Öykü

Alinda

Neredeyse bir yıldır, güzel, taşlardan oyulmuş Alinda kentindeyim. Burası şarabın, şiirli gecelerin ve altın kraliçe Ada’nın kenti. Bu kraliçe kentine adım atan her satıcı gibi dış şehirdeki agora dükkânlarından birine kiramı ödeyerek yerleştim. Anamın cebime koyduğu her kuruşun hakkını veriyorum.

Bazen doğduğum kentin, deniz kokan mavi beyaz sokaklarında uyandığımı sanıyorum. Oysa sandaletim eskimeye başladı.

Alinda, kilometrelerce devam eden çam ormanlarının ortasında kahverengi gnays kayalardan oyulmuş toprak, taş, zeytin, domalan mantarı, ipekli halı ,rengarenk kumaş, kırmızı karanfil, çocuk neşesiyle yoğrulmuş zengin ve mutlu bir kent. Sabah dükkânın raf düzeniyle ilgileniyor, müşterilere laf yetiştiriyor, biraz satış yapıyorum, geceleri arkadaki ışıksız depo alanında uyuyorum.

Aylardır uykum delik deşik, dönüp duruyorum sabaha kadar. Uyandığımda sanki rüyanın kendisi bitse de havası devam ediyor. Sarı küllü bir sabaha uyanmışım, gürültü coşkuyla şehri sarmış, yaşadığım şehir değil de altın kraliçenin yorgun ayaklarını uzattığı ovaya karşı kurulmuş zamansız kentte olduğumu kavrıyorum.

Babamın kırçıl sakallarına küfrederek çıkmıştım evden, kapıları zangırtatan öfkesinden kaçarken, anamın ve analığımın cebime sıkıştırdığı Halikarnassos altınlarını, satabilirim diye deniz süngerleriyle değiştirmiştim. Kendimi çok akıllı hissediyordum, yükte hafif pahada ağır bir yükle çıkmıştım yola. Altı oğlunun en küçüğüne, bana dayanamamıştı babacığım… İncecik belime, sürmeli gözlerime, kulağıma takmak istediğim küpelerime öfkelenmişti. Bir kır gezisinde başıma taktığım çiçekli taç son damla olmuştu.Üzerime at koşumlarının deri kayışıyla yürümüştü. Hiç sevgi alamadığım babama veda etmek isterdim. Oysa beni ablalarımın giysileriyle her gördüğünde, nefretini üstüme kusardı.

Görünüşüme hiç aldırmayan Alindalılar arasında son derece mutluyum. Alinda da erkekler kulaklarının arkasına mevsim çiçekleri takıyorlar. Ben biraz abartıp başıma defne, karanfil ve papatyadan oluşan bir taç takıyordum. Sandaletlerin üstüne giydiğim tunik, belime bağladığım örgü kuşak kimsenin umuru değil. Yabancı olmanın güzelliği de burada.

Sadece Alinda’nın uzun süren yağmur mevsimi beni hasta ediyor. Günlerce süren baş ağrısı ve karamsarlık içimi bunaltıyor. Yine de anama bu işi becerebildiğimi ispatlamak istiyorum. Aklımsıra babamdan daha kâr getiren bir iş yaparsam, gözünde en değerli oğlu olacağım. Halikarnas süngerlerini kimse bilmiyor. Kraliçe biliyor olmalı. Alindan’nın Kraliçesi, Halikarnossos’ta doğmuş, ilk gençliğini prenses olarak mavi sulara dalıp çıkarak geçirmiş.

Sıcak sularla banyo yapmayı bilen Alindalılar için Halikarnossos’un deniz süngerleri bir anda sahip olmak için sıraya girdikleri bir eşya oldu. Yüz yıl sonra bile bu kenti gelenler Alindaya Halikarnassos süngeri getiren gezgini tanıyacak. Zeytinyağlı sabunların kokusunu alanlar devamını istiyor. Defneli sabunlarımın kokusunu övenler sayesinde, neredeyse bitti. Geri gelirken Alinda’nın en iyi dokumalarını Halikarnassos’a getireceğim. Alindanın halılarını, yere sermeye kıyamazsınız, duvara asmalık. Domalan dedikleri bir mantar satıyorlar, kurutarak getireceğim.

Ben kendimi tamda kentin bir parçası hissederken şehir kuşatıldı. Büyük İskender’in askerleri surların dışında kamp çadırlarını kurdular. Öyle kalabalıklar ki, ağaçları kesip kamp çadırlarına yer açtılar. Alindalılar, kraliçelerine güveniyorlar. Bu yüzden de evlerde hiç telaş yok. İnsanlar günlük hayatlarına devam ediyorlar.

Askerler gecenin bir saati kalkıp ayaklarını yere vuruyorlar. Çocukken dedemin anlattığı minotor efsanesi gibi yer gök sarsılıyor. Minotor yer altında uyanmışta başını sağa sola vurarak, labirentlerde yol arıyor, yeryüzünü inletip üzerindeki her şeyi atmak ister gibi sarsıyor. Bir gece askerler surları ve kapıları geçtiklerinde artık minotor dışkentin sokaklarında serbestti. Hemen her evin ahşap işlemeli kapısına bir tos vuruyor kapı kırılıp açılıyordu. Daha içkentin evleri yağmalanmamıştı. Taş kemerli, dar, mor salkımlı sokaklarda ağır, yumurtalı ve zeytinyağlı bir yemek kokusu yükseliyordu.

Haftalardır yağan yağmur nihayet, yağmanın olduğu sabah durmuştu, taşların kahverengi pütürlü yüzleri hâlâ ıslak. Dar sokakların ortasındaki oluklardan yağmur suları akıyor Çine çayı kabarıyordur, sarnıçlar ağzına kadar dolmuş olmalı.

İkinci gün askerler dışkentte ve dükkânlar yağmaya başladılar. Açık kapılardan etrafa saçılmış eşyalar görülüyor, yaşlılar Alinda’yı bıraktıkları için ağlıyorlardı. Yağma öyle ani başladı ki, öyle beklenmedik ki ocakta pişen kaynamış sütleri kalmıştı, tezgahlarda dokunan ipekli kumaşlar bitirilmeyi bekliyordu.

Üç dört kişi aceleyle benden yardım istedi, eşya bohçalarını toparlayıp sırtlarına sardım. Ağlamaklı gözlerle bir an önce kaçmamı söylediler. Yağmadan telaşla kaçışan bu kentin insanlarına acıdım. Onların gidecek bir yerleri yok, bense Halikarnosa geri dönerdim herhalde.

Bu kargaşa sırasında kucağıma ağlayan bir çocuk bırakıldı. Ne yana gideceğimi bilemeden dönüp kaldım. Kafamda şimşek gibi şu cümle çaktı. “Ama ben insan sevmem. Bu çocuğa nasıl bakarım?” Çocuk yüzümü tırmaladı, kıyamadım, yere bıraksam, askerlerin hurraları arasında ezilip gidecek.

Annesinden ayrıldığı için iyice hırçınlaşan çocuğu göğsüme bastırdım. Turuncu beyaz tuniği içinde bir rahibe önümü kesti, çocuğu aldı kucağımdan. Beni kentin gizli geçidine doğru sürükledi. Çocuk bu sefer de beni isteyerek ağladı. Şimdi Ona sahip çıkmaya çalışıyorum. Kuşağımla sırtıma sardığım çocuk, ayağımda eski Halikarnosos sandaletleri, cehennemden mi kaçıyordum, cennetten mi? Işıklar, ateşler, mor salkımlar, nefis yemek kokuları içinde yağmalanan kentin karmaşasından rahibe kolumdan çekerek dehlizlere doğru sürükledi. Kucağımda çırpınan çocuk sakinleşti, benden başka güvenli bir yer yok, küçücük bedeni ve düş dünyasında bunu kavradı.

Karanlıkta yürürken korktuğunu ve sırtıma ılık ılık işediğini hissettim, sanki hiçbir şey olmamış gibi önümüzde giden rahibeyi izledim. Çocukluğumuzda fundalıklar ve makiler arasında oynadığımız saklambaçlarda korumalar bizi bulamaz, babamıza gitmekle tehdit ederler yerimden çıkmazdım, altıma kaçırdığım olurdu.

Tünel bizi ormanın içine ulaştırdı… Kısa süren yağma ve arbeden kurtulanlar; genç kızlar, kadınlar ve çocuklar. Hepimiz Alinda’nın en dışındaki evlerde oturan sonradan gelenleriz. Bulunduğumuz yerden Alinda’nın tiyatrosunu görebiliyoruz. İnsanlar sıralarda oturup tartışıyorlar. Ne kaldıysa geriye tartışacak.

Tiyatroda bekleyen halk ikiye yarılırken, kraliçenin İskender’le görüşeceğini fısıltı rüzgârı bize kadar getirdi.

Çıplak ayaklarında çıngıraklı altın halhallı, el bilekleri dirseklerine kadar altın bilezikli yaşlı kraliçe, umutsuzca, bilge bir ses tonuyla kalabalığı yanına çağırıyor. Alinda’nın en güçlü kadınları, en güzel kızları beyaz pembe mavi rengarenk kumaşlardan sarılmış elbiseleri ve altın takılarıyla İskender’i bekliyorlar. İskender askerlerin taşıdığı bir tahtla şehrin giriş kapısına getiriliyor. Kendisi böyle taşınırmış asla yürümezmiş. İşte burada ben kucağımda kimsesiz çocukla İskender’in askerlerinin arkasında duruyorum. Ne manasız bir şey bu!

Kınalı saçları altın telle örülmüş kraliçeyi tam karşıdan görüyorum. Alinda’yı yerle bir etmeye hazırlanan Minatorun sırtındaki adam İskender, beklenmedik bir şey yapıyor, tahtından kalkıp Kraliçe Ada’nın yanına gidiyor. O zaman kraliçe “Benim oğlum ol İskender,” diyor. “Sana kendi anan gibi analık yaparım,” Alinda’nın kayalarında yankılanıyor sesi. Çünkü her şey susmuş Alinda bin yıl daha dayanacak Kariya duvarlarından ibaret. “Sen de bana oğul olursun,” diyor. İskender’in sözü duyulmuyor bundan sonra. Her iki taraftan çiçek demetleri savruluyor havaya. Kucağımda uslu uslu duran çocuk seslerden ürküp sıkıca sarılıyor.

Savaşmadan şehre giriyor İskender. Olan bize oluyor. Dışşehirde her şey yerle bir edilmiş dükkânım yağmalanmış. Kraliçe Ada’nın zararımızı karşılayacağı söyleniyor. Komşu dükkânda örgü çoraplar satan Karadenizli kör usta el yordamıyla topluyor çoraplarını, bir yandan bir melodi çalıyor ıslıkla… Biliyorum bu melodiyi, çok yerlerden göçüp, çok yerlere konanların, hep şehirlerin dışında duranların, kıyıda yuva kuranların ezgisi. Kucağımda çocukla oturup kör komşumun çorapları çiftlemesine bakıyorum. Şaşırtıcı bir şekilde her tek çorap eşini buluyor. Kucağımda sabahtan beri oradan oraya taşıdığım çocuk “Acıktım,” diyor. Peki ne yer dört yaşındakiler, hiç bilmiyorum? Buluruz.

Kesin olan bir şey var, bu gün uyuyacağım yeri beğeneceğim.