Öykü

Karaberk’le Gelen

“Gelmeyeceğini bile bile beklemek zordur, çok zordur,” diye mırıldandı kalın perdeleri aralarken Ömer. “Ama bir ümit işte, gözü kör olasıca bir ümit..” Çok dalgın ve düşünceli olduğu zamanlardaki gibi fark etmeden derin bir iç çekti. Pişmanlık vardı içinde… Hiç bitmeyecek bir pişmanlık. “Öfkeme hakim olamadım, ayıp ettim.” diye geçirdi içinden. Gözlerini uzağa; gözünün alabildiği en uzağa dikti. Boşlukta bir karartı aradı ama nafile…

­­‑Yok işte! Gitti gelmez artık, dedi kendisiyle konuşur gibi.

‑Ne yapmalı Allah’ım ne yapmalı?

Sonra kardeşinin varlığını hatırlayıp ona döndü:

‑Mustafa! Bir şey de hele, gelir değil mi? Mustafa, abisinin suallerinden bitkin bir halde:

‑Boş yere bekleme artık abi, bak kaç gün oldu. Gelecek olsa gelirdi. Çoktan dağdaki atların arasına karışmıştır yahut… Durup abisinin yüzüne yan gözle baktı. Ömer de gözlerini indirdi yere.

‑Sen hatırlamazsın ufaktın, seneler evvel Hasan dayımların da atı kaybolmuştu, üç gün sonra çıkıp gelmişti.

‑Karaberk gideli bir ay olacak abi, dedi Mustafa. Abisinin artık bunu kabullenmesini istiyordu. Her gün cama suratını dayayarak Karaberk’in geri dönmesini bekliyordu.

Korkunç bir gerçekten kendini sakınır gibi elleriyle yüzünü örttü Ömer.

‑Gelecek iki gözüm, biliyorum gelecek! dedi.

Günler günleri kovaladı, güz bitti kış geldi. Hem de ne kış… Köyde kimse ömründe böyle kış görmedi. Kar günlerce hiç dinmedi, soğuklar bitmedi. Çocuklar biraz gün ışığına hasretti. Köyde herkes bu soğukları konuşuyordu. Köy kahvehanesinde, evlerde kadınlar arasında, radyolarda hep bu konuşuluyordu. İnsanlar diğerini dinlemeden kendi durumundan yakınıyordu. Çocuklar okula gidemiyor, kışlık yakacaklar bitiyor, hayvanların hali harap…

Fakat bir şey daha vardı ki onu telaffuz etmeye kimsenin cüreti yetmiyordu. Herkesin bildiği bir sır gibiydi, sanki ağızdan çıkarsa gerçekleşecekti. Ama belliydi insanların susuşlarından, birbirine kaygıyla bakışlarından…

Bu kötü haberi Kadir getirmişti köye. Şimdi herkes ondan vebalıymışçasına kaçıyordu. Ama Kadir bu! Onun yalan konuştuğunu daha kimse duymamıştı, zaten yapamazdı da… Yüreği öyle temiz bir adamdı ki… Anası ona gebeyken ateşli bir hastalık geçirmişti. Kadıncağızı hekime zor yetiştirmişlerdi. Yine böyle sert bir kış vardı. Kadın günlerce kendine gelemedi, türlü ilaçlarla iyileştirildi. Karnındaki bebekten ümidi kesmişti artık herkes. Yaşamaz diyorlardı. Ama Kadir yaşadı… Çok sağlıklı, gayet normal olarak doğdu, ele avuca sığmaz bir çocuktu. Uzun bir sopayı bacaklarının arasına alır “Bu benim atım!” derdi. Sabahtan akşama dağı taşı dolaşırdı onunla. Yaşıtları oyun oynarken o atını (hayali atını) Karadağ’a sürer, gün inince dönerdi köye. Soranlara da Karadağ’da gün batışını izlediğini söylerdi. Karadağ için “güneşin doğuşunun ve batışının en güzel izlendiği yer” derdi. Köylü bile korkardı oraya çıkmaya, bu dağ için anlatılan efsaneler vardı. Ama Kadir hiçbir şeyden korkmazdı. Çünkü kötülüğe inanmazdı; çocuktu… Ve yıllar geçti Kadir büyüdü. Ama ruhu hep çocuk kaldı. Hâlâ sopasını at gibi kullanır, sopanın yani atın başına al yazmalar dolardı, dağı taşı dolaşırdı sabahtan akşama. Artık sadece Karadağ’a değil her yere giderdi. Bazen yolda insanlar ona rast gelir acıyıp araçlarına almak isterdi. “Benim atım var, sağ olun,” derdi. Diğer insanların araçlarıyla gittiği yere o yürüyerek gider, onlardan önce varırdı. Hatta bir keresinde köyden hacca giden bir çift, onu Mekke’de gördüğünü anlatırdı. Bu yüzdendi ki insanlar onun bir bakıma ermiş olduğunu düşünürdü, söylediği her şeye inanırlardı ve doğru da çıkardı. Ama bu sefer getirdiği haber köydeki herkesin yüreğine bir ateş gibi düşmüştü.

Karadağ’dı o ateş… Uzun yıllar önce patlayan, insanları yersiz yurtsuz bırakan Yanardağ, çocukların yaşanacak günlerini, hayallerini çalan soyguncu Karadağ, adına ağıtlar, türküler yazılan Karadağ. İnsanların hem korktuğu hem saygı duyduğu Karadağ… Çok can almıştı Karadağ. Yıllar sonra bile anlatılırdı onun öfkesi; bazen anneler söz dinlemeyen çocuklarına onu Karadağ’a vereceklerini söylerdi. Herkesin aklında korkuyla yer etmişti. Şimdi nasıl korkmasınlar, Kadir onlara Karadağ’ın yine patlayacağı haberini getirmişti. Bazıları ona inanmıyor, “Deli saçmalığı bu, Kadir nerden bilsin,” diyorlardı. Ama içlerine kurt düşmüştü bir kere, kemirmeden durur mu? Kadir ondan kaçan insanlara rağmen inatla gördüklerini anlatıyordu. Karadağ’daki toprağın yükseldiğini, yeniden aktif hâle gelebileceğini söylüyordu. Söylüyordu da insanlar kabul etmek istemiyordu. Ama herkesin aklında Karadağ… Her kafadan ayrı düşünceler geçiyordu.

“Bu karda kışta çoluk çocuk ne yaparız, nereye gideriz?”

“Bir delinin lafına mı inanacağız alla sen!”

“Ya doğruysa, ya gerçekten patlayacaksa?”

“Yok yok, Kadir diyorsa doğrudur.”

Bir ihtimal bile insanların uykularını kaçırıyor, gülüşlerini yarım bırakıyordu. Çok geçmeden bu haber köyde bütün hanelere yayıldı. Yediden yetmişe herkes bunu düşünüyor, çocuklar patlama oyunları oynuyordu. Bu korku insanların gündelik işlerini yapmalarına bile engel oldu. Her dakika ölüm korkusuyla yaşamak istemeyen bazı insanlar evlerini teker teker terk etmeye başladı. Karadağ’dan, bu musibetten oldukça uzağa gitmek istiyorlardı. Zamanla köydeki evler terk edilmeye, ışıkların yerini karanlık, seslerin yerini sessizlik almaya başladı. Aileler sessizce çocuklarını, eşyalarını alıp uzak akrabalarına yahut uzak memleketlere gidiyordu. Kimse korktuğunu belli etmek istemiyordu ama içten içe korkuyordu. Kadir’e inanmayıp köyde kalmaya direten insanlar ise gidenlerin bıraktığı boşlukta kayboluyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık. Karadağ şimdiden ocakları söndürmeye başlamıştı.

Ömer’in annesi de yavaş yavaş eşyaları toplamaya başlamış, gitme duygusuna kendini alıştırmıştı. Fakat Ömer gitmek istemiyordu. Aylar olmuş Karaberk gelmemişti. Her gün onun yolunu gözlüyor, canından çok sevdiği babasının emanetini kaybettiği için kendini suçluyordu. Babasını geçen yıl tarlada bir kazada kaybetmişlerdi. Ölmeden önce Ömer’i yanına çağırıp: “Bu at bundan böyle senin Ömer, ona gözün gibi bak!” demişti. Bakamadı… Karaberk gitmişti ama Ömer hep onun geri döneceğine, kötü davrandığı için onu affedeceğine inanıyordu. Annesi de kardeşi de onu defalarca kez ikna etmeye çalıştılar. Ne dedilerse Ömer ikna olmadı. “Karaberk’i , babamın emanetini burada bırakıp gidemem. Siz gidin ben onu bulup geleceğim,” diyordu. Köyde artık sadece birkaç hane kalmıştı. Kadir de Ömer’i ikna edemedi, köyü Ömer dışında herkes boşalttı. Bomboş köyde Ömer tek başına kalmıştı. Karaberk’in gelmeyeceğinin farkına varmıştı artık. Tek çare Karadağ’a çıkıp onu aramaktı. Ama Karadağ için anlatılanlardan dolayı bir türlü buna cesaret edemiyordu. Yıllar önce bir çoban kaybolan keçisini aramak için çıkmıştı, bir daha çobandan haber alınamamıştı. Fakat böyle eli kolu bağlı oturup meçhulü beklemek istemiyordu. Evleri şimdi ıssız kalmıştı. Bu köyde, bu evde hep kendini yalnız hissederdi, yalnızlığı severdi de. Ama şimdi en yalnız hissettiği zamanlarda bile aslında yalnız olmadığını anladı. Bu evde ailecek yedikleri yemekleri, çay sohbetlerini anımsadı. İçini büyük bir yalnızlık kapladı. Bu düşüncelerden biraz olsun uzaklaşmak için kendini bahçeye attı. Bahçedeki erik ağacını görünce kardeşi Mustafa’yla ağacın altında bir zamanlar oynadıkları oyunlar, çamurdan yaptıkları tabaklar aklına geldi. Çok gürültü yaptıklarında annesi onları bahçeye, erik ağacının altına gönderirdi. Gülümsedi, acı bir tebessümdü bu…

Bahçede de aradığı huzuru bulamayınca kendini sokağa attı. Köyün sokaklarında avare avare dolaştı. Evlerin, caminin, bakkalın önünden geçti, birkaç kedi, köpek dışında hiçbir canlı yoktu. İçi ürperdi bu sessizlikten. Hızlı adımlarla eve gidip bütün odaların ışıklarını ve radyoyu açtı. Çalan şarkı içini ısıttı, şimdi biraz olsun iyi hissediyordu. “Ne olacaksa olsun!” dedi. “Ne olacaksa olsun, yarın Karadağ’a gidip Karaberk’i de alıp gideceğim buradan.”

Ertesi gün erkenden kalkıp Karaberk’i aramaya çıktı. Önce köyün çevresini dolaştı. Bulamayınca biraz daha uzaklaştı Karadağ’ın eteklerinde aramadık yer bırakmadı. “Taşın altında, yılanın yuvasında da olsan bulacağım.” dedi. Soğuktan artık parmaklarını hissetmiyordu, ayaklarında adım atacak güç kalmamıştı, karnı da acıkmıştı. İstemeyerek de olsa eve döndü. Eve dönünce açlığını bile unutup kendini yatağa attı, derin bir uyku çekti. Uzun zamandır böyle derin uyumamıştı. Rüyasında Karaberk’i gördü. Karadağ’ın tepesine çıkmış, rüzgârda siyah yeleleri dalgalanıyordu. Ömer ona doğru bir adım atınca Karaberk geri çekildi, ondan biraz daha uzaklaştı. Ömer pes etmedi, birkaç adım daha ata yaklaşıp ona elini uzattı. Başını okşamak, onu alıp bu uğursuz yerden bir an önce gitmek istiyordu. Ama at yine bir adım geri gidiyordu. Ömer bu kez var gücüyle atın boynuna asıldı ama at müthiş bir çeviklikle Ömer’in elinden kurtuldu. Ömer nasıl olduğunu anlamadan kendini uçurumdan yuvarlanırken buldu. Olanca gücüyle bağırıyor, yardım istiyordu ama kimse sesini duymadı. Topraklar ağzına burnuna doluyor, kayalar vücudunu parçalıyordu. Başını büyük bir kayaya çarptı ve sıçrayarak uykusundan uyandı. Bütün bedeni ter içindeydi. “Çok şükür rüyaymış,” diye geçirdi içinden. Başucundaki sürahideki suyu bir dikişte içti. Tekrar uyumak istiyordu ama rüyayı aklından çıkaramıyordu. Karaberk’in ona ihtiyacı olduğunu hissetti. Kafasından geçen onlarca düşünceyle sabahı zor etti.

Sabahın ilk ışıklarıyla tekrar yola koyuldu. İçinde garip bir his vardı. Ayakları Karadağ’a çıkmak istemiyor fakat Karaberk’i bulmadan dönmek istemiyordu. Sonra ne diyeceklerdi ona. İnsanların yüzüne nasıl bakardı?.. Kötü düşüncelerden sıyrılıp biraz daha istekle yola devam etti. Birkaç saat yürüdükten sonra gök gürlemesi gibi şiddetli sesler duymaya başladı. Ve arkasından daha şiddetli bir ses duydu. Kayalar parçalanıyor, toprak yarılıyor sanki kıyamet kopuyordu. Can havliyle bir ağaca tutundu ama ağaç da dayanamadı bu fırtınaya. Etrafa saçılan taş, toprak parçalarından gözünün önünü göremiyordu. Kulağında radyo cızırtısına benzer bir ses vardı, başka hiçbir şey duymuyor, algılayamıyordu. Vücuduna çarpan taşlarla yere yığıldı. Nefes alamıyor, her yeri yara içinde yanıyordu. Etrafı küller, kırılan ağaçların parçaları, taşlarla doluydu. Bu karmaşanın arasında uzaktan siyah bir gölge seçti. Ona doğru geliyor fakat görüntü bir türlü netleşmiyordu. Ömer aldığı darbelerin acısıyla yere yığılmış, ayağa kalkacak gücü bırak nefes alacak hali kalmamıştı. Gölge Ömer’in yanına yaklaştı. Ömer son gücüyle başını kaldırıp ona baktı. ” Kara…berk…..gel……….di..in..” diyebildi. Bunlar son kelimeleriydi…

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Feroand Feroand says:

    Merhaba :slight_smile:
    İlgi çekici parçalar barındıran bir öyküydü. Kadir karakterini hem çok merak ettim hem de çok sevdim. Açıkçası, ana karakter olarak onu görmek isterdim.
    Gizemli güçleri olan bir dağ… Halk hikayelerinde çok geçtiği için köklü ve derinleştirilmeye müsait bir öğe.
    Kayıp ve beklenen bir hediye… Hüzün ağırlıklı duyguları kavurmaya başlamak için ideal bir araç.
    Tek başına, hayalini ve takıntısını arayan avare bir çocuk… Heyecan uyandırıcı bir tema.
    Ama… Bir sebepten öykü bunların hiç birisini kullanamamış. Gerek ‘’şöyle bir bahsedip geçmesi, temelini vermemesi’’ ile, gerek empatiyi kurdurtacak ifadeler yerine olay betimlemesine ağırlık vermesiyle bunu yapmış. Belki, başka bir takım şeyler daha…
    Bilemiyorum. Belki de özellikle tercih ettin böyle bir anlatımı? Ama, açıkçası, yukarıda bahsettiğim özelliklerin tüm verimiyle kullanıldığını görmek isterdim. O dağı tanımak, o çocuğun hırsına kapılmak, o meczubun gizeminde kaybolmak…

    Öykü için teşekkürler. Daha sonra görüşmek dileğiyle…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for Feroand