Toprağı koklaya koklaya gidiyorum. Toprak yeni eşilmiş. Arada birkaç kök denk geliyor, köklerin etrafından dolanıyorum, yol uzuyor. Bu yayvan topraklardan sular altlara doğru sızıyor, bir ışık kümesi olup beni dışarı çıkarıyor. Biraz yiyecek arıyorum. O anda taze marul kokusu geliyor burnuma. Marula doğru ilerlerken bir damla su boynuma değiyor. Gıdıklanıyorum. Bir damla, bir damla daha. Olduğum yerde kalıyorum. Başımı ağır ağır kaldırıyorum. Bedenimden sonra gözlerim de fark ediyor bu nemi. Yağmur çiseliyor, kendini yavaş ve zarif bir adımla bahçeye bırakıyor. Bahçedeki çocuklara anneleri “Yağmur yağıyor, hadi içeri girin,” diyor. Ben yağmuru daha iyi hissedebilmek için kayaya çıkıyorum. Kayanın sivri ucunda kendime bir yer yapıyorum. Böylece yağmur yağarken bahçeyi daha iyi seyredebiliyorum. Yağmur hızlandıkça gül ağacına inen her bir damladan bahçeye pembe gül kokusu yayılıyor. Gül ağacının yanındaki eski sobanın içinden yeni doğan kedi yavrularının sesi duyuluyor, birkaç solucan yuvadan firar edip toprakta yuvarlanıyor. Kendi kendime gülümsüyorum.
Mimiklerim yok benim. Duygularımı, ne hissettiğimi kimse anlamaz. Biraz fazla yol geldiğimden olacak orada -kayanın sivri ucunda- uyuyakalıyorum. Uyandığımda yağmurun dindiğini fark ediyorum. Ama bulunduğum kayanın altındaki su birikintisini görebiliyorum. Yağmur suyundan biraz daha faydalanmak için su birikintisine doğru eğiliyorum. O an gözüme bir şey çarpıyor. İki anten. Bu ben olabilir miyim? Salyangozların iki anteni vardır. Görünce şaşırıyorum. Biraz daha ilerliyorum. Horultu gibi soluğum. Görüntümü daha net görmek için dikkatlice bakıyorum. Toprak rengi bir suretle ve tepesinde iki gözle karşılaşıyorum. Ne kadar da çirkinim. O sırada suya bir kelebek gölgesi düşüyor. Şimdiye kadar bildiğim ne kadar güzellik varsa onun izdüşümü karşımda diye düşünüyorum. Sanki iç sesimi duyan kelebek de bana bakıyor. “Sen herkesin bildiğinden farklı bir güzelliktesin,” diyor. Başımı önüme eğiyorum. Kelebeğe uzun uzun bakarak “Kelebekler yağmuru pek sevmez sen neden buradasın?” diyorum. Kelebek de “Ben senin bildiklerinden farklıyım,” diye cevap veriyor.
Kelebek, salyangozun doğa ile ilgili tüm bildiklerini değiştirdi. Her şeyi yeniden yeni bir dille işledi salyangoza. Kelimeler bambaşka anlamlar yüklenerek zihninde yer buldu. Arının balı ve iğnesi olduğunu, gülün kokusu ve dikeni olduğunu öğretti. “Yaratılışta her cinsin içine bir iyi bir kötü konulmuştur.” diye de ekledi. Bataklıklarda nilüferler açardı ve toprağı gübre beslerdi.
Salyangoz kendine de hayata da bir başka bakmaya, bir başka sevmeye başladı o günden sonra. Yaşanılan günlerin bir miladı vardı, o gün milat oldu. Dünyası onunla yeniden kurgulandı. Koca gövdesi o olmadan önce ağır onu gördükten sonra hafifti.
Nemli bir şekilde eve giderken kelebek dış kabuğuma konuyor. Onu hissediyorum, bir adım daha atamayacağımı sanıyorum. O anlatmaya başlıyor. “Ben bir dönüşümün hikâyesiyim,” diyor. “Dönüşüm ne demek?” diyorum. Bu kelimeyi de ilk defa duyuyorum. “Evrim ve evrimleşmek için kendi devrimini gerçekleştirmen demek, yeniden doğmak, başka bir bedende, bazen başka bir ruhla devam etmek, ” diyor. “Bildiklerini devirmeden evrilemezsin,” diye ekliyor. Kanat çırpıyor. O kanat çırptıkça güneş tüm ışığını onun kanatlarında dağıtıyor. Çekici mavi kanatlarındaki birbirini izleyen dalga dalga siyah çizgiler kanatlar üzerinde beyaz, kırmızı benekler. Kanatlar güneşin tüm ışığını süzüp, yeniden bir renk cümbüşü olarak üzerime bölüştürüyor. Ben ne kadar karanlıksam o bir o kadar aydınlık.
Salyangoz yavaşça gözlerini kapatıp açıyor onu seyrediyordu. Ama o kadar yavaştı ki gözünü açıp kapayıncaya kadar bile kelebek farklı bir çiçeğe konmuş oluyordu. Tüm çiçeklerin kokusu kanadına sinecekti şimdi. Kendindeki yavaşlığa rağmen kelebekteki bitmez tükenmez enerjiye hayran kalıyordu. Yine bir gülün üstünde güneşin ışıklarıyla perdesini açmış gösterisini sergileyen bir balerin gibi dans ediyordu.
Yanıma gelip “Kalbim nasıl çarpıyor bak,” diyor. Başımı kelebeğin göğsüne koyuyorum. Doğayı duyuyorum. Her şeyin bir ruhu, sesi var. Bu daha önce hiç duymadığım bir şey. Kanadındaki o kokuyu alınca anlıyorum ki beni onun peşinden bu kadar fütursuzca sürükleyen başka bir şey olamaz. Dünyadaki en güzel şeylerden biri de koku değil mi? Kelebek “Ben de senin kalbine dokunacağım onu duyacağım bana seslenecek,” diyor. Kelebek göğsüme doğru eğiliyor. Onun küçücük başını ezmemek için sol yanımı ağır ağır kaldırıyorum, çok dikkatli davranıyorum. Kelebek başını göğsüme dayıyor. “Hiçbir şey duymadım,” diyor. Şaşkın. Bana bakıyor. “Benim kalbim biraz yavaş atar,” diyorum. Kelebek başını kaldırıp düşünüyor, tekrar başını göğsüme koyuyor. Orada içine bir nefes çekiyor. “Burası çok başka kokuyor,” diyor. “Toprak kokuyor, yağmur kokuyor, çimen kokuyor. Kuşlar cıvıldıyor, rüzgâr uğulduyor, birkaç arı ahenk içinde vızıldıyor. Hepsini duydum.” Tekrar eğiliyor. “Kalbinin sesini duyamıyorum.” Kalbim de benim gibi çok yavaş. Kelebeğin sabrı çok az.
Kayanın üzerinden inerken kelebek her zamanki gibi kabuğuma konuyor. Birlikte sazlığa doğru yol alıyoruz. Kelebek bana birbirine yük olmadan da birlikte yürünebileceğini öğretiyor o gün. Tüm yollar hafifliyor. Engebeleri daha hızlı aşıyorum. Hiç yorulmuyorum.
O gece kelebeğin uykusunu bir kâbus böldü. Salyangozun kabuğunda sazlıkta ilerlerken bir liğ yığınına denk geldiler. Salyangoz dalgalanma hareketleriyle yığının içinden geçmeye çalışırken bataklığın derinliğini fark edemedi. Liğin içine doğru çekildiler. Salyangoz kelebeğin çamura bulanmış kanadını yığının içinden kurtarmaya çalıştıkça çamur onu daha derine doğru çekti. Küçücük bedeni çamura bulandı. Salyangozun tüm çabası beyhude kaldı. O günden sonra korku sardı kelebeğin her yanını. Korkunun da bir kokusu vardı. Salyangoz bunu duydu.
Sabah suyun kenarında kelebeği durgun ve düşünceli görüyorum. “Buluşmayalım artık.” diyor. “Neden?” diyorum. “Sen toprak altında, ben çiçek dallarındayım nasıl olacak? Sen benim yaşadığım yerleri çok sıcak bulursun, ben ise yağmurda senin gibi nefes alamam. Bu çok tehlikeli.” Ne diyeceğimi bilemiyorum. Kelebek uçup gidiyor. Ardından bakakalıyorum. Kelebek bu çıkmazı hissediyor ve korktuğunu bana her defasında belli ediyor. Hiçbir şey demiyor bana. Esen bir rüzgâr sonrası ürküyor.
Doğa değişim ve dönüşümün koynunda günü ağartıyor. Kelebek “an”ı yaşamak istediğini söylüyor bana. “Seninle şu an çok mutluyum ve ilerisini hesaplamak istemiyorum.” diyor. Zaten ben geçmişi sevmiyorum. Onun yaşamını da olduğu gibi kabul ediyorum. Buluşup kırları geziyoruz. Birlikte gündüzler ve geceler görüyoruz. Ama çoğu zaman birbirimize ayak uydurmakta zorlanıyoruz.
Birkaç gün sonra kelebek benim yavaşlığımdan dert yanıyor. Oysaki ben ona ayak uydurabilmek için elimden geleni yapıyorum. Bana bataklıktan ve bataklığın kokusundan bıktığını söylüyor. Sazlıkta o kadar güzel çiçekler varken toprakta batıp çıkan benden yoruluyormuş. Bir gün bana kızıp “sülük gibi yapıştın.” diyor. En yükseğe uçmak ılık bir rüzgârın peşinde savrulmak istiyor. Sülük olarak dolanıyorum o gün. Keyifsizim. Birkaç bitkinin filizine denk geliyorum ama tatsız tuzsuz geliyor. Erkenden uyuyorum. Gün ağarmadan suyun kenarına gidiyor, kelebeği görmeyi umut ediyorum. Heyecanla. Bir müddet bekliyorum. Ama beklemek dayanılmaz olunca onu aramaya koyuluyorum. Kelebeği bir çiçekte buluyorum. Ona sarılıyorum. “Ama” diyor kelebek “ben artık buralardan gitmek, yeni yerler yeni güzellikler görmek istiyorum. Sen de kabuğundan çık artık. Böylece daha hızlı gidebiliriz ve bana yetişebilirsin,” diyor.
Usulca kabuğumdan çıkıyorum. Bir çıtırtı kalıyor ardımda. Kelebek çiçekten çiçeğe gezinirken bir çiçeğin içinde uyuyakalıyor, ben çiçeğin yarısına kadar çıkmayı başarabiliyorum. Güneş yumuşak tenimi yakıyor, soluksuz kaldığımı hissediyorum.
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.