Küçük bir kız çocuğu. Yalın ayak cehennemin ortasında kendini parçalarcasına ağlıyordu. Minik ayakları kan ve pislikten oluşmuş çamur deryasında nereye gideceğini bilmeden debeleniyordu. Her yanda yükselen alevleri görünce korkusu bir kat daha arttı.Gözyaşlarından önünü göremez olmuştu.Hem çamur yüzünden doğru düzgün yürüyemiyor hem de bir şeylere takılıp tökezliyordu.Onu yere düşüren şeyi göremedi ama biliyordu. Düştüğü yerden doğrulunca parçalanmış cesetleri, kopmuş uzuvları gördü. Çamura bulanmış yüzünü üstündeki paçavrayla temizlemeye çalıştı. Birden dikkat kesildi. Sesler duyuyordu. Arkasını döndüğü anda yine o canavarla yüz yüze geldi.Kalbi yerinden çıkmak üzereydi.Sivri dişlerine dilini sürtüp pis pis sırıttı canavar.
“Aileni bulabilir misin bu uzuv yapbozu içinde? Onları tanıyabilir misin? Eğer yapabilirsen belki seni öldürmem onlar gibi. Ya da sana tecavüz etmeyiz yaşıtlarına yaptığımız gibi. Hadi oyna benimle,” diye tısladı.
Oradan kaçıp gitmek, bu pis yaratıktan kurtulmak istiyordu. Koşmaya çalıştı ama canavarın kolları onu bir anda çevreledi. Sivri dişleri yüzünün birkaç santim ötesindeydi şimdi. Kahkahaları kulaklarını tırmalıyordu.
* * *
Zeynep koşar adımlarla kızının odasına girdi. Işığı yakıp yatağın içinde oturur vaziyette büzüşmüş kızının yanına geldi. Kızı elleriyle yüzünü kapamış hüngür hüngür ağlıyordu.
“Anne burada hayatım,” dedi yatağın yanına çökerken, “sadece kötü bir rüya gördün.”
“Neden hep aynı rüya anne,” diye sorabildi hıçkırıklarının arasından sekiz yaşındaki kızı. Biraz daha sakinleşmişti. Zeynep kızın kömür karası saçlarını okşayıp kokusunu içine çekti. “Hepsi geçecek bir tanem. Unutacaksın, merak etme,” demekten başka çaresi yoktu. Sol kulağının olması gereken yerdeki büyük yara izine bir öpücük kondurdu.
Salona dönen Zeynep’in gözleri nemliydi. Zorla da olsa tekrar uyutmuştu kızını. Kocası Münir’in yanına oturup başını omzuna yasladı. Okuduğu kitabı bir kenara bırakan Münir sıkıntıyla iç geçirip, “Yine mi aynı kâbuslar,” diye sordu karısına bir yandan onu koltuğunun altına alıp sararak. Zeynep başını sallamakla yetindi. Çünkü konuşmaya çalışırsa ağlayacağını biliyordu. Hiç istemeyeceği anıları sel olup gözlerinin önüne akıyordu durmadan.
“Benim Ponera’m güçlü kızdır,” diye söze girdi Münir. Eşinin bu halini görmeye o da dayanamıyordu ama şimdilik elden bir şey de gelmiyordu ne yazık ki. Konuşup moral vermek tek seçeneğiydi. “Sadece zamana ihtiyacı var. Yaşadığı şeyler onun yaşındaki bir çocuk için çok fazlaydı ama elbette ki atlatacak. Bize çok iş düşecek Zeynep. Kendini böyle bırakmamalısın. O senin sayende hayatta ve yine senin sayende hayata tutunup ileriye bakacak. Ben de elimden gelen yardımı yapacağım sana ve kızımıza.”
Zeynep’in yüzünü avuçları arasına alıp alnından öptü. “Hadi git yat. Gazetede yorulmuşsundur. Bir şey olursa ben bakarım,” dedi. Zeynep gönülsüzce yerinden kalktı. Uyuyamayacağını bildiği halde yatak odasının yolunu tuttu.
* * *
Ponera, babasını haklı çıkarmak istermişçesine geçen uzun yılları sorunsuz atlatmayı başarmıştı. Kâbusları devam ediyordu ama onlarla yaşamaya alışmıştı. Görmediği geçeler kendini yadırgıyordu. Çünkü kâbusları onu kamçılayan, intikam isteğini perçinleyen birer hatıra girdabından başka bir şey değildi.
Münir ve Zeynep Işıkçı, kızlarının olgun ve hırslı bir kadın olarak bugünlere gelebilmesine fazlasıyla memnundu. Otuz ikisine gelmiş Ponera onların yanından ayrılmıştı ama imkânı olduğu sürece ziyaretlerini hiç aksatmamıştı. Şakayla karışık rüyalarında sadece beyaz atlı prensini görüyordu, kâbusları mazi olmuştu. Kadıncağız da sevinmişti bu yalana. Yaşadığı olaylardan sonra travmasının kâbuslarla sınırlı kalması bile bir şükür sebebiydi hepsi için. En azından Zeynep ve Münir in düşüncesi bu yöndeydi.
Zeynep bile uykusuz geçen gecelerinin hemen hepsinde o cehennemi düşünürken bulurdu kendini. O dönemde mesleği gereği kendini mutlu etmesini sağlayacak olan haplara bel bağlayamazdı. Başının çaresine bakması gerekiyordu. Gazete olarak herkes ona güveniyordu. Hem yurt dışındaydı hem de farklı gazetelerden olan meslektaşlarının dışında kimseyi tanımıyordu. Tek tesellisi olaylar biraz da olsa durulduktan sonra gönderilmişti görev yerine yoksa aklını kaybetmesi işten bile değildi.
Ponera’yı bir Kızılay çadırında bulduğunda iki haftadır oradaydı. Beş yaşlarında zavallı bir kız çocuğu. Öyle korkutmuş ki bu yaşadıkları onu, kimseye yanaşmıyor, konuşmuyor hatta büzüştüğü yerde kafasını kaldırıp insanların yüzüne bakmaya bile çekiniyordu. Zeynep’in ilk dikkatini çeken kızın kafasındaki, sol kulağının üstündeki sargı oldu. Güç bela bir hekim bulup kızın durumu hakkında bilgi almak istediğinde kanı dondu. “Çok fazla konuşmadığı için bildiğimiz kadarıyla ailesinden sağ kalan yok.” demişti üstündeki beyaz önlüğü yer yer kan izleriyle lekelenmiş hekim sıkıntıyla. “Onu bulduğumuzda üstü başı kan içindeydi. Yattığı yerden gözünü bize dikmişti. Gözünü dahi kırpmıyordu. Ölü sayısına bir çentik daha atmak üzereyken çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Allah’ım… Yüzünün sol tarafı kan içindeydi. Yaklaştıkça sol kulağının koparılmış olduğunu gördüm.”
Onun durumunda binlercesi olmasına rağmen bu küçük kızın başına gelen caniliğe kayıtsız kalamadı Zeynep. Her fırsatta ziyaretine geldi. Çok geçmeden aralarında bir dostluk kuruldu. Beklenmedik bir gelişmeydi ama kimsenin bu durumdan şikâyeti yoktu. Oradaki görevini tamamlamasına az bir süre kala doktora Ponera’yı da Türkiye’ye kendisiyle birlikte götürme fikrini açtı. Doktor sorumluluk almak istemese de bunun mantıklı bir fikir olduğunu kabul etmişti. Çünkü bu büyük olasılıkla kimsesi kalmamış ufaklığın böyle bir yerde tek başına hayatta kalabilmesi mümkün değildi.
Böylece Ponera, o cehennemden kurtulabilen şanslı azınlıktan biri oldu. Yeni yuvası ona şefkat, sıcaklık, sevgi ve merhamet bahşediyordu. Anne ve baba olarak bildiği yeni ailesine çok şey borçlu olsa da başına gelenleri asla unutmamaya yemin etti.
* * *
Gökyüzünde binlerce minik mavi kanat çırpınıyordu. Mavi kelebekler… Yemyeşil bir arazide ağır adımlarla yürürken buldu kendini. Huzurluydu. Yanlarından geçerken ellerini ağaçların kabuklarına sürtüyor dallarında açan çiçeklerin kokusunu içine çekiyordu. Yeşilliğin bitiminde onu başka bir renk karşıladı. Gözünün alabildiği her yer kıpkırmızı kan çiçekleriyle kaplıydı şimdi. Biri bu kızıllığın ortasında dikilmiş gözünü ayırmadan ona bakıyordu. Üzerinde askerlerin giydiği kamuflajlardan vardı. Ponera, onun kim olduğunu biliyordu. Adama yaklaşmak istemiyordu ama çoktan ona doğru süzülmeye başlamıştı. Yaklaştıkça kalp atışları hızlanıyordu. Çok mu korkuyordu yoksa öfkeden deliye mi dönüyordu karar vermesi zordu. Aralarındaki mesafe kısaldıkça çiçeklerin şeklide değişmeye başladı. Manzara artık vahşetten ibaretti. Topraktan fırlayan eğilip bükülmüş kollar ve uçlarından kan damlayan parmaklar. Fakat ilginç bir biçimde hâlâ kan çiçeklerini andırıyorlar. “Doğanın işgüzarlığı işte,” dedi hâlâ bakışlarını Ponera’nın üstünde tutan adam. “Binlercesini parçalara böldürüp ayrı ayrı yerlere gömdüm. Yok ettim. Peki ya onlar ne yaptı? Toprağın altından çıkmak için bir yol buldular. Baksana…Biz buradayız diye bağırıyorlar her yandan. Gerçi bir kulağını ben aldım ama yine de duyabilirsin belki,” deyip pis pis sırıttı. “Sence bu çiçeklerden hangileri senin ailen, tanıdığın kişiler? Söylesene bulabilir misin? Gömdüğüm çukurda uslu uslu yatmak yerine girdikleri bu zahmete değmiş mi sor bakalım.”
Birden eğilen adam sivri dişlerinden salyalar akıtarak ağzıyla çiçekleri yolmaya başladı. Bir yandan da deli gibi kahkaha atıp uluyordu.
Ponera yattığı yerden sıçrayarak uyandı. Önce nefesini kontrol etmeye çalıştı. Sonra hasmına içinden bela okuyup okkalı bir küfür savurdu. Yatağından doğrulup tuvalete doğru yürüdü. Tere batmış tişörtünü çıkarıp kirlilerin arasına attı. Aynadaki yansıması ona bitap düşmüş birini gösteriyordu. “Benim durumumdaki biri için hâlâ güzel bile sayılırım,” dedi kendiyle konuşup, “ah bir de sol kulağım olsaydı.” Bu eksikliği çocukluk ve genç kızlık çağında fazlasıyla yadırganmıştı. Çocukluğunu nerdeyse yalnız geçirmek zorunda kalmıştı. Hepi topu bir iki arkadaş. Yaşı büyüdükçe arkadaş sayısında gözle görülür bir artış olmuştu. İyisiyle kötüsüyle… Ha bir de lakap sahibi olmuştu. Sağır sultan. Zorla edindiği arkadaşları tarafından bu şekilde çağırılmayı yadırgasa da benimsemekten başka çaresi yoktu. Duyu kaybı tabi ki bir gerçekti ama sağırda değildi işin gerçeği. Üstünde durmasa da bu şekilde yaşamak onun gerçeğiydi.
Sağır sultan…Güzel bir tezat anlamı olan deyimi hatırladı. Kim derdi ki duyulmaması gerekenleri duymak onun için günün birinde bu kadar kolay olacak. Lâkabının hakkını vermişti. Artık intikam vakti için geri sayıma geçebilirdi.
* * *
Telefonun ekranında beliren bildirim posta kutusunda yeni bir ileti olduğunu ikaz ediyordu. Gönderenin ismi mavi kelebekti. Yemeğini yarıda bırakarak derin bir nefes aldı. Gelen iletiyi açtı. İki fotoğrafla karşılaştı. İlki nehir kenarında tek katlı ahşap bir dağ evinin fotoğrafıydı. Diğer fotoğrafı gördüğünde istemsizce tırnaklarını avuç içine fazlasıyla batırıp ellerini yumruk yapmasına neden olmuştu. Azı dişlerinin neredeyse birbirine geçmek üzere olduğunu fark edip kendini sıkmayı bıraktı Ponera. Sakin olmalıydı. Fotoğrafların altındaki iki satırı okudu. Uçuş bilgilerin ek dosyada. Havaalanında buluşalım. Sakın beni beklemeden hareket etme. Bunları sana göndermekle başım yeterince belaya girmiş olabilir zaten.
Uçuş bilgilerini kontrol etti. Bu gece saat bir çeyrek uçağına binmesi gerekiyordu. Şu an saat akşam üzeri beşti. Hazırlanmak için vakti vardı ama önce daha zor bir iş onu bekliyordu. Ailesini arayıp bir arkadaşının düğünü için birkaç geceliğine şehir dışında olacağı yalanını söylemesi gerekiyordu. İkisiyle de konuştu. Özellikle annesiyle konuşurken sesinin titremesini zor kontrol edebildi. Telefonu kapattıktan sonra iyi ki yüz yüze konuşmadım dedi kendine. Ağlayacağından adı gibi emindi. Zeynep’de kızının bu durumundan tedirgin olup ona gerçeği anlattırabilirdi. Yılların gazetecisi sonuçta diye iç geçirdi Ponera.
Artık hazırlanmalıydı.
* * *
Yaklaşık iki buçuk saatlik uçuşun ardından yolculuğunu tamamlandı. Havaalanının içindeki kahvecilerden birinde oturup beklemeye başladı. Kahvesinden son yudumlarını alırken bir kadın sandalyeyi çekip karşısına oturdu. Kısa süre ciddi ifadelerle bakıştıktan sonra ilk gülümseyen Ponera oldu. “Nerina? Benim güzel kardeşim. Çok uzun zaman oldu,” dedi nemlenmiş gözleriyle.
“Seni görmek için o kadar sabırsızlanıyordum ki abla,” dedi karşısındaki sarı saçlı BİH mensubu güzel kız. Neredeyse yirmi yıldır birbirlerini görmemişlerdi. İkisi de nemli gözlerinde çocukluklarının yansımalarını görüyordu. Evlerinin önünde oynadıkları oyunları, diz yaralarını, beraber talan edilen erik ağaçlarını hatırladılar sessizce. Yeryüzündeki ikinci büyük katliam onları ayırana kadar yaptıkları her şeyi. Kalkıp birbirlerine sarıldılar. “Konuşacak o kadar çok şey var ki,” dedi Nerina, “ama önce başladığımız işi bitirelim. Hem burada çok fazla kalmamalıyız. BİH’den izin alana kadar çok uğraştım. Buranın istihbaratçıları beni görmemeliler.”
Daha fazla konuşmadan Nerina nın aracını yürüdüler. “Rotamız Zavoj Gölü. Yalnız başına yaşadığı evin fotoğrafını sana atmıştım. Altmış yedi yaşına girdiğini biliyor musun? Ama hâlâ yargılanmadı.” diyen Nerina’nın lafını kesti Ponera. “Öyle bir şeyin olacağı yoktu zaten. Eceliyle ölmesini bekliyorlar. Ama eceliyle ölmeyecek.”
Kuş cıvıltıları, çiçeklerin kokusu, nehirden gelen suyun sesi, gün batımı eşliğinde ağaçların suya yansıyan dalgalı görüntüsü… Cennetten sunulan bu kesit ikisinin de ilgisini çekmedi. Tek istekleri cehennem zebanisini ait olduğu yere göndermek, çocukluk canavarlarını yok etmekti. Eve gelmişlerdi. Kapıdan çıkıp hızlı adımlarla uzaklaşan birini görünce soran gözlerle Nerina’ya baktı Ponera. “Doktoru… Tehditlerimi anlayışla karşılamış anlaşılan,” diye cevapladı Nerina.
Arabadan ilk çıkan Ponera oldu. Arkasından gelen Nerina’nın silahından ateşlenmeye hazır olduğunu belirten ses geldi. Kapıyı açık bulup zahmetsizce içeri girdiler.
Mladko Radiç tekerlekli sandalyesinde karşıladı onları. “Belden aşağısı tutmayan yaşlı biri için ikiniz çok fazlasınız kızlar,” dedi birkaç tane kalmış sivri dişlerini gösterip sırıtmaya çalışırken. Karşısında duran kızlarda en ufak bir kıpırtı göremeyince anladı. Onu bulmuşlardı sonunda demek. Uzun süredir acı içinde sürdürdüğü hayatı muhtemelen bu ikisi tarafından biraz daha acı çektirilerek sonlandırılacaktı. “Ben de doktor nereye kayboldu diyordum. Anlaşılan kaçarken kapıyı size kolaylık olsun diye açık bırakmış. Hadi artık yapın gitsin.” dedi umursamazca.
İki kız birbirleriyle bakıştı. “Ben mutfağa gidip işe yarayacak ne var ne yok toplayıp geliyorum,” dedi Nerina. Tekrar hasmına döndü.” Seninle işimiz bittiğinde keşke vücudumun diğer yarısı da felç olsaydı diyeceksin.”
* * *
11 TEMMUZ SREBRENİTSA
Yirmi dört yıl önce bugün cehennem dünyaya inmişti. Sığınacak kimseleri de yoktu. Yardım eli uzatan da. Bütün dünya oturup yapılan soykırımı izlemişti. Sağır sultan bile duymuştu ya…
Ponera erkek abisinin, annesinin anıtı başında ağlıyordu. İntikamını almıştı ancak içi soğumamıştı ki. Babasının gömüldüğü yeri bile bulamamışlardı henüz. Bu yüzden kan çiçeklerinin açtığı yerleri eşmekten başka çaresi yoktu. Belki mavi bir kelebek gelir ve ona hangi çiçek olduğunu fısıldardı ona.
Merhaba
Elinize sağlık. Zor ve hassa bir konu çevresinde temayı işlemişsiniz. Konu hakkında bilginiz olduğunu da düşünüyorum. Metinde rastladığım bazı eksiklere rağmen, öykünüzü ilgiyle biraz da tedirginlikle okudum. Çoğu kişi için halen kanayan bir yara olduğu bir gerçek.
En sonda “Ponera’nın erkek abisi” demişsiniz ama gözünüzden kaçmıştır diye düşünüyorum.
Küçük bir öneri olarak, öykünün sonunu tekrar gözden geçirmek isteyebilirsiniz. Çünkü, bana göre, metnin hak ettiği vuruculuğu gerektiği kadar yansıtmamış. “İki kız birbiriyle bakıştı” ile başlayıp sona kadar olan bölümde bir kopukluk var.
Kaleminize sağlık, teşekkürler.
selm;
öyküye ilk başlarken bir anne olarak küçük kızı kucaklama isteğiyle içim kavruldu sonunda bir insan olarak yaşananlara tekrar lanet okudum çok etkileyici bir öyküydü
“Biz burada, toprağın altındayız. Oysa sizin sevdiğiniz kadar seviyorduk yaşamı!”
sevgiler
Öncelikle yorumunuz için çok teşekkür ederim. Öyküyü yazmayı son günlere sıkıştırmam ve aceleye gelmesi , öykü kahramanının abisinin erkek olmasını üstüne basa basa belirtmeme yol açan saçmalıklara sebebiyet verdi. Kopukluklar konusunda da aynı bahanenin arkasına saklanmak zorundayım maalesef. İlk öykü ve acemilik diyelim.
Değerli yorumunuz için tekrar teşekkürler.
Vakit ayırıp okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim.