Öykü

Akisteki Yansıma

Kasabanın her yerinde bir çan sesi vardı ve tam 8 yıldır herkes uyanana kadar devam ediyordu bu çünkü Ali, eşini kaybettiğinden beri böyle yaşıyordu. Tüm kasabayı aynı anda uyandırıyor yahut uyandırdığını sanıyordu. Aynı yanılgıyı gece o gözlerini kapattığında herkesin uyuduğunu zannettiğinde de yaşıyordu. Zaten insan yanılgısı olmadan bir hiç değil de neydi?

Ali, o çanı çalarken herkesin kendiyle aynı zaman diliminde var olmasını istiyordu, böylece asla yalnız olmadığına dahası yalnız bırakılmayacağına inanıyordu hatta belki de yalnız ölmeyeceğine. Eşinin aslında yalnız ölmediğini bilerek kendine de böyle bir yer düşlüyordu. Feridun da onu sırf yalnız olmadığına, aslına bakılırsa zaten yalnız değildi, ikna olsun diye Ali’yi ne zaman görse gideceği yere kadar ona eşlik ederdi. Böylece bir yolu ona asla tek başına yürümeyeceğini sözcüksüz söyleme fırsatı bulurdu. Yalnızlık kelimesini bile yalnız bırakmaya niyeti olmayan Ali için çok şey demekti bu.

Kasaba halkının bir kısmı bu çan seslerine daha fazla dayanamayıp Ali’yi de kırmak istemediklerinden civar kasaba ve köylere dağılmışlardı yıllar önce. Ali, içindeki sesleri zaten susturamayacaktı onların hatırına çanı sustursa ne olurdu. O yüzden gitmelerine ses çıkarmadı hatta onları yolculadı bile. Bu, eşini kaybettiği ilk zamanlara denk geliyordu, insanlara iyice bağlanmadan önceki zamanlarına yani. Onlar da bağımsız hareket edecekleri sabah istedikleri saatte uyanıp istedikleri saatte uyuyabilecekleri bir hayat düşlediler. Düşleyince de gitmek kaçınılmaz oluyordu. Üç noktanın tamamlamayla bir işi olmamasının aksine düşlerin insanı tamamlama gibi bir görevi olduğunu epey süre önce öğrenmişlerdi.

Böyle günlerden birinde kasabada bir avuç insan kalmışken, bu arada kalanlar da Ali’yi sevdiklerinden kalmıştı gidenler de Ali’yi sevmelerine rağmen gitmişlerdi zira bir insan ikisini de ancak çok sevdiği biri için yapabilirdi, Ali yine çanı çaldı. Kasabada Ali ve Feridun dışında kalan 16 kişi çanı duyar duymaz ayaklandı. Kimi türkü söyleyerek uyandı kimi niye uyandığını bilmedi sustu kaldı kimi de sövdükçe sövdü, Ali’ye değil Ali’yi bu hâle getiren dünyanın çanına. Ama en sonunda hepsi çanı duyunca uyandı. Feridun’un evi Ali’nin evinin hemen yanındaydı. Ali böyle sabahlarda kendi uyandıktan sonra hemen pencereyi aralar ve Feridun’un uyanıp uyanmadığımı kontrol ederdi. Feridun da 8 yıldır Ali’nin onu kontrol ettiğini bilerek uyanır ve odasının ışığını açardı. Işık yanınca Ali derin bir nefes alırdı. Işık bir insana yalnız olmadığını hissettirmenin en iyi yoludur benim için o zamandan beri.

Ali bir diken gibi dimdik ve şüphesiz ancak acıtma amacından epey uzakta yürür, çoktan terk edilmiş olan evler de dâhil hepsinin önünden geçerdi. Tek tek sayardı. Tam 7 ev, hepsinin ışığı açık, hepsi uyanmış, işte Ali o zaman derin bir nefes alırdı. Elinde yarısına kadar su doldurduğu şişesiyle Selvi’nin mezarına doğru yürürdü. Onu bir başına bırakmayan şu kasaba halkının borcunu Selvi’nin yanına her gün gidip toprağına su dökerek öderdi. Ali borcuna sadıktı, tüm dünya borçlarına olduğu kadar diğer tarafın borçlarına da. Selvi ile gider konuşur, ona bir önceki günün havadislerini verir, kendi iyiliğinden haberdar ederdi onu böylece kalabalıklığına daha da kalabalık katardı. Sonunda bir on dakika kadar orada kaldıktan sonra dönüş yolunda kahvede oturan iki üç kişiye selam verir, tarlada çalışan iki dul ve bir evli kadın ile yanındaki iki çocuğa kolaylıklar diler, bahçesine doğru yol alırdı. Bazı akşamlar kadın erkek bu kahvede buluşurdu. Ali her hafta kasabaya bir de film getirirdi. Hep beraber izlerlerdi.

Cumartesi geceleri kasabadakiler bir saat kadar geç uyuyordu çünkü Ali, eşi Selvi’ye cumartesi gecesi mektup yazardı. Hâlâ onunla konuşurken heyecanlandığından eli ayağına dolaşır, ne diyeceğini unutur ve bu ihtimale karşılık yazacaklarını ona tek bir unutulmuşluk hissi yansıtmamak için yazıya dökerdi. Onlar da geceleri uyumadan Ali’yi bekler, Selvi’ye neler söyleyeceğini düşünür ve onun adına tahminlerde bulunurdu. Ali, bunca ihtimal içerisinde Selvi’nin ona cevap verememesini asla aklının ucundan geçirmezdi. Mektubu okurken gökyüzünden geçen bir kuşu Selvi’nin “Seni çok özledim Ali.” cümlesine benzetir yahut tam ona mektubu okurken çiseleyen yağmuru Selvi’nin mektubu çok beğendiği için gözyaşı akıtmasına yorardı. Seven sevdiğini mektubuna da yazar, kuş da uçurur öyle ya yağmur da yağdırır. Selvi oysaki hayattayken Ali’ye bunların hiçbirini yapmamıştı. Selvi, Ali’ye onu sevdiğini hiç söyleyememişti. Bu yüzden Ali emindi ki Selvi ona sabah akşam özlemini anlatıyor, onu ne kadar çok sevdiğini söylüyordu.

Bu kelimeleri gelişigüzel seçen Selvi’nin aksine Ali günlerce ona ne yazacağını düşünüyor, en sonunda birkaç cümleyi yan yana getirip Selvi’nin yanına koşuyordu. Çok eskiden Selvi daha hayattayken onlar kendilerini yaşayamamıştı çünkü. Ali de Selvi de aynı evin içerisinde gül gibi yaşayıp giderken kendileri gibi davranamamış, kasabada yürürken gençliği boyunca Selvi’nin elini tutup yürüyememiş, yanlış bir şeyler söylemekten veya duymaktan korktuklarından beraber bir komşu ziyaretine gidememiş, sanki hayatları boyunca başkasının hayatını yaşamışlardı. Bu yüzden Selvi, ölünce ruhu kendinden uzaklaşmaktan çok sanki aslolan yeri kendinde zaten çok öncesinden mevcut bulunan bir yere geri dönmüş gibi hissediyordu kim bilir. Ömrü boyunca sanki ruhu bir kutuda Ali ile kapalı kalmış ölünce kutunun kilidi açılmıştı. Oysa Ali’yi çok sevmişti ölürken bile onun yüzüne uzun uzun ilk günkü gibi bakmıştı. Birbirlerini sevdiklerini kasabanın nehri bile biliyordu. Kasabanın halkı nasıl bilmesin. Dünyanın en kötü kalbine sahip biri bile bunu bilirdi. Bir âmâ Ali ile Selvi’nin sevgisini görürdü. Ancak onlar ömürleri boyunca başkalarının kendilerine uzatacağı dilden çekinip onlardan gölgelerini dahi saklamışlardı. İşte bu yüzdendir ki Ali kasabadakileri kendine uydurarak ve onları kendileri gibi yaşamaya zorlayarak sanki Selvi’nin rahat uyumasını sağlamak istiyordu. Beraber uyandıklarında Selvi ile beraber gidemedikleri komşu ziyaretlerine sanki gitmiş oluyorlar, onlar aynı anda kahvaltı yaptıkça Selvi ile Ali ailecek kahvaltı yapıyordu. Ali borcunu Selvi’ye böyle ödüyordu maalesef ölmüşken…

Bir gün yine Ali erkenden uyumak istedi. O an ışıkları kapatması gerektiğini bilmeyen ve nehrin kıyısında oturan kadın elindeki örgüyü bıraktı, kasabaya iki gün geç gelmiş olan gazetesini elinde tutan Fazıl gazeteye apar topar koltuğun kenarına sıkıştırdı, boyamasını yapan Hale daha evinin çatısını boyayamadan ışıklar üzerine kapandı. Ali, o gece erkenden uyumuştu oysa herkes daha 2 saat vaktinin olduğunu sanıyordu. Uyumak için veyahut yaşamak için 2 saat daha. Herkes Ali’nin zamanına göre yaşıyordu. Herkes Ali gibi düşünüyordu. Herkes Ali gibi yaşıyor Ali olmayı kabullenmiş görünüyor ancak kendine daha ulaşamadan kapanan ışıklarının yanında yere kapaklanıveriyordu.

Sabah Ali yine aynı saatte uyandı. Çanı çaldı, herkes de onunla beraber uyandı. Küçük kız yarım kalan resmine, Gülsüm yarım bıraktığı elişine, Fazıl gazetesine baktı. Hayatlarında elbette bazı geceler erkenden uyumuşlardı ancak dün geceden kalma yarım bıraktıkları hiç bu kadar gözlerine batmamıştı. O gece yarım bıraktıklarının aslında yıllardır başkasının hayatını yaşamış olan kendileri gibi yarım olduğunu fark edip hayıflandılar çünkü yarım bırakılan somut olmadıkça göze çarpmıyor, yitmiş gibi görünmüyordu. İnsan yarım bırakılmış bir bardak suyu fark ediyordu da tamamlanmamış kendisini ömrünün sonuna kadar kimi zaman fark edememiş oluyordu. Öyleyse bir su bile değil miydik? Bunları olmasa da bunun benzerlerini düşündü kasabada kalan birkaç kişi o gün. Kimse birbirine yıllarca bu gerçeği itiraf edememiş, bu hayatı yaşamak istemediklerini düşünüp birbirine anlatamamıştı. Ama bugün farklıydı. Bugün herkes bardağın yarım kaldığını görüyor dahası artık bu sudan içmek istemiyordu.

Bir gece birbirlerinin kapısını gizlice çalıp konuştular. Ali görmeden birbirlerine anlattılar aslında böyle bir hayat düşlemediklerini. Ali’nin Selvi’yi kaybetmesinin sebepleri olmadıklarını birbirlerine fısıldadılar. Birbirlerine bile fısıldarken Ali’ye gidip söylemek ne mümkündü. Ali’yi kırmamak için bir bahaneye gerek yoktu. Bu hayat böyle yaşanılmak istenmiyordu. Öyleyse Ali ile kim konuşacaktı? Hiç kimse. Öyleyse tek bir çare kalıyordu: diğerleri gibi bu kasabadan gitmek. İçlerinde bir tek Ali’nin bitişiğinde oturan Feridun buradan gitmek istemediğimi söyledi. Geri kalanlara güzel bir hayat diledi ancak kendinde böyle bir fikrin can bulması mümkün bile değildi. O, bu düzende kendini var etmişti. En az Ali kadar bu duruma alışmış, en az Ali kadar mutlu, en az Ali kadar Ali idi.

O gece bazıları bavulunu hazırladı. Kimi ise hiçbir eşya almamaya karar verdi. Ali yine gece tüm ışıkları söndürdü. Kasabadakiler de tüm ışıkları söndürdüler. Ama önceki günlerden farklı olarak hiçbiri uyumadı. Hepsi öylece bekledi. Uyanık kaldılar ki uyuyakalmasınlar. Sonunda bu gece bitecek ve hepsi özgür olacaktı. Işıklar söndükten 2-3 saat sonra hepsi sırayla kapılarını açtılar ve nehrin kıyısında onları bekleyen iki sandala bindiler. Kimilerinin yüzünde birçok şeyin değişeceğine inanmış bir tebessüm vardı kimi ne kadar şikâyetçi olursa olsun burayı bırakıp gitmenin hüznünü içinde taşıyordu. Sonunda herkes sandala bindi. Onları yolculamaya gidemedi Feridun. Yalnızca camdan izledi onları. Ali’yi üzeceğinden korktu. Sonunda herkes sandala bindi ve geride iki kişilik bir kasaba bıraktılar.

Feridun o gece sabaha kadar uyumadı. Gözü saatte, kulağı çan sesinde, ışıkları yakmak için Ali’yi beklemeye koyuldu. Birazdan uyanırdı Ali hatta belki mezarlığa Selvi’ye mektup okumaya beraber giderlerdi. Bekledi ama ne ışık gördü evde ne de kasabada bir çan sesi işitti. Saat 10 olduğunda artık Feridun iyiden iyiye huzursuz olmuştu. Işıkları yakmadan kapının önüne çıktı. Ali’nin evine çekine çekine yürüdü. Kapıyı çaldı, açan olmadı. Evin etrafında dolandı ama yine kimseyi göremedi. Sonunda dayanamadı, her zaman kapıyı kilitlemeden uyuyan Ali’nin evine bir omuz darbesiyle kapıyı açarak girdi. Önce nedense banyoya baktı sonra evde daha da ilerleyerek salona doğru gitti, orada da yoktu. En son uyuduğu odaya gitti. Ali hâlâ uyuyordu. Gidip onu uyandırmaya çalıştı ama Ali uyanmadı. En son Ali’nin alnına dokundu, buz kesmiş alnına. Onun bir ömür boyu aslında yaşamamış olduğu bu hayattan ayrıldığını ancak o zaman anladı. Ali ölmüştü.

Tüm kasabanın gecenin bir yarısı burayı terk ettikleri gecenin sabahında bunun olması bir tesadüf müydü? Her şey bu kadar basit miydi? Ali’nin kalbinin pili başkalarına mı bağlıydı? Oysa bunun basit bir alışkanlık olduğunu düşünmüştü herkes. Ali ve diğerleri ömürleri boyunca kendilerine ait bir hayat yaşamış, birileri artık kendi hayatını yaşamak istiyorken biri aradan çekilmişti işte dünya böyle bir yerdi. Sonunda Ali’yi bu kimsesiz kasabada aldı kucakladı sonra Selvi’nin yanına götürdü. Gittiğinde Selvi’nin başucunda 16 kuş vardı. Selvi ona mutlu olduğunu söylüyordu. Sonunda kimseyi umursamadan sadece Selvi’yi düşleyerek Ali onun yanına gelmişti. Ali’yi sessiz sedasız tek bir gözyaşı akıtmadan onun adına sevinerek mutluluk içinde uğurladı.

Ayakları eve gitmiyordu bir türlü. Ne kendi evine ne de Ali’ninkine. Mezarlığın dönüş yolunu yavaş yavaş adımladı. Kendini düşündü sonunda ve içinde sadece Selvi ve Ali’nin olduğu bu kasabayı. Ali ölünce düşünmekten utanmadı, bu dünyada kendisinin de bir ruhunun bulunduğunu düşünmeye yüzü tuttu. Bencil saymadı o an kendini. Bunca yıl kimin için yaşadımsa yaşadım, dedi. Sonra kime evet derken kendine hayır kelimesini büyük harflerle söylediğini düşündü bir kısa an. Şimdi Ali yoktu. Utanmadan ama aynı zamanda bundan gurur duymayarak da nehrin yolunu tuttu. Kıyıda ne gezdiğini bilmediği bir kayık ve iki kürek vardı şimdi. Madem Ali de yok, dedi, ne duruyorum burada? Gideyim, artık kendimi yaşayayım. Madem Ali de yok. Ancak o zaman bunca yıl kendi için yaşamadığını anladı. Bunu ancak o zaman idrak etti. Ayağını suya değdirmeden kayığa atladı. Sonra küreklere avucunu bağladı. Giderken son bir kez dönüp kasabaya baktı. Artık kimse yoktu. Ali Selvi’nin elini rahatça tutup gezebilir, onunla beraber rüya görebilir, kasabada istediği kişinin evine çekinmeden ayak basabilir ve bundan utanmayabilirdi. Onlar için sevindi.

Sonunda onlar da yalnızca kendileri için yaşayabilecekti. Buna ancak mutlu olabilirdi. Oldu da, tek bir yolculayanı yok zannederken başını bir çevirdi ki 3 kişi onu uğurluyor. Selvi ve Ali kendisine el sallıyor, biraz flular ama olsun. Onları el ele tutuşurken gördü sonunda. Peki ya yanlarındaki kim? Biraz tanıdık geliyor, sonra gözlerini kısıp anlamaya çalışırken fark etti içinde yıllarca yer işgal etmiş, onu asla anlamamış ondan bir parça gibi görünmüş ama asla kendi olamamış biri o. Sonunda yıllarca içinde gizlenmiş parçayı alıp giderken kendisini kendinden epey uzakta tutan kopyayı da nehrin kenarında bırakıp gitti. Bunca yıl içinde kopyasıyla yaşamıştı. Şimdi özü kayığa binmiş tek başına gidiyordu. Sonunda nehirde kaybolurken şöyle dediği duyuldu: “O ben değilim, o benim yalnızca kopyam ve ben o olmadan bu kasabadan yıllarca iki kişilik gezdiğim 2 kişiyle düşünüp yaşadığım bu kasabadan yalnızca kendimi alarak gidiyorum. Kopyalarımızı nehrin kıyısında bırakarak…”

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Hiç yaşanmamış hayatlara ağıt olan bu öykü içimde bir yerlere dokundu. Kınayıcıların kınayacağı kaygısı, ruhu öldüren hastalıklardan biri sayılmalı. Bizden olmayan kopyalarımızı bırakıp başımızla gidebilmek gerek mîrim. Kaleminize sağlık.

    Öyküden hafızama armağan kalan cümleler:

    “Zaten insan yanılgısı olmadan bir hiç değil de neydi?”

    “Düşleyince de gitmek kaçınılmaz oluyordu.”

    “İnsan yarım bırakılmış bir bardak suyu fark ediyordu da tamamlanmamış kendisini ömrünün sonuna kadar kimi zaman fark edememiş oluyordu.”

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for acimatriyarka Avatar for 165