça tamamen kabul edilmemek ve hiçbir zaman bir yere ait olamamak kolay şeyler değil. Gerçi bir büyücü olduktan sonra yalnızlığımda kendimi buldum diyebilirim. Ama bu hayatta tamamen güce erişmem için hem insanları hem de elfleri terk etmem gerekti. İki tarafla da uzun süre yaşayamadım.”
Marius ısrarcı sorularına devam ediyordu.
“Ya ailen?”
“Bilmiyorum. Zaten onların beni arayıp aramadığını merak ediyorum ya. Muhtemelen arıyorlardır ama ne ben onlara geri dönebilirim ne de dönmem bir şeyleri değiştirir.”
Tüm sözlerini aynı ciddi tonda söylemişti. Sesinde en ufak bir titreme dahi yoktu. Dışarıdan bakan biri belki bu tavrı duygusuzca bulabilirdi, ancak ekibin geri kalanı hiç de öyle düşünmedi. Aksine bir samimiyet ve dürüstlük gördüler bu sözlerde ve ona saygı duydular.
O sırada Darly Opus çılgın bir kahkahayla Helen’dan arta kalan sessizliği bozdu.
“İyi de neden ‘Black’ Helen diyorlar sana?”
Black Helen her zamanki ciddi ifadesini koruyarak cevapladı,
“Çünkü büyülerimin her biri bu unvanı bana katacak etkiler bırakmıştır.”
Black Helen’ın bu sözleriyle birden bir uğultu kopmuştu. Herkes kendi arasında bir şeyler söylüyordu. Ama o bunu umursamadı, böyle görülmeye alışıktı. Daha ileri gitmelerini bile bekliyordu. Ancak öyle olmadı. Uğultular çabuk kesildi. Helen her birine meydan okurca baktığımda orda alay ya da hor görü değil, kabullenmenin kendisini gördü. Bu beklediği bir şey değildi ancak onlar onu çoktan kabullenmişti bile.
“Eee, terapi seansımıza devam etmiyor muyuz?” dedi Darly Opus, yüzünde alaylı bir sırıtışla.
“Bu kadar hevesliysen sen neden bize nasıl delirdiğini anlatmıyorsun?” diye tersleyerek cevap verdi Fırtınakıran.
“Bir deli nasıl delirdiğini anlatabilir mi ablacık?”
“Ben de tam olarak bunu merak ediyorum.” dedi Fırtınakıran oldukça eğlenen bir tonda.
“Peki, seni mi kıracağım ablacık.” dedi göz kıparak ve o neşeli görünüşün altındaki acıyı gün yüzüne çıkardı.
“Eskiden ben de bir nevi kraldım. Pek çok dişinin olduğu iki ülkenin yöneticilerinden biriydim. Ama bir gün hepsi delirdi. Bilirsiniz delilik bulaşıcıdır. Ama onların deliliği bambaşkaydı. Bir yandan Harry diye haykıranlar, diğer yanda Edward diye bağıranlara katılarak üzerime yürümüşlerdi.”
Ama sözleri yarıda kaldı. Kendi sohbetlerine o kadar dalmışlardı ki çoktan şehrin içine girdiklerinin farkına varmamışlardı bile. Ancak rüzgârın getirdiği mırıltılarla hepsi dikkat kesildi. Elleri silahlara, akıllar büyülere gitti. Bir süre tetikte bekledikten sonra karşılarına bir şey çıkmadığını görünce yollarına temkinli bir edayla devam ettiler.
“Devam et.” dedi Fırtınakıran, gözünü bir an olsun etraftan ayırmadan.
Darly Opus omuzlarını silkti ve ellerini cebine sokarak devam etti. Ama deliliğin yansıması olan gözleri fıldır fıldır etrafı tarıyordu.
“Sonrası malum. Onlara uzun zaman direndim. Ne olursa olsun iki taraf da benim halkım sayılırdı. Onları reddedemezdim. Ben de onları delilikleriyle kabul ettim ve üzerime yürüdükleri her defasında onlara kucak açtım. Ama onlar tatmin olmamıştı. Onlardan biri olmamı istiyordular. Buna tüm benliğimle karşı koymuş olsam da beni esir edecekleri yıllar kapımdaydı. Ne yapabilirdim? Kaderimden kaçamazdım; delilik her yerdeydi. Beni tamamıyla ele geçirdikleri günden sonraki bir yıl boyunca onların işkencelerine maruz kaldım. Kulağıma Harry Potter’ın ne kadar harika ve Edward’ın aslında ne kadar yakışıklı olduğunu fısıldadılar. Alacakaranlık’ın gelmiş geçmiş en iyi edebiyat eseri olduğunu dinleyerek bir sene işkence gördüm. Eh, sonunda da gördüğünüz hale geldim!” Son sözlerini büyük bir neşeyle söylemiş ve sanki bir şeyi sunarmış gibi kollarını iki yana açarak haykırmıştı. Kendi hareketine keyifle güldü ve devam etti.
“Eee kırbaçlı şövalye, senin hikâyeni dinleyelim şimdi. Hem o kırbaç niye?”
Ancak ne Fırtınakıran ne de bir başkası cevap verdi. Darly Opus’un hikâyesi ile iyice ilerlemişlerdi. Ama artık etraflarındaki manzara dayanılacak gibi değildi. Tüm evlerin kapıları sıkıca kilitlenmişti ve arkalarında yaşayan birilerinin olduğundan bile şüpheliydiler. Birkaç trol ellerine aldıkları bir kitabı birbirine övüyor, pek çok goblinse anlaşılmaz bir lisanda bir şeyler haykırarak, karga gibi sesleriyle etrafta koşturuyordu. Evlerin damları büyük ateş topları yemiş gibi çökmüş ve is kaplıydı. Bazılarının kapıları kırılmış ya da bir menteşesinden sarkar haldeydi. Esen rüzgâr bu tek menteşenin tuttuğu kapıları acı dolu bir gıcırdamayla sallıyordu. Hemen ilerilerinde birkaç drow çoktan ölmüş bir Rıhtım sakininin üzerine oturmuş keyifle kâğıt oynamaktaydı. Sonra o kokuyu duydular. Çürümenin ve ölümün kokusunu…
Dokuz kişilik ekibin önünde uzanan karmaşa henüz başlangıçtı. Birbirlerine daha da yaklaşarak bu korkunç manzaranın ilk adımını geçmeye başladılar. Etraftaki troller ellerindeki kitapları bir yana fırlatmış, uzun dişlerini göstererek onlara hırlıyordu. Goblinler, o anlaşılmaz lisanlarında dalga geçen bir şarkı tutturmuş onları aşağılıyordu. Drowlarsa ellerini yavaşça silahlarına götürmüşlerdi. Aralarında bulunan tek dişi, yılanbaşlı kırbacını çekmişti bile. Ama buna karşılık olarak Fırtınakıran’ın da kendi kırbacını çekmesi üzerine bir süre bakışıp ikisi de kırbaçlarını yerine koymayı tercih etmişti.
Şimdi çürüme ve ölüm kokusunun hâkim olduğu yere doğru ilerliyorlardı. Artık gece neredeyse bitmiş ve yerini yavaş yavaş gündüze bırakmaya başlamıştı. Ama doğacak güneş ne kadar görkemli olursa olsun, bu bir zamanların kutsal mabedine hiç umut getiremeyeceği açıktı.
Fırtınakıran sessizliği bozmak için hafifçe öksürdü ve söze başladı:
“Ben eskiden…” bu esnada goblinler etraflarında o rahatsız edici, aşağılayıcı şarkıyı söylemeye devam ediyorlardı. “şövalyeydim.”
“Çok uzun yıllar şövalyelerin en sadık adamlarından biriydim. Yıllarca farklı yerlerde görev yapıp masumları korudum ve iyilik adına olduğuna inandığım hiçbir şeyi yapmaktan çekinmedim. Ama Şövalyelik yaptıklarımı fazla saldırganca bulmaya başlamıştı. Elbette arkasında yatan neden bu değildi. Yavaş yavaş iyilik denilen şeyden uzaklaşmaya, kendi çıkarları doğrultusunda kararlar almaya başlamışlardı. Bunun farkındaydım ve tüm benliğimle bu durumun tersini yapıyordum. Eh, haliyle onların çıkarlarıyla benim yaptıklarım çakışıyordu. Pek çok kez uyarılmama rağmen durmadım. Sürüldüm. Bu da bir çözüm olmadı. En son gittiğim yerde, sürgün yerimde, Şövalyelik’ten üst düzey bir şövalyeyi öldürme noktasına gelince, atıldım.” Elini saçlarının arasında gezdirerek sıkıntısını dağıtmaya çalıştı. Sonra Darly Opus’a bakarak devam etti:
“Kılıcımı da o zaman kaybettim. Kılıç, şövalyenin onurudur. Onu benden aldılar. Ben de o günden sonra hem Şövalyelik’e lanet ettim hem de elimi bir daha kılıçlara sürmedim. İşte, kırbacın nedeni bu. Hem şakladığında çıkardığı sesi seviyorum.” Yüzünde eğlenen bir ifadeyle tamamlamıştı sözlerini.
Fırtınakıran sözlerini bitirdiğinde çürüme kokusunun geldiği yere ilk adımlarını da atmış oldular. Etraf korkunçtu. Dehşet, sokaklarda oynayan çocuklar gibi her yerdeydi. Rıhtım sakinlerinin, üzerlerinde türlü deneyler yapılmış çarpık bedenleri, ağızları açık bir halde, sanki yardım istiyormuş gibi duran yüzlerde de dehşet eğlenerek onları izliyordu. Yuvaları boş gözleri kargalar didikliyor, evlerin olması gereken yerde birkaç duvar parçasından başka bir şey yoktu.
Manzara dayanılmazdı. Ölü insanların çürümeye yüz tutmuş bedenleri her yerdeydi. Bir sel gibi gelen iğrenç koku ve herkesin kalbini parçalayan, sanki yardım istiyormuş gibi duran ölü bedenlerle yapayalnızdılar. Ama yolun sonuna da gelmişlerdi. Çünkü tüm bu dehşetin az ilerisinde, karanlık varlığı ile yükselen Darkbronze’un kulesi duruyordu.
“Ruhban, bir dua et de şu uğursuz havayı dağıt.” dedi cüce Mit, berbat bir ruh haliyle.
“Yapamam… Çünkü Tanrıçam beni dinlemez.”
“Nasıl yani?” dedi cüce hayretleri içinde.
“Eh, o zaman hikâyeyi anlatma sırası bende demek. Eskiden Tanrıçam’ın en değerli rahiplerinden biriydim. Ettiğim her duaya anında yanıt gelir, gittiğim her yerde büyük bir mutlulukla karşılanırdım. Benim gelişim bereket ve umut demekti. Ta ki ben Tanrıçam’dan şüphe duyana kadar… Son gittiğim ülkede gördüğüm sefalet beni o kadar şaşırmıştı ki Tanrıçam’a edeceğim duayı bile şaşırmıştım. Kendimi toparladığımdaysa yanıt gelmedi. Bir gece boyunca, uykusuz kalarak ona yakardım. En sonunda bana cevap verdiğinde, şu anda bunlarla ilgilenemeyeceğini geçiştirir bir tavırla ifade etti. İşte o günden sonra hem Tanrıçam’dan hem de onun merhametinden şüphe duyar oldum. Yıllar geçtikçe aramızdaki bağ zayıfladı ve en sonunda dualarıma yanıt vermez oldu. Gerçi ben de eskisi gibi inanarak, tüm kalbimle dua etmiyordum ya, neyse.”
KoyuBeyaz’ın bu sözleri herkesi düşüncelere itmişti. Hepsi bir şekilde inandıkları değerleri sorgulamış ve onlara karşı gelmişlerdi. Her biri bir isyankâr ve aynı zamanda günahkârdı da. Ama hikâyesini anlatmayan bir kişi kalmıştı ve cüce Mit onun bu şekilde kurtulabilmesine izin verecek de değildi. Yine de, önce ne yapmaları gerektiğine karar vermeliydiler.
Önlerinde uzanan ve etrafı acılı cesetlerle bezeli kuleye diktiler gözlerini. Şimdi ya bir halkı sonsuz acıdan kurtarıp kahraman olacak ve günahlarından arınacaklar ya da tamamen kendi çıkarlarına yönelip başarısız olarak günahlarıyla birlikte Rıhtım’ın cehennemi benliğinin bir parçası olacaklardı. Şimdi orda durmuş, gözlerini kuleye dikmişken hepsinin yüzünde kararlılık ve bir arayış vardı.
“Geldik.” dedi Malkavian öne geçerek. Artık ya her şey son bulacaktı ya da kaldığı yerden devam edecekti.
“Evet, geldik. Kaderle yüzleşme zamanı…” diye ona eşlik etti Black Helen.
Artık dönüş yolu yoktu, kaçacak yer yoktu. Güç, sevgi, aidiyet ya da istedikleri her neyse o kulenin içerisinde en zorlu düşmanlarıyla bekliyordu.
“O zaman popoları kaldırın bakalım tembel tenekeler!” diye gürledi Mit kendinden emin bir gülümsemeyle.
İlerlemeye devam ettiler. Her birinin çürüme kokusundan dolayı öğürmesinin ve etraftaki vahşete gözlerini yummalarının dışında iyi durumdaydılar. Kulenin merdivenlerine geldiklerinde, sonsuzluğa uzanıyormuş gibi duran basamaklara baktılar. Bu zorlu bir tırmanış olacaktı ve hala daha son kişi hikâyesini anlatmamıştı. Cüce Mit de bunu unutmamıştı.
Mit, sol yanında basamakları çıkmakta olan büyücüye doğru bir bakış attı. Büyücü bu bakışı fark etti ve ona doğru dönerek soran gözlerle baktı.
“Laughing Madcap’ti değil mi? Yanlış bilmiyorsam bu Gülen Çatlak anlamına geliyor. Ama ne şu ana kadar güldüğünü ne de bir çatlaklığını gördük.” dedi imalı imalı. “Sanırım bir tek sen kaldın. Anlat bakalım bu isim nereden geliyor ve seni buraya sürükleyen o kara talih ne?”
“Neden anlatmak zorunda olayım?” diye karşılık verdi Madcap. Anlatmaya pek hevesli olmadığı her halinden belliydi.
“He heyt! Burada herkes anlatırken iyiydi de sana gelince mi kötü oldu?”
Madcap tam iğneli sözleriyle cüceye cevap verecekken solundaki ikizinin yavaşça koluna dokunduğunu hissetti. Sonra kız kardeşinin sadece onun duyabileceği bir tonda söylediği sözleri duydu.
“Herkesin güvenini kazanmaktan bahsetmiştin. Buna onlardan başlamamız en iyisi.”
Madcap bunu kafasında değerlendirdi ve mantıklı buldu. Sonra omuzlarını silkerek anlatmaya başladı.
“Kardeşim Şövalyelik’e kabul edildiğinde ben de Yüce Büyücülük’e kabul edilmiştim. Ama hiçbir zaman büyü anlayışımız oradakilerle aynı olmadı. Ben büyünün kurallarla dizginlenemeyecek kadar özgür ve vahşi olduğuna inanırım ve büyülerim de bu temele dayanır. Ancak onlar her şeyi bir kurala ve disipline oturtmakta ısrarlıydı. Ayak uyduramadım. Daha doğrusu, hiçbir zaman ayak uydurmaya çalışmadım. Beni uyarmadılar, sadece gitmemi istediler. İçimdeki ‘özgür’ büyüyle birlikte buraya ait olmadığımı ifade ettiler. Umurumda değildi ve gidecektim ama…” birden durup gözlerini hınçla kıstı, “işler bu kadar basit olmadı. Gideceğim gün beni bir asi ilan edip, tüm okulun önünde alay konusu yapmaya çalıştıklarında, hele ki yeteneklerime dil uzatmaya kalkıştıklarında o güne kadar attığım en büyük kahkahayla tüm okulu ateşe verdim. Bir kısmı orada yanarken bir kısmı kurtuldu. Ne ölenler ne de geri de kalanlar umurumda değil. Zaten o ana dair tek hatırladığım bir daha öyle bir kahkahayı atamayacak olmam.”
Laughing Madcap’in tamamladığı hikâyesi ile merdivenlerin sonuna gelmişlerdi. Çift kanatlı dev kapılar ardına kadar açıktı. İçeride birinin eğlenen kahkahaları yükseliyordu. Devasa kapılardan geçerlerken kimsenin kuleyi korumadığını fark ettiler. Bu kadar serbestçe girmeleri onları rahatsız etmişti. Ama az sonra tüm şüphelerini giderecek şeyin geleceğini bilmiyorlardı bile.
Dokuz kişilik zoraki kahramanlar ilerledi. Girişi geçip koridorda ilerlemeye devam ederlerken duvarlarda gördükleri şeyle mideleri alt üst oldu. Pek çok goblin ve troll, artık Rıhtım’da sevilmediklerini ve buranın hiç de iyi bir yer olmadığını söyleyen pek çok “Elveda” başlıklı mektubu rastgele duvarlara yapıştırmışlardı. Ne demek istedikleri tam olarak anlaşılmıyordu ama anlaşılanlar da yeterince rahatsız ediciydi. Daha da kötüsü, birkaç duvar sonra aynı goblinler neşeyle döndüklerini ilan edip, Rıhtım halkına yapacakları yeni kötülükleri bir bir sıralamıştı. Kısacası, kulenin için gereksiz bir kirlilikle doluydu.
Kapıları bronzdan yapılmış taht odasına geldiklerinde, kapıların sıkıca kapalı olduğunu fark ettiler ve önünde yeşil cübbesiyle düşünceli düşünceli oturan birini gördüler. Elleriyle kulaklarını kapamış bir halde kapının önünde bağdaş kurmuştu. İçeride büyük bir kıyametin koptuğu belliydi. Ama o bunu duymak istemiyordu bile. Dışarıdan bakıldığında yüzünde derin bir acının izleri vardı. Hatta daha dikkatli bakan biri yüzünde pişmanlığın ve çaresizliğin uyumsuz dansını bile görebilirdi.
Kapının önünde oturan yeşil cübbeli, yakalaşan ekibi görünce başını kaldırdı.
“Siz de kimsiniz! Buraya nasıl geldiniz!” dedi ve hızla ayağa kalktı.
“Dur dur, sakin ol.” diye yatıştırıcı bir sözle araya girdi KoyuBeyaz.
“Bizler buraya kötü bir niyetle gelmedik. Biz sadece yolcuyuz ve burada neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz.”
“Yolcu mu? Ama buraya bizim kabul etmediğimiz kimse gelemez ki? Ah, hayır! Sizi Magi… Darkbronze kabul etmiş olmalı. Kim bilir aklında yine neler var!” Bunu söyledikten sonra çaresizlikle ellerini yüzüne bastırdı. Nefes nefeseydi. Zor bir karar aşamasında olduğu belliydi.
“Buna daha fazla göz yumamam. Şu ana kadar durmuş olmam bile bunca acının yükümlülüğünü benim omuzlarıma yüklüyor. Hayır, bu defa durmayacağım! Hepiniz öleceksiniz!”
Ardından çatı yarıldı ve üzerlerine yıldırımlar yağmaya başladı.
“Hayır, dur! Biz Darkbronze’un adamları değiliz!” KoyuBeyaz’ın bu şekilde haykırmasına rağmen yeşil cübbelinin yıldırımlarının çakmasıyla sesi kaybolup gitmişti.
Karşılarındaki büyücü çok güçlüydü ama bu talihsiz serüvencilerin de geri duracağı yoktu. Helen ve Madcap aynı şeyleri düşünmüş olacak ki ikisi de aynı anda öne çıkıp bir kalkan yaparak tüm ekibi korudu.
“Sen delirdin mi!” diye haykırdı Black Helen ama karşısındakinin duracağı yoktu.
Yıldırımlarından kurtulmalarına sinirlenen yeşil cübbeli Helen’ın bağrışını duymamıştı bile. Bir kar fırtınası başlatmakla öyle meşguldü ki kimseyi duyacağı yoktu aslında. Büyülü sözler pişmanlıkla karışık bir öfkeyle dudaklarından dökülürken havaya kaldırdığı elinde bir kar fırtınası giderek büyüyordu. Fırtınanın artan şiddeti onları geriye doğru sürüyor ve kar yüzünden önlerini göremiyorlardı. Herkes elini yüzüne siper etmiş, çaresizlikle direniyordu.
“Bu kadarı çok fazla! Ya şunu kes ya da ölümünle yüzleş büyücü! Sayıca senden üstünüz! Sana yemin ederim ki böyle giderse benden hiç merhamet bulamayacaksın!” diye haykıran Fırtınakıran’ın sözleri büyücüye ulaşan tek cümle olmuştu.
“Olmaz! Bu defa olmaz! O zaman daha fazla kötülük Rıhtım’a akın eder ve daha çok kişi acı çeker! Bu defa sessiz kalmayacağım!” diye bağırarak cevap verdi yeşil cübbeli.
“Birlikte hareket etmediğimiz sürece onu durduramayız!” diye bağırdı sesini duyurmak için, giderek kar kaplanmış açık renk sakalını çekiştiren cüce.
Hepsi bir an birbirine baktı ve ne yapacaklarına hiçbir söz sarf etmeden karar verdiler.
Kar fırtınası doludizgin üzerlerine gelirken önce Helen bir büyü bozma ritüeli başlattı. Daha sonra Madcap ritüeli destekleyecek yan büyüleri örmeye başladı. Ancak ritüel basit bir büyü gibi anında gerçekleşemeyecek bir önem istiyordu. Onlar büyülü kar fırtınasını bozacak uygulamayı icra ederken, diğerleri de birbirlerini çekiştirerek fırtınaya direniyordu. Fırtınakıran kardeşini büyüyü yaparken korumak için var gücüyle, adeta kendisini sürüyerek kardeşinin önüne geçti ve elinden geldiğinde sabit kalmaya çalıştı. Kılıcı kutsal bir ışıkla parıldayan ve anlaşılan Tanrısına çoktan seslenmiş Berre ise Black Helen’ın önünde yerini almıştı. Marius büyücünün arkasından dolaşırken Darly Opus onu ikna etmenin yollarını arıyordu. Mit, elinde baltasıyla ileri doğru atıldı. Bir cüceyi devirmek kolay şey değildi ve o da diğerlerine göre çok daha rahat bir biçimde, fırtınayı hiçe sayıp körlemesine bir saldırıya geçti. Kar yüzünden etrafını seçemiyordu. Mit’in önünde uçmakta olan, yarasaya dönüşmüş Malkavian ise diğerlerine yol gösteriyor, bir yarasa olarak göze ihtiyaç duymadan tayin ettiği yönüyle herkese liderlik ediyordu. Bu arada hiçbir şey yapmayan tek kişi KoyuBeyaz’dı. Umutsuzluğa kapılmıştı. Tanrıçası’na seslenmeyi denemişti ama sonuç tam tahmin ettiği gibi bir hiçti. Herkes var gücüyle savaşırken hüzünle onlara baktı.
“Keşke… keşke yapabileceğim bir şey olsaydı!”
Aradığı cevabın aynı hızla geleceğini nerden bilebilirdi?
“Ruhban, sesime kulak ver. Seni terk etmiş Tanrıçan’ı sen de terk edersen sana ve arkadaşlarına yardım ederim!”
“Sen de kimsin!” KoyuBeyaz paniğe kapılmıştı. Onunla uzun yıllardır temasa geçmeyen kutsal güçler, onu geri mi çağırıyordu?
“Ben Kayıp Rıhtım’ın özüyüm. Magicalbronze’u o yapan, Rıhtım’ı var eden gücüm. Dahası, senin merhametine değer veren ve hatta her canlıya karşı bir sevgi barındıran Kayıp Rıhtım’ın ta kendisiyim. Şimdi söyle bana, Tanrıçan’ı bırakıp bana yönelir misin?”
KoyuBeyaz bir an durup düşündü. Tanrıçası zaten onu terk etmişti. Herkes umutsuzca mücadele ederken bir şeyler yapmalıydı. Ayrıca içindeki kutsal boşluğu dolduracak bir şeye de ihtiyacı vardı.
“Evet, yaparım.”
“O zaman dualarını kabul ediyorum.”
Bu sözlerle birlikte büyücülerin güçleri iki katına çıktı, savaşçıların dayanıklılığı daha da arttı.
Fırtına büyüsünü bozacak olan ritüel başarıyla ve olması gerektiğinden çok daha kısa sürede tamamlanır tamamlanmaz fırtına durdu. Hazırda bekleyen diğerleri silahlarıyla yeşil cübbelinin üzerine atıldı. Kalabalığın arasından bir ok gibi fırlayan kırbaç ucu büyücünün elindeki asayı kenara attı. Diğerleriyse var güçleriyle büyücünün üzerine atlayarak onu etkisiz hale getirdiler. Şimdi hepsi nefes nefeseydi. Malkavian’ın iki elini sıkıca tuttuğu büyücü karşı koyamayacak kadar yorulmuştu.
“Yine durduramadım…”
KoyuBeyaz öne çıktı, “Şimdi sakinleştiğine göre konuşabiliriz. Bizi buraya Darkbronze çağırmadı. Tutumuna ve sözlerine bakarak şunu itiraf etmeliyim ki bizler yolcu değiliz. Onu durdurmak için gelmiş bahtsızlarız o kadar.”
“Onu durduramazsınız…” Başı öne düşmüş büyücü ellerini Malkavian’dan kurtarmıştı. Ama bir şey yapmaya çalışmayacak gibiydi. “Bunu daha önce denemediler mi sanıyorsunuz? Kaç kişinin denerken öldüğünde bilmiyor musunuz?”
“Senin adın ne büyücü?”dedi bir anda Darly Opus. Onu bir yerlerden tanıyor gibiydi.
“Amras. Amras Ringeril.”
“Amras! Dostum!”
Darly Opus, Amras’a doğru eğildi ve onu dostane bir biçimde kucakladı.
“Burada neler oldu dostum, anlat bize!” dedi o tekinsiz ciddiyetine bürünerek.
“Anlatacak bir şey yok. O dönüştü ve ben onun karanlığa doğru çekildiğinin farkına bile varamadım. Her şeyi yolda gelirken görmüşsünüzdür. Ne anlatmamı bekliyorsun ki? Adaletin sembolü artık karanlığın lordu oldu. Ve ben… ben bunu vaktinde fark edemedim…”
“Bana bak büyücü, madem bu işten rahatsızsın o zaman gel bize katıl. Şu Darkbronze’u senin yardımınla devirelim ve her şey eskiye dönsün. Az önceki ufak şovuna bakılırsa epey de güçlüsün.” dedi Mit, yüzünde dostane bir gülümsemeyle.
“Anlamıyorsunuz! Onu yenemezsiniz!”
“Sen anlamıyorsun!” Fırtınakıran’ın sabrı taşmaya başlamıştı, “Sen gelsen de gelmesen de, orada ölecek olsak bile içeriye gireceğiz ve ne pahasına olursa olsun Darkbronze koltuğundan inecek!”
Amras bu sözleri biraz düşündü. Başarısız olacaklarına neredeyse emindi ama burada oturarak da bir şey yapamayacağının farkındaydı.
“Öyle olsun. Ama kapıları siz açamazsınız. O yüzden biraz geri çekilin.”
Cübbesini düzeltti ve ellerini havaya kaldırarak şiddetli bir büyüye başladı. Amras büyüsünü bitirdiğinde kapılar büyük bir patlamayla geriye doğru savruldu. Herkes ağzı bir karış açık kalmışken arkasına döndü ve durumu açıkladı:
“Eh, kapıları açmanın tek yolu bu.”
Patlamanın yarattığı duman dağılıp da her şey ortaya çıktığında Malkavian herkesten ayrılıp ileri doğru koşmaya başlamıştı.
“Seveal!”
Duman dağıldığında herkes gördü ki içeride pek çok kadın, sayamayacakları kadar çoktu hem de, ayaklarından zincirlenmiş şekilde taht odasını kaplıyordu. O kalabalığın arasından sevdiğini bir bakışta bulmuş olan Malkavian ise, tahta yakın bir yerde durmakta olan bir kadına doğru son hız koşuyordu. Taht odası boştu ve bu durum hepsinin içini huzursuz etmişti.
Malkavian tam kadının yanına gelmişti ki olanlar oldu ve yoktan var olmuş gibi, salonun tam ortasında kızıl cübbeli biri şekillendi.
“Amras, kapılarımı patlatmanı neye borçluyum?”
“Magical! Olamaz sesin bile değişmiş!”
Ama Darkbronze onun söylediklerine kulak asmamıştı ve az sonra karısına kavuşacak olan Malkavian’ı delirtecek hareketi yaptı: Seveal’ı yok etti.
Malkavian bir an durdu ve Seveal’ın olması gereken boşluğa baktı. Elleri titriyordu. Kontrolü ellerinden kayıp gidiyordu.
“Buradaki tüm kadınlar bana aittir. Çünkü ben, en çekici olan, tüm kadınların istediği tek erkeğim. Umarım bu konuda anlaşabiliriz.” diye yalancı bir sevimlilikle gülümsedi Darkbronze.
“Sen!”
Malkavian bir anda vampir formuna büründü ve vampir dişlerini öfkeyle sergileyerek Darkbronze’un üzerine atıldı. Anlaşılan Darkbronze karşısındakinin bir vampir olduğunu anlayamamıştı. Birkaç sıyrık aldıktan sonra saldırıdan kurtuldu ve ziyaretçilere nefretle bakarak haykırdı:
“Sizi tanıyorum! Siz şu geberesice Rıhtım’ın çağırdıklarısınız!”
“Yolun sonuna geldik Darkbronze! O tahttan ineceksin!” diye bağırdı Fırtınakıran.
“Deneyip görün bakalım.” diye pis pis gülen Darkbronze’un sözleri tamamlanır tamamlanmaz odayı sayısız goblin ve troll kapladı. Savaş kaçınılmazdı.
Büyük bir mücadele başlamıştı ve önlerindeki engeli aşmadan Darkbronze’a ulaşamayacaklarını biliyorlardı. Darkbronze ise kaçmaya hazırlanıyordu besbelli, ancak çağırdığı sayısız asker ve onlarla boğuşan kahramanlar yüzünden pek hareket edemiyordu. Birkaçını yere devirip üzerine basarak geçtiyse de hâlâ önünde pek çokları vardı.
Dokuz kahraman ve Amras ölümüne verdikleri mücadelede iyi bir iş çıkarmalarına rağmen saldırganların ardı arkası kesilmiyordu. Giderek yoruluyorlardı. Böyle giderse daha fazla dayanamayacaklardı. KoyuBeyaz yapması gerekeni biliyordu,
“Rıhtım, sesimi duy ve dualarıma cevap ver. Senin adına savaşan tüm insanların yardımcısı ol. Bizi zafere ulaştır!”
“Dualarını kabul ediyorum.” diye karşılık verdi Rıhtım ve artık bitap düşmekte olan kahramanların etrafındaki tüm goblin ve troller geldikleri gibi kayboldu.
“Ama bu nasıl olur!” diye haykıran Darkbronze delirmişçesine bir yüzle büyük bir büyü yapmaya başlamıştı.
“Kahretsin! Eğer büyüyü tamamlarsa hiçbirimiz kaçamayız!” Amras hükümdarın yaptığı büyüyü adı gibi biliyordu.
Ancak tam bütün saldırganların yok edildiği sırada, son anda bir trollün güçlü kollarınca fırlatılmış olan Marius tahtın arkasındaki duvara çarpıp onu yıkmıştı. Başını tutarak kalkan Marius bir yandan da ne kadar da güçlü olup bir duvarı yerle bir edebildiğini düşünüyordu. Fakat yerden kalkmasıyla Darkbronze’un sesini dibinde duyması bir oldu. Hemen savunma pozisyonuna geçti ancak az sonra Darkbronze’un az ilerisinde bir büyüyle meşgul olduğunu fark etti. Ayrıca Darkbronze iki kere konuşuyordu şimdi. Önce sözleri onun çok yakınında söylüyor, 1-2 saniye sonraysa aynı sözleri uzaktaki hali tekrar ediyordu. Marius şüpheyle arkasını döndüğünde gördüğü manzara ile şok oldu. Kısa boylu, şişman bir adam yere çömelmiş, elinde tuttuğu büyülü bir nesneye bir şeyler söylüyordu. Sonra aynı sesle Darkbronze onun dediklerini tekrar ediyordu. Marius birden her şeyin farkına vardı.
“Aaa! Ne demişti ruh? Duvarın arkasına bakın. E duvarın arkasında bu var!”
O böyle kendi kendine konuşurken şişman adam onun farkına vardı.
“Sen de kimsin! Beni nasıl buldun!” dedi çömeldiği yerden kalkmadan.
“Asıl sen kimsin be adam!” sonra durup diğerlerine seslendi,
“Bırakın Darkbronze’u, duvarın arkasını buldum! Gelin!”
Önce kimse ne demek istediğini anlamamıştı, ancak sonra hepsi ruhun sözlerini hatırlayınca oraya doğru koşmaya başladılar. Şişman adam o kadar şaşırmıştı ki büyüyü yapmayı bile bırakmıştı. Dolayısıyla Darkbronze da susmuş ve şimdi hiçbir şey yapmayarak, boş gözlerle etrafa bakıyordu.
“Her şeyin arkasındaki sensin!” diye birden durumu kavradı Malkavian. “Karım nerde!” diye bağırdı ardından.
“Hah! Karını bir daha göremeyeceksin!” diye güldü şişman adam, göbeğini hoplatarak.
“Bana bak toparlak, seni tek başıma öyle bir pataklarım ki tüm Rıhtım’ı ayakların popona vura vura koşmak zorunda kalırsın!” diye gürledi Mit.
Bu sözler üzerine gerileyen şişman adam geri adım attı.
“Hemen sinirlenmeyin yahu. Ben burada Rıhtım’ın iyiliği için çalışıyorum.”
Malkavian daha fazla dayanamadı ve vampir dişlerini ortaya çıkararak boynuna atıldı.
“Karım nerede!”
“Aaaa! Dur dur, ısırma beni! Dur, bak karın orda!” diye korkuyla bağırdı adam ve Malkavian’ın karısını bir anda eskiden durduğu yere geri getirdi.
“Seveal! Bu sen misin?”
“Malkavian! Ah, artık hiç kavuşamayacağız sanmıştım!”
İki sevgili birbirlerine hasretle sarılırken diğerlerinin işi henüz bitmemişti.
“Yaptığının adı iyilik değil! Tanrım’ın izniyle seni sonsuz bir cezaya mahkûm edeceğim!” diye haykırdı paladin Berre, kılıcı kutsal ışığıyla daha da parıldamaya başlarken.
“Bana inanmak zorundasınız! Ben gerçekten her şeyi Rıhtım için yaptım. Magicalbronze her şeyi berbat ediyordu ve iyi bir yönetici de değildi. Ben de onun yapamadığını yaparak Rıhtım’ı daha iyi bir yere getirmeye çalıştım. Hepsi bu.”
“Tahtımın bu adamın kemiklerinden olmasını istiyorum.” dedi Madcap, ansızın.
“O zaman sen direkleri getir ben de kırbacı hazırlayayım. Bu uzun bir gün olacak, kemiklere anca ulaşırız.” diye cevapladı Fırtınakıran.
İkizler nefretle karşılarındaki adama bakıyordu. Ellerinde olsa, onu o anda oracıkta öldüreceklerdi.
“Durun!” dedi hiç duymadıkları bir ses.
Arkalarını döndüklerinde Magicalbronze’u gördüler. Bu defa kendi sesiyle konuşuyordu.
“Kayıp Rıhtım yeterince acı çekti. Bunca acı ve eziyetin bir sonu olmalı. Bu adam, bu korkunç adam, her şeyin sorumlusu ama ben herkes bu kadar acı çekmişken onu da aynı acıya mahkum edemem. O yüzden onu ben cezalandıracağım ve cezası bittiğinde ait olduğu yere, Rıhtım’a geri dönecek.”
“Sen delirdin mi! Adam tüm krallığını mahvetti, seni bir oyuncak gibi kullandı! Sen onu bir süre sonra bağışlamaktan bahsediyorsun!” Fırtınakıran bu sözlerle çılgına dönmüştü.
“Fırtınakıran haklı, böyle saçmalık hiçbir yerde görülmemiştir.” diye onayladı Black Helen.
“Ama ben bu adamı tanırım ve gerçekten bir şeyleri iyileştirmeye çalıştığına inanıyorum. Tabii kendi doğrularıyla.” dedi imalı imalı adama bakarak. Adamsa rahatsız edici bir biçimde gülümsedi.
“Güç onu delirtti. Olan bu. Ama ben artık sizlerin yardımıyla geri döndüm ve her şey yoluna girecek.”
“Ah şu merhametin…” Fırtınakıran bilmiyordu ki bu sözü yıllar boyunca daha kaç kez söyleyecekti…
Birkaç yıl sonra
Geçen seneler içinde Kayıp Rıhtım eski görkemine ve kutsallığına kavuşmuştu. Magicalbronze’un kendisine yeniden Magical dediği bu yıllarda, ülke hiç olmadığı kadar üne kavuşmuştu. Artık Kayıp Rıhtım eskisinden daha meşhurdu ve insanlar buraya akın akın gelmeye devam ediyordu.
Magicalbronze yardımlarından ötürü kahramanları unutmamıştı elbette. Kendisinden sonra gelen en ileri yönetici olan Amras Ringeril’in yanına Fırtınakıran’ı da eklemiş ve yönetim kadrosunu büyütmüştü. Artık ondan sonra gelen iki adamının gözleri Rıhtım’ın üzerindeydi. Paladin Berre, burada tanıştığı gerçek paladinlerle yeniden maceralara atılmaya başlamış ve Fırtınakıran’dan gelen emirler doğrultusunda hız kesmeden Rıhtım’da kötülükleri bir bir temizliyordu.
Cüce Mit, adeta Rıhtım’ın kralıydı. Magicalbronze gerçek hükümdar olsa da halk onu o kadar seviyordu ki bazen Magicalbronze’un önüne geçtiği bile oluyordu. Madcap, hareketli bir yaşam sürerek çıkan isyanları bastırmada akla gelen ilk isim olmuştu ve şu aralara yeni bir isyanı bastırmakla meşguldü. Black Helen, büyü güçlerini Rıhtım’ın huzuru için kullanırken Berre ile iyi bir takım olmuş ve onunla birlikte çeşitli görevlere katılıp, gücünü sakınmadan adaleti dağıtıyordu. Darly Opus, kendi deliliğiyle etrafa neşe saçıp, Rıhtım’dakilere öğütler verirken KoyuBeyaz yeni kavuştuğu tanrısıyla bütünleşmiş ve Rıhtım’ın gerçek ruhunu anlayan kişi olarak en ufak sorunda başvurulan yegane kişi olmuştu. Marius’a gelecek olursak, her gün başka bir yerde ölü olarak bulunup, tekrar tekrar diriliyordu. Rıhtım’ın gizemlerini çözmeye adamıştı kendini ve bu uğurda sayısız ölümle karşılamıştı. Malkavian ise, şatosunu Rıhtım’a taşımış ve Seveal ile mutlu bir hayat yaşıyordu. Tabii bu esnada, Rıhtım’a girmeye çalışan çeşitli goblin ve trollü, üzerlerinde bıraktığı diş izleriyle gerisin geri sürüyordu da. Magilcabronze ise yeniden başa geçerek iyi bir liderin nasıl olduğunu herkese kanıtlamaya devam ediyordu.
Fırtınakıran masasına bırakılmış olan mektubu aldı. Üzerindeki mührü görünce hafifçe gülümsedi ve mektubu açıp masaya serdi. Mektubu okumadı, sadece pencerenin kenarına yaslanıp dürbünden dışarıyı gözetlemeye başladı. Mektubun büyülü olduğunu biliyordu, nasıl olsa az sonra kendi kendini okumaya başlayacaktı. O dürbünle etrafı gözetlerken mektup titredi ve bir erkek sesi şu sözleri söylemeye başladı:
Kardeşim,
Son mektubuna cevap vermem zaman aldı, farkındayım. Bunun için her ne kadar bastırmaya çalıştığımız isyanın etkisi olsa da, beni bilirsin, cevap vermek için üşenmedim değil.
Doğudaki topraklarımızda Wally’e karşı yürüttüğümüz saldırı ve şehrin dört bir yanını saran klon askerlerini kovmakta sona yaklaşmış durumdayız. Halk umutlu ve bizden desteklerini esirgemiyorlar.
Aslında, yeterince direnmediğini itiraf etmeliyim. Bunun arkasından bir şey gelecek ya, neyse.
Doğu topraklarımızı kuşatan ve kendini tekrarlayan mesajları sürekli sokaklarda bağıran klon askerlerin kontrolünü Wally’den alabilirsem, işte o zaman sokaklarda haykıracakları mesajları görmeni isterim. Şu sıkıcı günlere hoş bir renk katabilirim. Ama bunu Magicalbronze’a söyleme, bilirsin, eğlence anlayışımız pek uyuşmuyor.
Kısacası, burada her şey çok yoğun, çok hızlı ve, pff, çok sıkıcı.
Her zamanki kadar sıkılıyorum.
Sevgiler,
Madcap
- Şehir Dağları Aşındırır - 15 Haziran 2016
- Bay Kuş - 15 Temmuz 2015
- İsyan - 15 Temmuz 2011
- El - 13 Eylül 2010
- Dört Mevsimin Hanımları - 9 Nisan 2010
Özellikle rıhtım göndermeleri ve karakterler konusunda çoğu yerde kahkahalara gömüldüğüm bir öyküydü bu. Sanırım en güzel kısmı da hikayelerin içerisinde kendimizden bir şeyler bulabilmek, günlük Rıhtım yaşantısında karşımıza çıkan absürtlükleri mizahi bir dille okuyabilmekti. Özellikle de “Elveda” başlıklı mektupların yapıştırıldığı duvara geldiğimde gülmekle ağlamak arasında bir yerlerde olduğumuzu fark ettim.
Hikayenin bütününde de bu renkli, sıra dışı karakterlerin hikayelerini de okumamız oldukça hoş bir ayrıntıydı. Üslup da yerinde olunca geriye diyecek başka bir şey kalmıyor sanırım. Kalemine sağlık Hazal Abla.
Ne grup ama! O tanrıçayı seçtiğim güne lanetler olsun diyorum her yerde. 🙂
Bazı yerlerde apaçık görünen, bazı yerlerde ise inceden dokunduran müthiş göndermeler elbette okuduktan sonra ilk akılda kalan şeyler oluyor. Öyle ki karanlık olan atmosferde, arada geçen bir diyalogdaki müthiş gönderme bir anda okuyucuyu güldürüp tüm kötücül havayı dağıtabiliyor. Fakat bu kesinlikle kötü anlamda değil, aksine karanlığın ve aydınlığın iç içe olduğu oldukça ince bir öykü çıkmış sonuç olarak ortaya. İkinci kez okuyorum ayrıca. 🙂
Uzun olmasını da ayrıca takdir ediyorum, her ne kadar bir çırpıda bitse de. Eline sağlık. 🙂
Bence girişe “Based on A True Story” yazılmalı. Göndermeler yapacağını bekliyordum fakat bu kadar orjinale sadık kalacağını hiç beklemiyordum. Ellerine sağlık, çok güzel olmuş. Hem heyecanlandırdı hem de fazlasıyla güldürdü.
Selamlar ablacık!
Şimdi sayısız platformdan bu öyküne yorum yapmış birisi olarak; burada ne söyleceğimi gerçekten bilemiyorum. Okurken ne kadar eğlendiğimi ve heyecanlandığımı biliyorsun zaten. Hazin hikâyemi yeniden gözler önüne serdiğinde duygularıma hâkim olamadım doğrusu. Bu kadar acı olmamalıydı sonum…
Her şey bir yana, böyle bir grupta olmak gerçekten özenilecek bir şey. Dediğim gibi gidip Ejderha Mızrağı’na sil baştan başlamak istedim. Öyle keyifli bir anlatıydı işte.
Kalemine sağlık, çok başarılıydı. 🙂
Tıpkı önceden de söylemekten usanmadığım gibi şimdi de tekrar ediyorum ablacım: Tüm takdirlere şayan, ince iğnelemeleri ve kara mizahı ile kesinlikle okunmaya değer bir yazıydı.
Doğrusu bana ilk satırlarını okuttuğunda ben bile böylesine güçlü bir yazı yazacağını tahmin etmemiştim =) Yer yer sevgili Rıhtım’ımızın acıklı haliyle sarsılırken yer yer koca bir kahkaha atmaktan kendimi alıkoymadım (bkz. Darly Opus nasıl delirdi?) Günlük hayatımızın sıradan olaylarını, fantastik sosuyla bizlere sunmak hele de bunu yaparken yien kahraman olarak bizleri kullanmak… Müthiş ^^
Eee son olarak hatırlatmak istiyorum ki sen kullanmak istersen sevgili Kayıp Rıhtım’ımız daha ne malzemelere sahip: İlgililere duyurulur 😉
Göndermeleri, iğnelemeleri, dalga geçmeleri, benzetmeleri bol bir hikayeydi. Bu kadar çok karakteri kullanıp onları bir maceraya sürüklemek insanın ellerinden kayıp gidebilecek bir ipi tutmasına benzer. Ama sen o ipi sıkı sıkıya tutmayı başarmışsın. Her karakter kaybolmadan hikayenin işleyişi içinde kendine bir rol bulmuş ve bunu bir kurgu çerçevesinde yapmışsın. Tebrik ederim ve ellerine sağlık. Ayrıca gelenleri dişlediğimiz filan yok… Belki biraz tadlarına bakıyorumdur 🙂
Vay vay vay, ellerine sağlık eli kırbaçlı eski şövalye! Keyif veren ve okudukça insanı içine çeken, yalın diliyle cazibesini kat be kat arttıran bir hikaye olmuş, gülmemek elde değildi bazı yerlerde doğrusu! Üstelik delirmiş Darly Opus’un hikayesi yürek burkan cinsten olmasına rağmen, kahkalarıma engel olamadım!
Yalnız nasıl bir olaysa ben baya bildiğin Darkbronze’dan sonra Purebronze olarak devam etmişim, ne kadar iyiliksever bir insanmışım öyle!
Her yönüyle sürükleyici ve keyifli bir hikaye olmuş. Bir kez daha kalemine sağlık 🙂
Çok keyifli bir hikaye olmuş asil şövalyem. İçerdiği karanlık havadan mı bahsetsem, karakterlerin derinliklerini ve onları ele alış şeklini mi övsem yoksa araya sıkıştırdığın göndermeleri mi anlatsam. Dolu dolu, kasvetli havasına rağmen yine de eğlenceli bir hikaye yazmak kolay iş değil ne de olsa. Onur’un delirme sebebine bayıldım bu arada 🙂
Kalemine ve hayal gücüne sağlık…