Öykü

Tarnum

Sabahın ilk ışıkları buğulu camlara vuruyor, güneş karla kaplı yeşil tepelerden aşıp vadiyi aydınlatmak üzere yükseliyordu. Hayul yatağında horul horul uyuyor, çok güzel bir rüya görüyordu. Yatağa zar zor sığan iri ve şekilsiz bedeni hafif hafif sarsılıyor, gitgide yataktan aşağı doğru kayıyordu. Bu gidişle az sonra rüyalar aleminden yerçekimine yenilerek çıkacak, güne her gün olduğu gibi bugün de iki küfür sallayarak başlayacaktı. Neyse ki, Nipol elinde bir odun sepetiyle odaya girdi ve durumu kurtardı. Hayul’un yatağının dört bir yanından yere savrulmuş olan çula çaputa bakıp gülümsedi ve yatağa yaklaşıp sakince seslendi.

– Hayul, Hayul… Biraz daha yüksek,

– Haaayull!

– Haaa! ımmmh… Ihh… Hayul yatağında bir dağ gibi kıpırdandı.

– Hayul, kalk. Kurtlar uluyor.

Hayul tek gözünü açıp, Nipol’e baktı ve kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle bir anda kalkıp yatağın içinde oturdu.

– Kurtlar mı?

Nipol başını salladı. Soğuktan içi titredi ve odun sepetini kavrayarak ocağın başına yöneldi. Çok ama çok soğuk bir gündü. Böyle buz gibi bir günde dışarıda kim olabilirdi?

Hayul zar zor yerinden kalkıp, pencereye doğru yaklaştı. Üzerine geçirdiği paçavraya benzeyen krem rengi yırtık pırtık geceliğinin kolunu eliyle çekiştirerek kendine bez yaptı ve buğulanmış camları sildi. Nipol’un yakmış olduğu ateş, taş kulenin odalarından birini kızıla boyarken, tepelerde beyaz kurtlar yeniden ulumaya başladı. Nipol yanan ateşin karşısındaki kalın odun kütüğünün üzerine oturup, ellerini ovuşturarak ısınmaya koyulurken; Hayul karşı tepelerden kuleye doğru yaklaşmakta olan bir karaltı gördü. Üzerine hem elbiseye hem de paltoya benzeyen uzun ve kalın giysisini geçirip, dışarı çıktı.

Tepelerden vadiye doğru inen, bir tarafı uçurum yolda arabayı dikkatle kullanmaya çalışan Tulp, taş kuleyi görünce biraz rahatladı. Dur durak bilmeden aylardır süren bu yolculuğun son haftası iyice berbat ve yorucu geçmişti. Zaten bir hayalet kadar ince ve uzun olan bedeni iyice incelmiş, zayıflamıştı. Bir ateşin karşısına uzanmak, bir karçayı içmek hayaliyle arabayı biraz daha hızlandırdı.

Taş kulenin önüne indiklerinde Hayul kapıyı açmış, geçişi kendi cüssesiyle kapatarak beklemeye koyulmuştu. Tulp başıyla hafifçe selam verdiğinde, sadece dudaklarının kenarı belli belirsiz oynadı. Arabanın kapısı açıldı ve büyük beyaz bir kurt arabadan indi. Hayul’un gözlerinden bir pırıltı geçti.

– Hom!

Beyaz Kurt Hom, Hayul’a doğru ağır ağır ilerlerken, Hayul’un gözleri arkasından geleni ararcasına arabanın kapısına kilitlendi. Kalbi heyecanla çarpmaya başladı. Bugüne kadar buraya geri dönen hiç kimse olmamıştı. Az sonra Tarnum arabadan indi ve beyaz kurtla beraber Hayul’un karşısına dikildi. Hayul tüm heyecanını bastırıp, olması gerektiği gibi Tarnum’a aklındaki soruları sordu.

– Tarnum, buraya kadar geri geldin. Elbet misafirimizsin. Üç gün mü? Yıllarca mı?

– Yıllarca…

Hayul’un kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. İkinci soruyu sorarken, sesi titredi.

– Taş kuleye yerleşmeye mi geldin? Yoksa çiftliğe yerleşmeye mi?

– Çiftliğe.

Hayul’un gözleri doldu ve yaşlar yanaklarından aşağıya süzüldü. Tarnum’un ışıklı gözlerine bakarak, son soruyu sordu.

– O’nun adı nedir?

– Farel.

Tarnum bu sözü söylerken kalbinden çıkan ateşin, etrafa dalga dalga yayıldığını fark etmemek elde değildi. Hayul’un içi neşeyle doldu. Derhal taş kulenin büyük kapısını açmaya girişti. İki kol hamlesiyle ağır kapıyı ardına kadar açtı ve arkada karçayı ve uyku hayaliyle kendinden geçmek üzere olan Tulp’un yüzüne bir gülümseme yayıldı.

– Yeeehh!

Rahvan atlar büyük bir çeviklikle içeri doğru seyirtti ve Tarnum, Hom’a doğru döndü.

– Hom…

Kurdun karşısında saygıyla eğildi. Hom, tam üç yıldır bu manevi yolculukta kendisine eşlik etmiş, Tarnum’u ışığıyla aydınlatmış, onu koruyup kollamış, bir keresinde hayatını kurtarmış ve yaşamının en önemli anına tanıklık etmişti. Ayrılma vakti gelmişti.

– Seninle hep beraberiz, Hom!

Hom, sevgiyle Tarnum’un yüzüne baktı. Ayağa kalktı ve tepelere doğru hızla ve keyifle koşmaya başladı.

Tarnum, biraz sohbet ve muhabbetten sonra odasına çekilip, günü dinlenerek geçirdi. Gece olup yıldızlar tüm vadiyi kapladığında, gözlerini açarak yatağında doğruldu.

– Farel! Farel!

Şaşkınca etrafına bakındı. Farel yanında yoktu. Hem de aylardır. Nerede olduğunu hatırladı. Taş kuledeydi. Kalbi hasret ve aşk acısıyla dolu, kalkıp pencereden gökyüzüne baktı. Acaba Farel’de kendisini düşünüyor muydu? Yoksa silmiş miydi onu kalbinden? Ne müthiş bir acı! Bunu anlamanın tek yolu, Ay ağacını dikmek ve beklemekti. Ay ağacı büyüdüğünde ve meyve verdiğinde Tarnum, Farel’in kendisini hâlâ sevdiğini anlayacaktı. Ayula’nın mirasını yaşatacak, tüm yaşamın kalbi olan o çiftliğin yaşaması için kendisini de aşkını da çiftliğe adayacaktı. Kim bilir belki Farel bir gün çıkıp geliverirdi. Gözleri gökyüzünde en çok parlayan yıldıza kilitlendi. Farel şimdi, pırıl pırıl parlayan bir yakamozun eşliğinde, bir okyanusun kenarında oturuyor; belki de aynı yıldıza bakıyordu. Tarnum, aylar sonra ay ağacının da böyle parladığı hayal etti. Buğulanan gözlerini kapattı ve yanaklarından iki damla yaş süzüldü. Çiftliğe bir an önce varmak istiyor, sabahı iple çekiyordu.

Sabah vakti Hayul, Nipol’den bile önce kalkmış, Tarnum’un aşağıya inmesini beklemeye başlamıştı. O da en az Tarnum kadar heyecanlıydı. Ayula artık çok yaşlanmıştı ve ölüyordu. Neredeyse umudunu kaybetmek üzereyken, Tarnum çıkagelmişti. ‘Aşkın izleri siliniyor Hayul, evren ölecek’ diye habire üzülen Ayula’nın gözleri kim bilir nasıl da parlayacaktı. Peki, ya ay ağacı meyve vermezse? Bunu hep birlikte bekleyip göreceklerdi. Hayul, çayından bir yudum alıp yerinde huzursuzlandı. Kapı açıldı ve Tarnum odaya girerek Hayul’un dünyasını değiştirdi.

Güneş henüz vadinin eteklerini yalarken, yola koyuldular. Karla kaplı orman yollarından, karanlık mağaralardan, gürül gürül akan nehirlerin içinden geçtiler. Ve nihayet çiftliğe yukarıdan bakan tepenin üzerine ulaştılar. Yol tüm gün sürdüğünden vakit geceyi bulmuş, ortalık karanlığa gömülmüştü. Ayula’nın mütevazi evinin pencerelerinden odun ateşinin kızıllığı etrafa yayılıyordu. Hayul bunu görünce derin bir nefes aldı. Tarnum’un gözü ise ay ağacına takılmıştı. Ayula’nın ağacı hâlâ alev alev yanıyordu. Ne görkemli bir yürek. Tarnum, atını özlem ve heyecanla kulübeye doğru sürdü.

Tak, tak, tak… Tak tak… Tarnum, kapıyı ansızın açıp yaşıl kadını rahatsız etmemek için kapıya birkaç kez vurdu.

– Ne kadar da güzel olmuşsun kızım.

Tarnum ve Hayul sesin geldiği yöne dönünce, Ayula’yı dışarıda gördüler.

– Heyecandan içeride bekleyemedim. Hom, buralara uğradı. Geleceğinizi anlamıştım. Hadi çok soğuk, içeri geçelim.

Tarnum, Ayula’yı görünce; her zaman olduğu gibi yine şaşkınlığını ve hayranlığını gizleyemedi. Neredeyse yüz yaşında olan bu kadın, nasıl bu kadar etkileyici ve güzeldi. Aşk insanı boyayan ve güzelleştiren bir şeydi gerçekten. Hayula onun buruş buruş ellerine, kırış kırış yüzüne baktı. Hayır, insan onun yaşlılığını görse bile görmüyordu. Tüm çiftliğe buram buram yayılan güzelliğinden başka hiçbir şey göremiyordu. Ten başka, can başkaydı demek. Ayula yerine yerleşip, Tarnum’a doğru bakınca kızın yüreği ilk kez Farel’den başka birini gördü. İçi ısınıp, kendinden geçti. Tüm yorgunluğu gerilerde kaldı. Bu kadının kaderinin kendi kaderiyle bağlı olduğunu derinlerinde duydu.Yıllar önce hayatını şekillendiren bu güzellik karşısında eğilerek ona selam verdi ve karşısına oturdu. Ayula Tarnum’a bakıp, ay ağacının tohumunu dikip dikemeyeceğine karar verecekti. Tarnum, yüreği ağzında beklemeye koyuldu. Aşkının gerçek olup olmadığını tayin edecek olan bu tanrıçaya kendisini teslim etti.

Ayula, Tarnum’un elini tuttu ve ateşe doğru baktı. Işıklı gözlerinden alevler geçerek, konuşmaya başladı.

– Yıldızların parıldadığı bir yaz gecesi. Tatlı tatlı esen hafif bir rüzgâr var. Ortalık çok kalabalık. Bir tören yeri. Sen şarkını söylüyorsun. Gözlerin kapalı. Şarkını söylerken, kalbinin kapısı güm güm çalıyor. Bunu ince ince hissediyorsun. Ahh! Kızım… O bir kral. Çok güçlü bir adam. Çok naif bir ruh. Tam karşında durmuş, orada eriyip kendini yitirmiş. O, sen olmuş. Şarkın bitince, gözlerini açıyorsun ve sen, sen… derin denize düşmüşsün. Tarnum, Kızım! Ahh..

Ayula’nın bedeni aniden sarsılmaya başladı, sarsılan bedenine rağmen yüzünde bir mutluluk ifadesiye Tarnum’a baktı. Ve aniden yere yığıldı.

– Ayula, Ayula..

Yere düşen Ayula’nın avucunda ay ağacının tohumu vardı. Son bir hamle ile tohumu Tarnum’a doğru uzattı ve olduğu yerde kalakaldı. Ölmüştü.

– Ayula! Ayulaaaaa!

* * *

Ay çiftliğinde tek başına kalakalan Tarnum, Hayul’u taş kuleye uğurlamış; arabacısı Tulp’a ve Nipol’e birer ay ağacı meyvesi göndererek yalnız kalmıştı. Aşırı soğuk havanın biraz olsun kırılmasını bekliyor, ağacın tohumunu ekmek için sabırsızlanıyordu. Günler boyunca eve girmedi. Ayula’nın ağacının altında bir ateş yakıp, o ağaca yaslandı ve bekledi. Günler su gibi akıyordu. Neden sonra Tarnum, Farel’i neredeyse görmeye başladı. Kulaklarında kayalıklara dalga dalga vuran denizin sesini duydu. Farel, sivri bir kayalığın tepesinde duruyor, rüzgâr tatlı tatlı yüzünü okşuyordu. Tarnum, içinde o rüzgâr olmak için çok şiddetli bir istek duydu. Aniden ortalık toz duman oldu ve Tarnum, kendisini Farel’in karşısında buluverdi. Rüzgâr olup, yüzünü okşarken, aniden içini bilinmezliğin korkusu sardı! Aman Allahım, neredeyim ben böyle? dedi ve aşağıya doğru bakıp, derin denize düştü.

Ay ağacı hemen üzerinde hafifçe sallanıyordu. Karşısında yanan ateş daha da alevlenmişti. Tarnum irkilerek gözlerini açtı. Rüzgâr durmuştu. Sağına soluna bakınırken, Ayula’nın ağacından bir meyve yere düştü. Tarnum, meyvenin düştüğü yere dikkatle baktığında, dalının kurumaya başladığını fark etti. Aklına Ayula’nın Hayul’a söylediği sözler geldi. “Aşkın izleri siliniyor, Hayul. Tüm evren ölecek… “İçi titredi. Havanın soğukluğundan değildi bu titreyiş. Daha soğuktu. Elini cebine atıp ay ağacı tohumunu sıkıca avucunun içinde tuttu. Acaba onu yaşatabilecek miydi?

Günler, günleri kovaladı. Ağacın altında geçirdiği saatler Tarnum’u her gün biraz daha büyüttü. Kalbinin sızısını ve aşkını da. Karlar eriyip altın toprak görünmeye başladığında, genç kadın umutlarını ekmek için zamanın geldiğini anladı. Eline bir çapa ve bir ibrik su alarak kulübeden dışarı çıktı. Hazırlığını yaptı ve evrenin en değerli tohumunu toprağa bıraktı. Üzerini hafifçe örttü ve suyunu dökerken fısıldadı. Farel, Farel, Farel…

O saatten sonra çiftlikte ve tüm evrende bir şeylerin değişmeye başladığının farkına vararak kendini akışa bıraktı. Peki hangi yöne doğruydu bu değişim? Heyecan ve buhran içinde beklemeye başladı. Aşk ağacının tohumu ya ölecek, ya da yaşayacaktı. Evren de öyle. Bu durum yalnızca Farel ve Tarnum’la ilgili değildi. Evrenden aşk ağacının kaybolması ile ilgiliydi. O tohum yaşamazsa, tüm kalpler mühürlenecek, tüm yüzler kararacak, asırlardır anlatılan tüm hikâyeler tükenecekti. Ve Tarnum, Farel’in aslında kendisini sevmediğini anlayacaktı. Bu düşünce ile içi ürperdi. Başını havaya kaldırıp, ağacın hâlâ yaşamakta olan son dalına baktı. Hüzünlenerek başını ağacın gövdesine yasladı. Karşısında yanmakta olan odun ateşine dalarak, gözlerini kapattı ve hayallere dalıp gitti.

* * *

Bahar gelmiş, tüm vadi yemyeşil bir örtü ile kaplanmıştı. Etrafta el büyüklüğünde kelebekler uçuşuyor, Hayul’un burnuna sağdan soldan bahar çiçeklerinin tatlı kokusu geliyordu. Küçük kulübenin içinde çorba pişiren Nipol bir yandan pencereden Tarnum’a bakıyor, bir yandan Tulp’un kendisine hediye ettiği eşarbı koklayıp duruyor ve Tarnum’un bir an önce uyanmasını diliyordu. Tulp, taşkulede kalmıştı ve Nipol onu görmek için sabırsızlanıyordu. Dumanı tüten çorbanın piştiğine kani olunca, tencereyi ocaktan indirip dışarı çıktı. Hayul, gece gündüz Tarnum’u izliyor; heyecanla uyanmasını bekliyordu. Nipol, Ayula’nın yeniden canlanmış olan ağacına hayranlıkla baktı. Aylardır o ağacın altında aç susuz uyuyan şu kadının hâlâ nasıl nefes aldığına bir kez daha hayret ederek, onun yüzüne baktı. Tam üç ay, yedi gün olmuştu. Başını sağa sola oynattığını fark etti. Heyecanla yerinden fırladı.

– Hayul, bak!

Tarnum yüzüne vuran ılık güneşin sıcaklığını hissederek, yerinde kıpırdandı. Neden sonra gözlerini açtığında, Ay ağacının ışıl ışıl parladığını gördü. Rüya gördüğünü sandı. Kalkıp doğrulduğunda, kendisine gülümseyerek bakan Hayul ve Nipol’u fark etti. Heyecandan yüreği ağzına gelerek ayağa fırladı. Ay ağacının etrafında birkaç kez dönüp dolaştı. Hayranlıkla ağacı izledi ve Hayul’a soran gözlerle döndü. Mutluluğu gözlerinden okunan Hayul onaylar gibi başını sallayarak, Tarnum’a sevgiyle baktı.

– Başardın Tarnum, başardın!

Tarnum içini kaplayan tarifsiz heyecan ile Farel’in ağacına koştu. Ağaç büyümüş, güzel bir fidan olmuştu. Tarnum üzerinde pırıl pırıl parlayan kırmızı meyveye parmaklarıyla narince dokundu,

– Farel!

Gözlerinden yaşlar sular seller gibi aktı. Bir çocuk gibi yerlere uzanıp, yüzünü gökyüzüne çevirerek mutluluktan saatlerce ağladı. Yemyeşil vadinin tepesinden, çiftliğe doğru bir uluma sesi duyuldu. Dağlarda yankılanan ses, diğer kurtlara ulaştıkça onlar da ulumaya başladılar. Tarnum ağladı, kurtlar uludu. Genç kadının sesi, ulu kurtların sesine karışarak vadiyi doldurdu. Küçük kulübenin önünden kalakalan Nipol ve Hayul heyecandan titreyerek, birbirlerine sarıldılar. Aşk tanrıçası yaşıyordu ve şu anda tüm vadi bunu coşkuyla kutluyordu.

Berna Mutlu