Öykü

Mürekkep

Yüreğini saran korkuyla yüzleşmek zorundaydı. Eğer yüzleşemezse bütün işi eline yüzüne bulaştırabilirdi. Buluşmaya gidene kadar sakinleşmeliydi. Evet, tek çıkar yolu biraz da olsa sakinleşmekti. Ama nasıl sakin olabilirdi ki? İlk kez bu denli tehlikeli bir işe girişmişti. Üstelik tehlikenin boyutu genç zihnini git gide daha fazla yoruyordu. Derin bir nefes aldı.

Nihayet caddeye adımını attığında uzun, mükemmel bir kardan adam karşıladı onu. Yağan karın altında yuvarlak ve düzgün hatlarıyla kusursuz bir kardan adamdı bu. Gününün mükemmel ve sorunsuz geçmesini isteyenler bu kardan adama tekme atmazdı. Zaten genç adam da tekme atmamıştı. Birkaç adım sonra buluşacağı mürekkep satıcısını gördü. Yüreğini endişe sarmaya başladı. Lapa lapa yağan kar altında gizlenmiş kalbi yeniden kendini ele verdi. Kalabalıkta ilerlerken kalbi o denli çarpıyordu ki gümleme seslerinin duyulacağından korkmuştu. Adımlarını yavaşlattı, bunu bilinçsizce yapmıştı. Hâlâ çok geç olmadan geri dönebilirdi, bunu düşünmeliydi. Genç adam o kadar yavaşlamıştı ki bir an insan selinin ortasında kaldı. Birkaç hayıflanan ses ve güçlü bir omuz darbesiyle kendine geldi. Ağır ve titrek adımlarla mürekkep satıcısına doğru ilerlemeye devam etti. Satıcı bu işin ustası olmalıydı. Hem alışveriş yapan karısını dükkânın önünde bekler gibi rahattı hem de polis var mı diye etrafı kolaçan ediyordu. Satıcı genç adama güven vermişti.

Mürekkep satıcısıyla karşı karşıya geldiğinde ne diyeceğini bilemiyordu. İşin tuhafı satıcı da sanki o yokmuş gibi davranıyor ve cebinde bir şeyler arıyordu. Bir puro çıkardı ve yaktı. Çok uzun bir duman çekti içine. Puronun ucunda uzun ve kusursuz bir kül birikti. Tüm griliğiyle, belirgin damarlarıyla ve soğukta hayatta kalmaya çalışan ateşiyle mükemmel bir küldü. Bu biriken külü satıcı görmezden geldi, onu dökmek istememişti. Gününün sorunsuz geçmesini istiyor olmalıydı. Satıcının bu kayıtsız tavrına daha fazla dayanamayarak ağzını açacak gibi oldu ancak satıcıdan çıkan “şşşt” uyarısıyla vazgeçti. Neyi beklediklerini anlamıyordu. Etrafına baktı görünürde ne bir polis vardı ne de başka bir tehlike.

Genç adam artık sabrının tükenmeye başladığını hissediyordu. Bu esnada sivil kıyafetli iki polis tam yanlarındaki başka bir adamın üzerine atladı. Soğuk havanın gözlerini sulandırması ve kalbinin deli gibi çarpması yüzünden görüşü iyice bulanıklaşmıştı. Kaldırımda karın ve çamurun içinde adamı coplayan polisler gördü. Adamın her çırpınışında bir öncekinden daha şiddetli darbeler yediğini gördü. Kan, salya ve yerde yuvarlanan kırık bir diş gördü. Heyecandan geçen zamanın farkında bile değildi. Belirli belirsiz bağırışlar duymaya başladı.

“Mürekkep nerede? Konuş!”

“Vurmayın! Mürekkep yok, yemin ederim. Durun!”

“Götürün bunu!”

Genç adam bu heyecanlı âna tanık olurken kuvvetli bir el çekip aldı onu. Satıcının eliydi bu. Başıyla onu takip etmesini işaret etti ve yürümeye koyuldu. Kendine gelen genç adam titreyen bacakları ve gümleyen kalbiyle satıcıyı takip etmeye başladı. Hâlâ çok geç değildi, hâlâ vazgeçebilirdi. Bunu yapmak zorunda değildi. İçindeki tüm endişe tohumlarına ve beceriksizce yalpalayan ince bacaklarına rağmen satıcıyı takip ediyordu. Birkaç dakika yürüdükten sonra ıssız ve harabe bir çıkmaz sokakta durdular. Henüz caddedeyken vazgeçebilir geri dönebilirdi, şimdi böyle bir şansı kalmamıştı. Çok aptaldı. Belki de çok cesur ve zeki. Bilmiyordu.

“Bu işler için fazla gençsin. Ama ne denebilir ki bu devirde gençleri anlamak zor. Her işe burunlarını sokmadan duramıyorlar öyle değil mi?” dedi satıcı. Ağzındaki puroyla gülümsüyordu. Cebinden küçük bir hokka mürekkep çıkardı. “Bunu nasıl kullanacağını biliyorsun değil mi?”

“Evet.” dedi genç adam, bir şeyler daha söylemesi gerektiğini düşündü. “Evet efendim biliyorum.”

“Al o zaman. Ne sen beni gördün ne de ben seni gördüm. Anlarsın ya… Ücreti alayım…”

Genç adam babasının verdiği altın kesesini satıcıya teslim etmiş ve koltuk altlarının ıpıslak olmasına neden olan bu alışverişi başarıyla tamamlamıştı. Ufak hokkayı iç cebine koydu. Ah bir de eve sağ salim dönebilseydi. Çok mu şey istiyordu Tanrı’dan?

Yürümeye koyuldu. Babasının verdiği altınların sattıkları malikânelerinin bedeli olduğunu biliyordu. Evsiz kaldıkları için fakir bir mahallede yaşamayı göze almışlardı. Neydi bu mürekkebi bu kadar değerli kılan? Tamam, biliyordu, mürekkep ile yazılan her manevî dilek hedefteki kişiye etki ediyor ve anında gerçekleşiyordu. Mesela yan komşuları geçen gün, biraz hafifmeşrep olan karısını hedeflemişti. Parşömene, sevgili eşim sadece bana aşk bağı ile bağlan, yazması yeterli olmuştu. Kadının artık tek bir aşkı vardı. Geçenlerde yine ilginç bir olay anlatılırken kulak misafiri olmuştu. Mesleğini icra ettiği esnada bir polis tarafından görülen hırsız, adaletin bekçisi bana müsaade et, yazmış ve bir anda polisin kayıtsız tavırlarıyla karşılaşmış, elini kolunu sallayarak çalıntı mücevherlerle oradan ayrılmıştı. Polisin bir hırsızı görmezden geldiğini ilk defa duymuştu, şaşılacak işti doğrusu. Peki ya babası neden istemişti bu yasaklı maddeyi? Polisler tarafından yakalanırsa hem kendisinin hem de oğlunun idam edileceğini bilmiyor muydu? Bu tehlikeli yola onu yollamaya değecek olan neydi?

Genç adam yüreğini saran tüm bu endişe ve öfke nöbetleriyle gözyaşlarına boğuldu. Bunu hak etmemişti. Hiçbir günahı yokken bu tehlikeli yolculuğa onun gönderilmesi tam manasıyla alçaklıktı. Öfkesi korkusuna ağır basmıştı. Etrafa dikkat etmeden hızlı adımlarla yürüyordu. Nemlenen gözleri lapa lapa yağan karın soğuğu ve nemiyle karışıyor içini daha da donduruyordu. Sonunda evlerinin olduğu sokağa vardı. Peki, ne için ödemişti bu bedeli? Aklına bir fikir geldi. Aslında uzun zamandır aklındaydı bu fikir, sadece onu yok saymıştı, çünkü aynı gün içerisinde iki tehlike çok fazlaydı. Ama buraya kadar sorunsuzca gelebilmişti, korkulacak bir tehlike de kalmamıştı. Hokkadan birkaç damla mürekkep alıp saklayabilirse o zaman tüm bunların bir anlamı olurdu. Kendini aptal gibi hissetmeyecekti, kendini değersiz bir kurye gibi hissetmeyecekti. Evet, bunu yapmalıydı.

Mürekkebin bir kısmını yerde bulduğu ufak cam şişeye döküp evlerinin olduğu sokağa sakladığında içi biraz olsun hafiflemişti. Kapıyı çalarken sinirleri boşalmak üzereydi, ne yorucu bir gündü. Bir daha ne olursa olsun böyle bir işe kalkışmayacaktı.

İçeri girdiğinde babasının delirmiş bakışları sardı suratını. Baba, titrek ve kesik birkaç konuşma denemesinden sonra vazgeçti. Doğrudan mürekkebi almak için elini uzattı. Mürekkebi aldıktan sonra hızlıca odaya girdi ve kapıyı sertçe kapattı. Genç adam ve annesi olan biten karşısında ne diyeceklerini bilemediler, bakışları birbirine değdi ama gözlerini kaçırmakla yetindiler. Daha sonra herkes işinin başına döndü. Anne yemek hazırlamaya başlarken genç adam için ise uzun bir dinlenme vaktiydi.

Akşam yemeği vakti gelip çattığında genç adam babasıyla aynı sofrada oturmak istemediğinin farkındaydı. Babasıyla aynı sofrada oturmak istememesinin nedeni onun ailesiyle ilgilenmeyen ve uçarı fikirler peşinde koşan bir mucit ­­—en azından o kendini böyle tanımlıyordu— olması değildi. Bunun nedeni ufak odasında yaptığı deneylerle birçok kez evde yangın çıkarma noktasına gelmesi de değildi. Veya haftalar süren çalışmaları sonrası odasından çıktığında mağaradan dış dünyaya açılan mağara adamlarına benzemesi de değildi. Genç adamın tek korkusu mürekkebin az olmasının babası tarafından fark edilme ihtimaliydi.

Yemek masasında toplandıklarında genç adam tamamen önündeki çorbaya odaklanmaya çalışıyordu. Babasının sözleri sessizliği bozdu.

“Mürekkep az gelmiş,” dedi yaşlı mucit, şaşırmış gibi duruyor bir yandan da çorbasını karıştırırken tasın içinde oluşan ufak girdabı inceliyordu. “o piç kurusu bizi dolandırdı!”

“Mürekkeple ne yapacaksın?” dedi genç adam, konuyu değiştirmek için güzel bir zamandı.

“Büyük bir deney üzerinde çalışıyorum.” dedi yaşlı mucit. “Bu kadarını bilseniz kâfi, ne de olsa daha fazlasını anlamazsınız.”

“Evde çıkan sayısız yangın ve patlamadan sonra bu kadarını bilmek yetmez.” dedi anne. Sesi gitgide daha şiddetli çıkmaya başlamıştı, “Ne olur biraz huzur getir şu eve, şimdi de en tehlikeli maddeyle ilgileniyorsun, bir mürekkeple yakalanmanın cezasını duydun mu hiç?”

“Şşşt! Sessiz olsana! Herkesin duymasını mı istiyorsun?” dedi yaşlı mucit sessizce. İrkilmişti. Genç adam bu korkunun idam edilme değil de deneyinin yarım kalma korkusu olduğundan emindi.

“Meydanda mürekkep bulunduranların idam edildiğini görmedin mi? Ne yapmak istiyorsun bize? Koca malikâneyi sattın şimdi bu fakir mahallede bu sefil insanların arasında kaldık. Yeter artık!” kadın son bir bağırışla yaşlı mucidin suratına sözcüklerini savurmuştu. Bu sözcüklerle beraber birazcık tükürük ve yemek artığı da masaya saçılmıştı. Ağlamak için evin en karanlık yerini seçti ve hışımla oraya doğru yol aldı.

Bu dokunaklı sahnenin verdiği moral bozukluğuna ve günün yüreğine ektiği korku tohumlarına daha fazla dayanamayan genç adam, titreyen ve kontrolü zorlaşan çenesi ile kendini üst kattaki ufak odaya attı. Uyursa en azından bu iğrenç gün son bulacaktı. Evet, en doğrusu buydu: uyumak.

Ertesi gün dinlenmiş bir şekilde uyanıp kendini sokağa attığında ayırdığı mürekkeple ne yapacağını düşündü. Bu güne kadar hiç mürekkep kullanmamıştı. En iyisi onu fazla göz önüne çıkarmadan kullanmaktı. Sokaktan ayrılmamalıydı. Polislere yakalanma fikri bile onun ürpermesine yetmişti. Mürekkebi sakladığı yerden çıkardı. Sokak ıssızdı, hava henüz tam olarak aydınlanmış değildi. Elinde tuttuğu küçük cam şişeye baktı. Tam o sırada köpek havlamasıyla irkildi. Ona doğru koşan polis köpeğinin azgın suratı ve salyalı ağzıyla karşılaştı. Üzerine atlayan köpekle boğuşuyordu. Ayaklarıyla tekme atmaya çalışması yersizdi, köpeğin dişleri suratını ve elini çizdi. Korkuyla debelendi ama azgın köpekten kurtulmak imkânsız gibiydi. Parçalanmış elleriyle daha fazla dayanamayacağını biliyordu. Köpeğin koca sivri dişleri ve suratına damlayan salyaları genç adamın gördüğü son görüntü oldu. Koca ağız kapandı.

Genç adam korkuyla yerinden zıpladı. Henüz hava aydınlanmamıştı. Yatağı terden sırılsıklam olmuştu. Bu bunaltıcı ve korkunç anların rüyadan ibaret olduğunu anladığında derin bir nefes aldı. Bu çok gerçekçi bir düştü. Deli gibi çarpan kalbine hâlâ söz geçiremiyordu. Aceleyle kalktı, parmaklarının ucuna basarak sokağa indi. Çıplak ayaklarıyla ve arkasında bıraktığı ayak izleriyle yumuşak karları eze eze yürüdü. Karın dondurucu soğuğu onun hiç umurunda olmamıştı. Tek düşündüğü mürekkepten kurtulmaktı. Mürekkep şişesini olduğu yerden çıkardı ve yere boşalttı. Artık sonsuza dek kurtulmuştu.

* * *

Yılın bu zamanlarında mahallelerde kardan adamlar boy gösterir, çocuklar ellerinde yusyuvarlak yaptıkları sert ve düzgün kartoplarıyla birbirlerini yaralamakla meşgul olurdu. Yoldan geçen yabancılara da kartopu atmakta çekinmeyen bu yaramaz çocuklar, günün sonunda morarmış suratlar ve babalarından yedikleri sopalar eşliğinde evlerinin yolunu tutarlardı. İşte küçük kızın bulunduğu mahalle de bu türden bir mahalleydi. Sokak araları kartopu oynayan ve zevk çığlıkları atan küçük oğlanlarla doluydu. Ancak büyük bir sorun vardı. Oğlanlar küçük kızı aralarına almak istememişlerdi. Onların sert ve erkekçe oyunları küçük kızlara göre değildi!

Küçük kız elleri cebinde, yüreği umutsuzluk içinde kartopu oynayan oğlanları izlemekle yetiniyordu. Neden kız olarak gelmişti dünyaya? Erkek olsaydı ne iyi olurdu. En azından kartopu oynayabilirdi. Küçük kız yürümeye karar verdi. Evlerinin olduğu sokağa girdi. Burada kendi kendine kartopu oynayabilirdi. Üstelik oğlanlar olmadan da bunu yapabilirdi.

Yerde çıplak ayak izleri vardı. Bu kendisi için hazırlanmış bir oyun olmalıydı. İzler ufak bir kar tepeciğinin kenarında son buluyordu. Çıplak, minik ellerini kar tepeciğinin içine daldırdı. Şaşırmıştı, avuçlarına aldığı kar diğer karlara hiç benzemiyordu. Daha önce böyle bir karla hiç karşılaşmamıştı. Beyaz ve kusursuz değildi. Üzerinde siyah lekeler vardı. Karı aldığı yere doğru baktı. Ufak bir cam şişe dikkatini çekti. Bu da bir çeşit oyun olmalıydı.

Yerden aldığı cam şişenin içinde birkaç damla siyah sıvı vardı. Küçük kız daha önce bu türden bir sıvıyla karşılaşmamıştı. Ne evlerinde görmüştü ne de başka yerde. İçecek miydi yoksa boya mıydı bilmiyordu. Karın lekelenmiş yüzüne baktı. Anlaşılan boyaydı bu. Şişedeki birkaç damlayı parmağının ucuna boşalttı. Duvara doğru parmağıyla yazılar yazabilirdi. Dedesi çoktan ona yazmayı öğretmişti. İşte bu kadar akıllı bir kızdı. Oğlanlar olmadan da eğleniyordu.

Simsiyah olan parmak ucuyla duvara birkaç ufak harf çizdi. Bu sırada havanın karardığını fark etmişti. Şimdi eve gitmeliydi. Nasıl olsa yarın yine buraya gelebilirdi. Siyah boya şişesini yanına aldı. Koşarak evinin yolunu tuttu. Dedesinden geç kaldığı için azar işitmek istemiyordu. Çünkü yazmayı öğrense de sayıları tamamen öğrenememişti, akıllı bir kız sayıları da bilmeliydi. Dedesinin yardımı olmadan bunu öğrenemezdi…

* * *

Bu sıra dışı parşömeni Osmanlı arşivlerinde bulduğumda çok heyecanlanmıştım. Rika yazısını okumanın güçlüğü bir yana, hikâyenin bazı bölümleri zamanın getirdiği birçok nedenle tahrip olmuştu. Osmanlı arşivlerinde fantastik tarzda yazılmış bir hikâyeyle karşılaşacağımı hiç ummazdım. Hikâyenin dilden dile dolaşan bir efsane mi yoksa büyülü gerçekçilik türünde kurmaca bir metin mi olduğunu bilmiyoruz. Hikâyedeki kahramanların Osmanlı vatandaşı mı yoksa başka milletten vatandaşlar mı olduklarını da bilmiyoruz. İsim kullanılmamıştı. Ayrıca hikâyenin nerede geçtiği de meçhuldü. Ne bir yer ismi ne de sokak, cadde ismi verilmişti. Hikâyenin hangi zamanda geçtiği ise oldukça belirsizdi (bunu uzman tarihçilerin aydınlatacağını umuyorum).

Hikâyenin devamında yaşlı mucidin neler peşinde olduğunu, genç adamın daha sonra neler düşündüğünü veya küçük kızın duvara ne yazdığını bilmiyoruz. Fakat mahallede herhangi bir değişiklik de gözlenmemişti. En azından okunan bölümlerde böyle bir bölüme rastlamadık. Küçük kız elindeki mürekkep şişesinin genç adamın aceleyle yere boşalttığı mürekkep şişesi olduğundan habersizdi. Hatta elinde bir mürekkep olduğundan dahi haberi yoktu. Onu basit bir boya zannetmişti. Onun bir anlık oyun hevesi telafi edilemez yaralara sebep olabilirdi.

Elbette şunu da eklemek gerekir: Küçük kız çok akıllı olabilirdi fakat okuma-yazma bilmiyordu. Bunu hikâyenin yazılı olduğu parşömenin kenarlarına iliştirilmiş birkaç belirsiz el yazısını okuyarak öğrenmiştim. Dedesiyle geçirdiği ders saatleri de ufak birkaç harf öğretiminden ibaretti. Kısacası yalan söylemişti. Yine de bu yaşadığı tecrübenin küçük kıza bir katkısı olmuştu. Artık kendi kendine oyun oynamayı ve düşünmeyi öğrenmişti. Kendi kendine vakit geçirmeyi, kendiyle arkadaşlık kurmayı öğrenmişti. Kısacası yalnız kalabilmeyi keşfetmişti. Günümüzde pek çok kişinin henüz bu yetiye ve bilince erişemediğini hesaba katarsak küçük kız bu sefer doğruyu söylemişti: Oldukça akıllıydı.

Emre Hıncal