Öykü

Kayıp Ok Efsanesi

İznikli Safranbolu kadısı (Belgenin tamamlandığı dönemde bu vilayette kadılık yaptığı tahmin edilmektedir.) Şirin Hülasi Efendi’den rivayet olduğu üzere şöhreti bizlere dek gelen bir kayıp ok efanesi anlatılır durur. Kadın efendi bu efsaneye nereden vakıf olmuş da bizlere kadar ulaşan yazılarında izine rastlamışız, bu durum tartışılır elbette ama onun avı çok sevdiği hem kalemince hem de cümle alemce bilindiğinden bu efsaneyi de bilir olması pek şaşırtıcı değildir. Çevre halk tarafından Melun Orman Efsanesi adında anlatılagelen bir hikâyeyi de çağrıştırdığından ve söz konusu aynı orman olduğundan dolayı belki de bu hikâyenin farklı versiyonlarını işiten Şirin Hülasi Efendi dilce söylenen bu efsaneyi kendi bakış açısında kalemleştirmiştir. Olay, avcı nam sultan Mehmed devrine kadar bizi sürüklüyor ve kafamızda soru işaretleri barındıran bir biçimde sona eriyor. Yaşadığı, gördüğü yerlerin efsanelerini tek tek kaleme alan müellifimizin bu anısı üzerine düşünmeye değer.

Şirin Hülasi Efendi, Efsane-ül Biyaz, s. 65-67 , Belge No: 43478

Bilinir ki göreve tabi olduğum her mecrada avı sevdim. Ama sevdiğim sadece av mıydı? Allah biliyor ya, bir önceki saifelerin hepsinde de bahsettiğim gibi, değildi. Dikkatinizi çekmiş olacaktır ki her avdan önce o avın yapılacağı ormanların, alanların hikâyelerini dinlemek adetim olagelmiştir. Belki de beni içine çeken, bir ceylanın, yaban domuzunun peşine koşmak değil, bu hikâyelere konu olan yerlerin içerisindeki gizemin peşine koşmaktı. Bu maceraperestliğin hülyalı ruhuma iyi geldiğini söyleyebilirim. Dedik ya, Allah biliyor.

Atandığım Çorlu kadılığının civarında yer alan avlak orada göreve gittiğim bütün zamanlar boyunca en büyük gizemlerimden birisi olmuştu. Hiçbir zaman da avlanamadım. Ava ilk niyet ettiğim günü dün gibi hatırlarım. Kaymakam yaveri Titrek Süleyman Efendi ben oraya gelmeden av merakımın haberini almış. Kendi de buna meraklı olduğu için kasabaya girdiğimde büyük bir curcunayla beni karşılamıştı. Gören de sultan geliyor sanır, öyle güzel bir gündü. Daha ağzımızdan aleykümselam lafzı çıkar çıkmaz konuyu da açmıştı.

“Kadı Efendi,” demişti. “Duydum ki ava merakın varmış, benim de vardır. Tez zamanda çıkalım.”

İlk başta biraz şaşırmış olsam da, bu yaşlıca emektarın dileği benim yaşamımda önemli bir yerdeydi. Ama batın zevkimi bilmiyordu. Var mı buranın bir hikâyesi diye düşünürken, oraya vardığımın üçüncü günü daha makamıma yerleşirken yakalayıp anlatmaya koyulmuştu bana. Ağzım açık kalmıştı valla. Bu dediği yer zamanında ava meraklı hünkarımız Mehmed-i Râbi’nin sıklıkla ziyaret ettiği avlaklardan biriymiş. Çulluğundan, bıldırcınına, ceylanından, domuzuna kadar öyle bereketli bir av ormanıymış ki rivayete göre sefere giderken bile av tutkusu gelen hünkarın atıyla son hızla geldiği yerlerden biriymiş burası. Aman Allah dedim tabi, bulduk nimeti. Yüce Rabbin yarattığı o güzelliklerinden içinde yine ona hasıl olacak ne yaşanmışlıklar vardır şimdi. Ne umutlarla çıkılan avlar, ne sohbetler, ne entrikalar dönmüştür bu ağaç sonsuzluğunda. Daha ben sormadan çıkardı ağzındaki baklayı.

“Ama gündüz gitmek çok uygun olmaz burada ava. Ancak gece gidilir. Nasibin neyse alır geri dönersin. Mehmed-i Râbi’den beri böyledir bu.”

“Nedenmiş Süleyman Efendi,” diye sormuş bulunduk haliyle.

Başladı anlatmaya. Burada bir sefer zamanı mıdır belli olmayan bir vakitte sultan Mehmed-i Râbi yine bir ava çıkmış. Peşinde en cengaver yeniçeriler. Hani vurunca kayayı ikiye yaranlar var ya onlardan işte. Günümüzde çok kalmadı öyle cengaverler, öyle yiğitler. Şimdi ufak çakıl taşı attın mı bunlar ortadan ikiye çatlıyor. Önümüze çıkan davalarda da çoğunlukla davalı sıfatıyla oturuyorlar. Ah ah. Her neyse.

İşte günlerden bir gün merhum padişahımız burada tutkusunu yaşatırken, doru atıyla bir oraya bir buraya ağaçlar içerisinde giderken beyaz renkli, kuğuya benzer ama kuğudan da güzel bir kuş görmüş. Artık nedir bilemem dedi Süleyman Efendi. Sultan o telaşla fevri davranmış sadağına elini attığı gibi okunu yayına koymuş fırlatmış. Ok kuşa isabet etmemiş hemen önünde sanki bir duvar varmış gibi düşmüş kalmış. Kaçırdığı hedefe yazıklanan sultanın gözü isabet etmeyen oka takıldığında da hepten derde düşmüş. Bu ok her avda sadağında duran uğurlu okuymuş derler. Dedelerinden, kadim sultanlardan birinden kalmış, ama kimden bilmem dedi. Fatih Han diyenler de varmış, Yavuz Han diyen de. Hatta Yıldırım Bayezid Han’ın Timur ile savaşa gitmeden önce evlatlarına bıraktığı mirasıymış da derler, diye belirtti.

Tüyleri kadifemsi yumuşacık olduğundan da elini attığında onu seçmediğini bilirmiş sultan. Ama o gün takdir-i ilahi, fevrilikten o oku fırlatıvermiş oraya. Hemen atını kuşun yanına sürüp okunu alacakken bu melun kuş önündeki oku bir ağaç parçası gibi gagalarının arasına almış, bir cilveyle sultana bakmış ve kendi gibi melun olan bu ormanın içerisine uçmuş gitmiş. Üç gün ara dur, her ağacın tepesine bak dur, yanındaki yeniçerilerin günü böyle geçerken illallah etmiş onlar da. Savaşsak daha iyi derlermiş. Sonra bir haber gelmiş, devlet işi beklemez sultan payitahttan beklenir diye, mecbur gerisingeri dönmüşler Konstaniyye’ye.

Dönmüşler dönmesine ama sultan yemeden içmeden kesilmiş, benim ruhuma iyi geldiği gibi onun da ruhuna iyi gelen avdan bile uzaklaşmış. Kafes sultanlarına dönmüş, babası gibi meczup olur diye korkmuşlar. Derdini sormuşlar, öğrenmişler sonra da. Ardından veziri azamı Köprülü Mehmed Paşa ona çözümü önermiş.

“Sultanım. Unuttunuz herhalde siz padişahsınız biz sizin kulunuz. Söyleyin iki cengavere, oraya yakın olan kasabadan da onlara sürekli erzak ayarlansın. Bu iki cengaver bulana kadar arasın o mübarek oku.”

Basit çözümü dahi bir fikir gibi gören sultan sevinmiş öneriye. Bir umut padişah da olsa, malı mülkü denizdeki kum kadar da olsa ademoğlunu hayata bağlıyor. Hemen bir ferman yazmış padişah. Demiş ki, Çorlu’nun Yüksel mecrasındaki avlak alanı ikinci bir emre kadar ava kapanacak. Buraya benim tayin ettiğim iki kulum dışında kimse girip çıkmayacak. Kullarımın ihtiyacı kasaba halkı tarafından karşılanacak, ne verilirse kadılık tarafından hesabı tutulacak halka daha sonradan geri ödenecek. Görevlendirdiği iki yeniçeriyi de almış karşısına.

“Olur da fermanımı dinlemeyip oraya ava giden olursa tez kellesi vurula. Geceniz gündüz mü olur, gündüzünüz gece mi bilmem ama bana atamın okunu getirin dileyin benden ne dilerseniz. O kuşu da okla beraber getirirseniz, torunlarınızın torunlarına yetecek kadar mükafat veririm size.”

İsimleri Ahmed ve Zekeriya olan bu iki yeniçeri göreve hayıflansa da mükafat gözlerini döndürmüş. Emir emirdir demişler düşmüşler yola. Bir kararlılık bir kararlılık sorma. Daha vardıkları ilk günden beri aramış durmuşlar bu oku. Günlerden bir gün sultanın tarifine uyan bir kuş görmüşler. Bizimkiler zeki tabi. Beklemişler kuş uçsun gitsin yuvasına konsun. Bekledikleri gibi de olmuş. Hayvancağız kalkmış havaya kanatlarını açmış aheste aheste süzülmeye başlamış havada. O kadar yavaş gidermiş ki sanki bizimkileri peşinden sürüklüyor. Ne zaman bir yüz adım atsalar o aheste aheste süzülen kuş bir anda gaiplere karışıyormuş. Ertesi günü beklemişler yine aynı. Kuşu her gördüklerinde sanki ormanın sesi kesiliyormuş, etraflarında öten kuşlar susuyor, uzaktan ceylanların sesleri kesiliyor, ormanın içinden gelen garibe hayvanların böğürtüleri duyulmuyor, ama beyaz kuş meçhule karıştığında bu sesler hemen yerine geliyormuş. İnsanın hayatla bağlantısını kesiyormuş bu kuş derler. Günler günleri, aylar ayları, kovalamış bu bizim Ahmed ve Zekeriya hâlâ aynı şeyleri bıkmadan usanmadan tekrar ederlermiş. Hem mükafat söz konusu, hem sultanın emri emirdir haliyle.

Süleyman Efendi bir süre uzakları izledi sonra sustu. Gözü ormanın ortasından Sina dağı gibi çıkan gözlere bir hayal gibi gözüken o tepeye takılmıştı. Derin bir iç çekerek bana baktı ve anlatmaya devam etti.

Ayları geç, dedi. Yıllar geçmiş bu iki yeniçeri bu kuşun peşinde oradan oraya savrulurken. Ne kuşa ulaşabilmişler ne oka. Bir süre sonra kasabadan erzak almayı da kesmişler. İhtiyaçlarını ormandan karşılarlar diye bir dedikodu çıkmış ama onları uzun süre gören işiten olmamış. Ama mezrada anlatılırmış, hâlâ iki başıboş yeniçeri orada bir şeyler arar dururmuş. O kadar yıl. Takvime vursan doksan seneyi geçer. Hatta buraya ilk göreve atandığı sene bu Süleyman Efendi’ye köyün yaşlılarından biri anlatmış bu olayı. Burun kıvırmış bizimki. Demiş ki ihtiyar, zamanında o yeniçerilerle anlaşma yaptık, padişahın fermanı hâlâ geçerlidir. Onlar orada hâlâ arar durur, ama gençliklerinde de bir şey yitirmezlermiş. Ormanın parçası olmuş derler, o kuşun ardında sonsuzluğa doğru savrulurlarmış. Zamanında ne günah işlemişler bilinmez, demiş ihtiyar adam. Ama hiç yaşlanmadan padişaha verdikleri sözü tutmayı beklerler onun emirlerine karşı gelenlerin de kafalarını gövdesinden ayırırlarmış yıllar geçse de. Hatta bu yaşlı adamcağız daha çocukken ahali bu yeniçerilerle yalvar yakar bir anlaşma yapmış. Gündüzleri bizim, geceleri sizin olsun demiş yeniçeriler. Gündüz gözüyle görülürmüş bu kuş. O gün bugündür bu av işi böyle işlermiş bu mezrada. İnanmamış tabi bizim Titrek Süleyman Efendi. Onun gibi inanmayıp onla beraber köye gelen, söz dinlemeden ava çıkan iki devlet görevlisinin kelleleri bulunmuş bir sabah ormanda. Ondan sonra korkmuş da adete uymaya devam etmiş bizimki.

Tabi ben bunu dinledim, ama efsanedir çoğunu dinlemişizdir. Fakat ne olaki tam düzenimi kurdum aklıma esti geçti bu olay. Benden önceki kadıların bıraktığı o arşivi tırtıklarken merhum sultan Mehmed-i Râbi’nin dönemine kadar gittim. Görünce bir titreme de benim dizlerime indi kaldı. Hakikaten padişahın fermanı gözümün önündeydi o tozlu rafların içinde. Hâlâ mührü eskimemiş kimse de üzerine yeni ferman yazmamış. Geçerliliğini korur bir kanun. Benden önceki kadı notlarını da karıştırdım baktım, hakikaten burada Ahmed ve Zekeriya adlı iki yeniçeriye sürekli bir erzak verilmiş durulmuş. Halka da geri ödemeyi unutmuşlar çünkü üzerine herhangi bir not yok.

Sonra ne göreyim? Titrek Süleyman Efendi’nin dediği gibi iki devlet görevlisinin başlarının kesik bir şekilde bulunduğuna dair de yine benden önceki kadılardan birinin notu var. İşte o zaman inandım var bu işte keramet diye. Görev yapıp da ava çıkmadığım tek yer de burasıdır. Allah için korktum canımdan ama bilirim çözümünü. Devletlimize bir mektup yazıp bu fermandan bahsedip yeni bir ferman yazdırmak zor bir iş olmayacak benim için. Belki bu kasabanın kaderini biz değiştiririz inşallah.

8 Cemaziyelevvel 1175

Alaattin Cem Özdemir

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Aremas Aremas says:

    Masalsı, devamlı ve yalın bir anlatım. Elinize sağlık.

  2. Gönlünüze sağlık. Sağolun.

  3. Elinize sağlık; çok güzel ve çok akıcı bir hikaye. Ben sadece ilk paragraftaki “versiyon” kelimesine takıldım. Akıcı ve mahir kaleminiz, hikayenin atmosferine uygun bir başka kelime veya anlatımı bulabilirdi. Kim bilir belki de hikayenizin sonraki bir “versiyonunda” tavsiyemi değerlendirirsiniz.

    Büyük bir merakla okunan hikayenin tek hayalkırıklığı yaratan kısmı, bitmesi oldu. Finalin küçük de olsa bir av bölümüyle bitmesini tercih ederdim. Tekrar elinize sağlık. Yeni hikayelerinizi bekliyorum.

  4. Gönlünüze sağlık. Değerli yorumlarınız için teşekkürler.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for Figo_Waits Avatar for Aremas Avatar for acemozdemir

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *