Öykü

Sencer Tigin Destanı

Şunu bilin ki milletim;

Yeryüzünün gördüğü en asil krallardan, humuslu toprakların aşındırdığı sandaletleriyle aynı toprakları döven, eli zalim kanlarıyla sulanmış ulu kağan Mete’nin hayatına pek yakışmayan şekilde rahat döşeğinde ölümünden yıllar yıllar önce, işte o sırada, Türkistan’ın kuzey uçlarında başka bir yiğit daha yaşardı. Öyle ya Türk’ün yiğidi boldur ama o başkaydı. Sencer Tigin’di adı, kağan soyundan olan bu Türk oğlu Türk yiğit elinden kılıcını hiç bırakmadan yerin her bucağını arşınlamak, gücünü tüm insanlığa kanıtlayarak imparatorluklarını ayaklarının altında ezmek istiyordu.

Yakutistan Kitabesinin Doğu Yüzü, 11. satır

Son Büyük Türk Devletinin kuruluşundan, Asya kıtasının her yerine bir el tarafından gelişigüzel dağıtılmış boyları, soyları, kağanları kılıcının gölgesinin altında ezen Türk oğlu Türk Mete Han’dan yıllar önce kıtanın dağınık Türk boyları birbirlerine dokunmadan kendi alanlarında hüküm sürüyorlardı. Asya’nın dalgalanan denizleri susmuş, durulmuştu. Topraklarının sınırları içinde kalmaya özen gösteren bozkır halkları zaman zaman taşkınlık gösterse de genelde görülen sükunetti. Oysa Usun ilinin yeni yetme tiginlerinden Sencer, ataları olan savaşçılardan bahseden halk efsanelerini şamanlardan dinleyerek büyümüştü. Atalarının her şeyine hayrandı; cesaretine, kandan gelme bir kağan oluşlarına rağmen emek verip bileğinin hakkıyla edindiği soyluluğuna, amanvermezliğine ve tabii ki bileğinin bükülmezliğine. O insanlar Gök Tengri katında seçilmişti. Atalarının bu efsanevi, ucu bucağı olmayan kahramanlık destanları onu herkesten ve her şeyden çok etkilemişti, işte bu yüzden Türkistan’ın her yanına dağılmış sükuneti bozmak istiyordu. Bu sükuneti bozup yerine tek bir devlet koymak ve doğunun denizinden, batının çöl rüzgarlarının estiği kurak topraklarına kadar genişlemek istiyordu. Hem bu sükûnet barışın sağladığı asil ve huzur verici bir rahatlıktan ziyade herkesin saman altından suyun nasıl yürütebileceğini öğrendiğinde sağladığı türden bir sükunetti. Sahteydi ve herkes bunu biliyordu. Sencer bunu bilmiyordu ama yakın zamanda bu gerçeği de her şeyi öğrendiği kişiden, babasından öğrenecekti. Türkistan’da ve Usun’da oturan Türk beyleri zamanla Çinli gibi ayak oyunu çevirmesini öğrenmişti.

Kudretli Çolpon-Ata şehrinin neleri yoktu ki? Usun ilinin başşehri olması hasebiyle Çin’in kuzeyinde yer alan en kalabalık göçebe şehirlerinden birisiydi. Oradaki Türk varlığı Issık Gölü boyunca, Tanrı Dağının kuzeyinde yayılmıştı. En değerli ipeklerden yapılma otağlar bozkırın üzerinde dikiliydi. Şehrin ahalisi epey zengindi, kıtanın en batı diyarlarından, Hazar Denizinin doğusunda olan Horasan’a uzanan ticaret kuşakları doğrudan doğruya bu şehrin güneyinden geçiyordu. Bu kadar yakından geçen bir ticaret yolu ona egemen olmalarını kolaylaştırmıştı. Bu ticaret yolu Hazar Denizi kıyılarında bitiyor ve orası üzerinden gemilerle sağlanan ulaşımdan sonra İran steplerine uzanıp, en sonunda Doğu Roma İmparatorluğunun geniş topraklarında bitiyordu. İran o günlerde kudretli Sasani İmparatorluğu’nun elindeydi. Doğu Roma ve uzaktaki Avrupa halklarına da mallar sandıklarla buradan taşınıyordu. Hazar Denizinin kuzeyinde ve güneyinde kara parçaları vardı ancak kuzey yönünde sahipsiz ve buzul alanlarda kervanlar sık sık vahşi hayvan yahut eşkıya saldırılarına uğradığından tercih edilmiyordu. Güney yönünde ise İran yer alıyordu, sarp dağlarla örülü bu zorlu coğrafyada ise atlarla ve at arabalarıyla seyahat imkânsızdı. Ayriyeten eşkıya riski burada da vardı yine de Sasani Devleti sık aralıklarla kurduğu ileri karakollarla askerini bölgeden eksik etmiyordu. Bu sebeplerden dolayı ticaret kuşağının güzergâhı için en güvenli yol Hazar Deniziydi, üstelik hızlı hareket edilebiliyordu. Karadan gidildiğinde 1 aya yakın sürecek olan yol, deniz üzerinden 1 haftadan biraz daha az bir sürede geçilebiliyordu. Bu da kuşkusuz Türkistan topraklarını değerli kılıyordu. Asya tarihinin kanlı ve baş üstüne baş kalmayan günlerinde buraya sahip olmak isteyen pek çok fatih ortaya çıkmış, bazısı ele geçirmiş bazısı da bu uğurda can vermişti. Şimdiyse ticaret yolunun üzerinde, Türkistan toprakları boyunca pek çok Türk boyu bitivermişti. Onlardan birisi olan ve Türkistan topraklarının uzağında, kuzeydoğusunda, Çin’e yakın bir yerde konumlanmış olan Usun ülkesinin tek kağanı Tuman’dı.

Tuman Kağan sert tabiatlı ve hasis bir hükümdar olup babası İşbar Kağan’dan sonra tek oğlu ve dolayısıyla tek veliahdı olarak tahta çıkmıştı. Çünkü Usun ellerinde kadınlar hükümdar olamazdı, bu millet kraliçe gibi kadın yönetici istemese de kadınlara hükümdarın yanında yer verip, danışmanı kabul ediyordu. Meclislerde, barış görüşmelerinde ya da elçi kabullerinde hükümdarla oturup, savaş zamanı vekil olarak geride kalıyordu. Mevcut kağan savaşta öldüğünde yeni hükümdara taç giydiren de oydu. İşte İşbar Kağan, Sasaniler üzerine bir sefere gittiğinde ve savaş meydanından ölüsü geldiğinde Tuman’a taç giydiren de annesi Balkın Katun’du. Taç giymeden önce Tuman Tigin gidip ıssız bozkırın ortasında babasının cesedini kendi elleriyle yakmış ve yanan cesedin kokusu vücuduna işleyene kadar orada durmuştu. Bereket versin, akşama doğru yağmur yağdığında ateş kendiliğinden sönmüştü de bu bir işaret sayılıp Tuman taç giymişti. Türkistan’ın köklü geleneğiydi bu, eğer yeni kağan kendisinden öncekinin cesedini kendi elleriyle yakmadan taç giyerse taç kafasında çok durmazdı. Savaş alanlarında kaybolan cesetler yüzünden Türk ülkesi az mı kriz yaşamıştı.

Tuman Kağan hâlâ hayatta ve başta olduğu için Sencer’in ülke üzerinde bir tasarrufu ya da söz hakkı yoktu. Balkın Katun , Sencer doğduktan ve 5 yaşını gördükten sonra vefat edince babası Tuman’ın ikinci eşi Fiz Katun kağan üzerinde etki sahibi olmuştu. Sencer’in öz annesi olan ve kağanın da kendi halkından olan Ayboz Katun, Sencer’i doğururken vefat ettiğinde Tuman Kağan, güneylerinde yer alan Çin ilinden ikinci bir eş edinip hem burayla bir bağ kurmuş hem de kendine bir yoldaş bulmuştu. Fiz Katun içten pazarlıklı bir kadındı ve yatak odasındaki hünerleriyle kağanı kolayca etkisine almıştı. Fiz Katun kulağına her ne derse Tuman Kağan birkaç gün içinde yerine getirirdi. Usun ilinin saklı kağanı Fiz Katun’du. Fiz Katun’un Tuman Kağan’dan bir oğlu bir de kızı olmuştu. Kızın elbette ki taht üzerinde hakkı yoktu ama oğlanın vardı. Daha 12 yaşında olan oğlan çocuğuna tahtı bırakmak gibi hastalıklı bir fikre kapılmıştı. Tuman Kağan bu planından kimseye bahsetmese de Sencer’in haberi vardı. Yakında İran’ın kuzeybatı kesimleri üzerine bir sefer olacaktı, başıboş eşkıyalar Tanrı Dağlarından kendi ülkelerine uzanan ticaret yolu boyunca kervanları yağmalıyordu. Hem kendi ülkelerinin ticareti hem de Usun ilinin ticareti zora giriyordu. Yolun güvenliğini sağlamaya devam edip, sadece kendi ülkelerinde değil diğer ülkelerin topraklarında da güvenliği sağlama alsalar daha çok kazanacaklardı. Tuman Kağan, Sasani hükümdarı Pertev Guaşe Han’a sık sık sınır güvenliğini sağlamasını isteyen mektuplar iletmişti ama Pertev Han pek umursamaz davranıyordu. Kağan artık bu yağmalarda onun da parmağının olduğunu düşünüyordu. İlk başta İran topraklarından geçen barbar korsanların Türkistan topraklarına girip ticaret yolunu Tanrı Dağlarına kadar yağmaladığını düşünmüştü ama bu yağmaların arkasındaki asıl kişi Pertev Guaşe Han olmalıydı. Böyle düşünüyordu ama elinde sağlam bir kanıt yoktu. Daha hiçbir yağmacı sağ eline geçmemişti, adamların atları öyle hızlıydı ki onların atları arkalarından sadece bakakalıyor. Yakalanacağını anlayan birkaç haydut da nereden buldukları belli olmayan zehirleri kafaya dikip, adamlar onlara ulaşıncaya kadar canlarını kendi elleriyle kızıl tamuya gönderiyorlardı. Yine de kanıt bulmakla zaman kaybedemezdi, o kanıt bulana kadar Usun ilinin kaynakları kurur ve yiyecek bir tek lokma bulamazlardı. Onun için birkaç hafta önce tez elden başlayan savaş hazırlıkları hala ülkede devam ediyordu.

Seferler için daha ay varken Fiz Katun bir gece yarısı seviştikten sonra kan ter içinde kalan kocasının kollarının altına sokulup işveli işveli fısıldamıştı.

“Sefer arifesindeyiz, şimdi Urguz’u veliahdın olarak açıklamanın tam vaktidir. Eğer ki sefer esnasında, Kızagan Tengri korusun, ölecek olursan Sencer’i kağan seçecek adamın da askerin de çok! Onu kağan ilan edip bizi de idam ederler.”

Tuman oğlunun böyle bir şey yapmayacağını söyleyecek oldu ama Fiz Katun derhâl lafı ağzına tıktı.

“Orası belli olmaz. Taht bu, ucunda da ölüm var. Bu olursa haberin geldiğinde bizi yaşatmaz.” İnce, narin parmaklarını adamın beyaz kıl yumağı haline gelmiş göğsüne koyup büyük ve geniş daireler çizdi. “Ben sadece oğlumuzun hayatını düşünüyorum Tuman. Tahta Urguz geçerse Sencer’i katletmesine ben mâni olabilirim ama Sencer geçerse ona mâni olamam. Aklına kolayca girerler, daha 21’ine yeni vardı. Zaten Urguz daha çocuk. Sencer’in katline soy kesilir diye kimse müsaade etmez.”

Bu sözlere hak vermemesi mümkün değildi. Zaten Tuman Kağan’ın karısının sözlerinden dışarıya çıktığı ya da aksi fikrini savunduğu nadirdi. Sessizce “bakarız” diyerek alnından öptü ve gözlerini kapattı. Konuşmalarının üzerinden bir saate yakın süre geçmişken kağanın horultusu çadırının dışına kadar taşıp çadır önünde bekleşen çerilere dek giderken hâlâ uyumamış ve kağanın uyumasını beklemiş olan Fiz Katun kocasının kalın ve güçlü kollarından hissettirmeden aşağı kaydı. Tamamen çıplak olduğundan giyinmesi epey zaman aldı ama fazla ses çıkarmadan üstünü başını giyinip gitmeye de özen gösterdi. Çadırın eşiğinden geçip sokağa vardığında iki askerin arasında kalıyordu. Cüsseleri yerinde olan ve kadından fazlasıyla uzun olan bu askerler iki yönden başlarını çevirip ona baktılar. “Bu saatte nereye?” der gibi. Kadınsa kaşlarını çatıp onlara üstten bir bakış atarak oradan uzaklaştı. Biliyordu ki onlar bunu kağana iletmezdi, iletseler de kağan kendisine inanacaktı. Daha birkaç hafta önce giderken askerlerden birisi gece vakti katunun nereye gittiğini sormuş ve bedelini de canıyla ödemişti. Sabah tatlı uykusundan uyanan Tuman Kağan çeriyi neden öldürdüğünü sorunca da kendisine sarkıntılık ettiğini söyleyip işin içinden çıkmıştı. Çeri zaten bekardı.

Gecenin karanlığı iyiden iyiye şehre düşerken göz gözü görmez olmuştu ama Tuman’ın Çinli gelininin gözleri her şeyi apaçık seçiyordu. Şehrin ara sokaklarına girerek gözden kayboldu. Zaten gündüz halkın toplandığı merkezi yerler bile bu sırada bomboşken ara sokaklar tamamen gözden ıraktı. Fiz Katun kırıtarak ara sokağa vardığında sarı bir el ona doğru uzandı, belini sarıp sarmaladı ve yanına çekti. Karanlık sokakta kadının belini duvara dayayıp gözlerine baktı.

“Şip-in!” dedi fısıltıyla. Adam kasıntı tavrından ödün verip biraz rahatladı.

“Başkasını mı bekliyordun?”

Ve belinden kavradığı kadını daha da sıkıca sarıp dudaklarını onunkilerin üstüne bıraktı. Yıllarca hasret kalmış gibi öpüşürken aniden ayrıldılar. Fiz Katun karanlıkta doğru düzgün seçemese de Şip-in’in gözleri çekikti ve teni sapsarıydı. Gecenin ayazıyla birlikte bu sarı daha donuk bir tona dönüşerek morumtırak bir sarı olmuştu. Adam ellerini kadının iki yanından duvara dayadı, kadınla doğrudan göz teması kurdu. Hâlâ delice bir tutkuyla bakıyordu. Az önce yaşadıkları tutkulu bir öpüşmeden sonra nefes nefeseydi, kadın da öyle.

“Haberler iyi.” dedi kadın, soluklanmasının arasında. Sonra zar zor nefes alırken tekrar etti. “Haberler iyi, tahtı oğluma bırakacak.”

“Nasıl?”

Kadın işveyle sırıttı ancak karanlığın içinde adam bunu görmedi.

“Kadınlığımla.” Adam bozularak yüzü düştü, kadın da bunu görmedi. “İlk başta biraz mırın kırın etti ama avcumun içine almam çok sürmedi. Zaten arada böyle nazlansa da dediğime her zaman gelir. Üç gün içinde tüm devlet adamlarının, hanedanın ve askerin gözü önünde veliahdını açıklayacaktır.”

“Güzel.” dedi adam, kestirip atarcasına ama kadın sesindeki dargınlığı fark etmişti. Uzanıp ince yüzünü ellerinin arasına aldı, bir prenste olmaması gereken özelliklerin başında narinlik ve duygusallık gelirdi. Şip-in işte bu haslete sahipti ama karısı soğuk bir mantık ustasıydı. Bu yüzden Çin’in baş düşmanı olan Usun ülkesinin başkatunu öldüğünde imparatoru ve kocasını ikna edip Usun ülkesine gelin gitmiş ve içeriye casus olarak girmişti. Kocası, Şip-in’i buna ikna etmek günlerini alsa da kadına daha fazla direnememiş ve ona izin vermişti. Ancak şimdi pişman olmuş gibi görünüyordu.

“Hislerini biliyorum, ancak benim tek efendim sensin. Bunu unutma ve bu kadar emek verdiğimiz, çilesini çektiğimiz görevimizi tehlikeye atacak hiçbir şey yapma. Bu surların devasa kapılarını Hitay’in ordusunun cengaverlerine açtığımızda yine seninim.”

Fiz Katun o kadar soğukkanlı bir mantığa sahipti ki buraya gelin gelmeden önce Tuman Kağan’ı bakire olduğuna inandırmak için kızlık zarını yeniden diktirmişti. Kadın Çin’de hanedan dışından gelin geldiği halde neredeyse bir hanedan üyesi kadar, şu durumda onlardan bile fazla, hanedana bağlıydı. Han Hanedanının devam etmesi için yapmayacağı şey yoktu. Batı Han Hanedanı uzun zamandır ülkeye egemendi.

“Biliyorum ama başkası yapamaz mıydı?”

Şip-in’in kendisinden ve görevden uzaklaştığını hisseden Fiz Katun karanlık sokakta yarı gördüğü yarı görmediği bedeni iki koluyla da kavrayıp kulağına fısıldayarak konuştu.

“Bütün bunları seninle Çin’de, ipek yüklü vatanımızda konuştuk, aşkım. Kimseye güvenemezdik, Çin’de bu görevi sorunsuz götürecek ya da yakalansa bile bizi ele vermeyecek, hanedanımızı satmayacak tek bir kadın bile yoktu. Kadın olmasına bol ama bize sadık olan? Hiç.”

Kollarının arasındaki beden kendini kadının tatlı sıcaklığına bırakıp omuzlarını ve savunmasını indirdi. Fiz Katun şefkatle adamın sırtını okşamaya devam etti. Karanlıkta göz ucuyla dudaklarını gördüğü adamın dudaklarına yapıştı. Kısa bir veda öpücüğüydü. Öpüşmeden sonra sessizce kollarını adamın belinden çekip sokakların karanlığında yitip giderken Şip-in, kadının siluetinin kayboluşunu izliyordu. Kendisinin şu noktada yapabileceği başka bir şey yoktu, sadece oturup bekleyecekti. Veliahtları taht namzeti olunca da gidip Çin’e haber edecekti. Gerisi sadece Tuman Kağan’ı ve Sencer Tigin’i zehirlemekti. Sencer Tigin’i kim zehirlerdi bilemiyordu ama Tuman’ın ölümünün kendi ellerinden geleceği belliydi. Kadının gittiğinden iyicene emin olduktan sonra ellerini düz kıyafetinin ceplerine sokup kaldığı saklı yerine doğru yol aldı.

Taht Namzeti Açıklanırken

Çolpon-Ata şehrinde neler yoktu ki bugün? Çeşit çeşit hayvanlar kesilmiş, kızgın ateşlerin başında yağları damlarken çevriliyordu. Cinsinin en asili kısraklardan sağılan sütler çamçaklara doldurup susuz kalmış dudaklara sahra oluyordu. Herkes memnundu, herkesin midesi doluydu, herkes keyfine bakıyordu. Çin’den, Sasanilerden, göç ederek yaşayan türlü türlü barbarlardan velhasılı kelam Türk’ün düşmanı kim varsa oralardan esir edilip getirilen gencecik kızlar çamçakları dolduruyor, yiyecek isteyenlerin hizmetine koşuyordu. Lezzetli dumanlar dört bir yana dağılırken Tuman Kağan’ın tahtı meydana kurulmuş, her bir yanı görürken sağ yanına Sencer Tigin’in, sol yanına da önce karısı Fiz Katun’un sonra da onun yanına küçük oğulları Urguz Tigin’in tahtları kurulmuş oturuyorlardı. Şenlikleri izlerken hepsinin de yüzleri gülüyor, hele küçük Urguz olan biteni ilgiyle takip ediyordu. Yaşlı Tuman Kağan aklındakileri kimseye söylememeyi tecrübe edip öğrenmişti. Bu yüzden iki yanında oturan evlatları da karısı da ne yapılacağını bilmezken onun aklında taht namzedini açıklamak vardı. Gerçi fikirleri dün gece kulağına fısıldayan karısıydı, o yüzden ne olacağını tahmin ediyordu ama bugün olacağını bilmiyordu.

Tahtlarına en yakın olarak danışanlar kurulu oturtulmuş, sonra da sıralı savaşçı yiğitler adlarının ölçüsünce oturtularak daire biçiminde genişleye genişleye geriye doğru yayılmıştı. Tertemiz göğün altındaki yemyeşil toprakların üzerinde işte böyle bir düzen tutturmuşlardı. Tuman Kağan yer yer kırçallaşan kısa sakallarını sıvazlarken ayağa kalktı, söz söyledi. Onun ayağa kalktığını gören beyler, danışanlar bir diyeceği olduğunu bilip ona doğru döndüler, kulak kesildiler.

“Usun ili, yiğitler, katunlar, balalar! Ben bu gök tahtı atam İşbar Kağan’dan aldım, anam Balkın Katun verdi kılıcımı, okumu! Bir kağan, kendinden önceki kağanın naaşını yakıp küllerini toprağa koymadıkça ve de tozunu göğe kaldırmadıkça kağan olmaz. Ben de bekledim, savaş meydanından atamın soğuk bedeni geldiğinde bir ovanın ortasında kendi ellerimle hazırladığım bir meşaleyle onu yakıp, başında 3 gün 3 gece bekledim. Son külüne kadar. Ruhunun her kokusunu içime çektim, her yerime işlemesi için. Böyle kağan oldum, sizler de beni kağan bildiniz.”

Daireyi dolduran yüzlerce insan kımız dolu çamçaklarını havaya kaldırıp, hep bir ağızdan “Kağanımız çok yaşa!” diye bağırdılar. Kımızdan dolayı alanda bulunanların çoğu biraz da çakırkeyifti. Tuman Kağan’da bunu biliyordu, bu yüzden Güz dönümü şenliklerinde taht namzedini açıklamayı tercih etmişti. Elini kaldırıp tezahüratları kabul edip susturdu.

“Ama ben kendi evlatlarımın böyle olmasını istemiyorum. Elbette onlar da benim naaşımı yakıp, kağanlıklarını kanıtlayacaklar ama onların kağanlığı benimki gibi hasbelkader olmayacak.

Zira benden sonra kağan olmasını istediğim kişi bellidir: küçük balam Urguz Tigin.”

Alanda bir sessizlik oldu, uğultular ya da neşeli sesler yerini buz gibi bir suskunluğa bırakırken Tuman Kağan milletinin tepkisine bakıyordu. Bazıları gerçekten şaşırmıştı bazıları çakırkeyiflikten söylenileni tam anlayamamış, alık alık bakıyordu. Bazılarıysa gözlerini doğrudan doğruya Urguz’a dikmişti. Küçük çocuğun ise hiçbir şeyden haberi yoktu, sadece kendisine bakanlara bakıyordu. Bir de adını söyleyen babasına. Çocuğun hiçbir şey anlamamış gözleri bu iki nokta arasında gidip geliyordu. Tuman Kağan sakince arkasına döndü. Fiz Katun’un suratında zafer kazanmış bir eda varken, Sencer’in yüzü kızarıp bozarmıştı. Tuman elini ileriye doğru uzatıp küçük oğlunu yanına çağırdı. Çocuk hemen tahtından toprağa inip babasının yanına doğru seğirtti. Güçlü kuvvetli kollarını küçük çocuğun koltukaltına geçirince çocuk gıdıklansa da gülmedi. Adam yavaşça oğlunu havaya kaldırıp, kucağına aldı. Önündeki topluluğa doğru, kesin ve kararlı gözlerle döndü. Ona bakan karşısındaki gözler ise sadece karanlığı gördüler. Kararlı bakışlar o karanlığa gitmekte ısrarcıydı. Beylerinden tepki beklerken ilk olarak Bay Han öne çıktı. Önce hala tahtında oturan Fiz Katun’a baktı, sonra Tuman Kağan’ın kucağındaki çocukla Tuman Kağan’a. Sencer’e dönüp de bakma zahmetine girmedi çünkü ondan utanıyordu. Kuvvetli, yağız belini büküp kağanın karşısında sağ elini yüreğine vurup karara biat etti.

“Kutlu olsun Han’ım!” diye kafasını kaldırmadan bağırarak tebriğini iletti ve yine başını yerden kaldırmadan gerisin geriye az önce geldiği yerine döndü.

Bay Han’ın hareketinden cesaret bulan diğer beyler de birer birer kağanın önüne geldiler. Sencer Tigin ise olan biteni sadece düş kırıklığıyla izlemekle yetiniyordu. Utanmasa ağlayacaktı ama burada yeri olmadığını anlayarak sessizce oradan ayrıldı. Gerçekten de gidişini kimse fark etmedi. Biat töreni bittiğinde Tuman Kağan çocuğu tahtına geri oturtup, kendisi de yerine geçti. Hep beraber kımız ayaglarını kaldırıp eğlencelerine baktılar. Eğlence seslerinden, kadınların şuh kahkahalarından, çocukların koşuşturmacalarla nefes nefese kalmış bağırtılarından giderek uzaklaşan Sencer sadece boş boş bakıyordu. Kendini ıssızlığında ortasındaki boz bir toprağın üzerine öylece bırakmış, bağdaş kurup oturmuştu. Altındaki boz topraktan, üstünde gök tavandan başka hiçbir şeyi yoktu. Babası az önce resmen ölüm fermanını imzalamıştı, bu kadar değersiz olduğu gerçeğiyle bir anda karşı karşıya kalmış biri olarak ondan hesap bile soramıyordu. Ama daha önemli bir gerçek o anda kafasına dank etti ki o gerçek şuydu bu sefer onun son seferi olacaktı. Daha doğrusu şu andan itibaren hiçbir anında güvende değildi. Her an boğdurulabilir yahut başka şekilde, kan akıtılmaksızın öldürülebilirdi. Umutsuzluk içinde, yıldızların yavaş yavaş göz kırpmaya başladığı gökyüzünün altında kendini boz toprağın üzerine bıraktı. Kollarını iki yana açarak kafasındaki soruyu sesli bir şekilde, dışından yankıladı.

“Ben şimdi ne yapacağım?”

Yerinden ani bir hareketle doğrulup ileriye baktı. Usun ili güneyde ata topraklarına Türkistan’a bağlanırdı, Türkistan’ın ise ucu bucağı yoktu, bu boz topraklar sonsuza kadar gidiyor olmalıydı. O an kaçma fikri kafasında doğdu. Kendisi sadece bir tigin olarak babasına karşı durabileceği bir askeri ya da politik güçten yoksundu. Geri döndüğünde onları babasına karşı hareket etmek için ikna etmeye çalışırsa babası ya da Çinli karısı durumu haber alıp kendisini yakalar ve bu sefer kağana karşı hareket etmek suçundan idam ederlerdi. Üstelik o zaman haklı olurlardı. Hem bakalım beyler onun yanına gelecek miydi? Hepsi birer birer Tuman Kağan’ın kararına biat edip, tebriklerini iletmemişler miydi? Aksi yoktu ki herhangi bir geri dönüş onun için ölümle eşitti. O zaman kaçabilirdi. Kılıcı kınındaydı, sadağı omzundaydı, oku içindeydi. Daha ne olsun? Eli ayağı tam yiğidin başka neye gereği olacaktı? Buraları terk edip babasından uzağa kaçmalıydı. Yaşam ancak uzaklardaydı artık. Ellerini kuru toprağa koyup ayağa kalkıp yürüyüşe koyuldu. Kimse onun yokluğunu fark etmeden ve peşine düşmeden buradan toz olmalıydı. Kaçmasından şüphelenmeseler bile sefere gitmek zorunda kalırdı ve muhtemelen sefer sırasında boğdurulacaktı.

Günleri geceye katıp yürümeye devam etti. Her an peşine atlıların salınacağı endişesiyle bir anı bile durup dinlenerek kaybetmek istemiyordu. Issık Gölü boyunca, suyun yılanvâri akışını takip ederek hem yönünü buluyor hem de akıntıdan avladığı balıklarla besleniyordu. Yol boyunca da sadece yemek için ateş yakmaya durdu. Gölün suyu içilebilir olduğundan susadıkça ondan içti. Yeryüzünün bereketli toprakları buralara uğramamış, özellikle kuzeye yönelen bölgeleri soğuk bir kuraklığın pençesine bırakmıştı. Soğuk hava her nefes alışında burun deliklerini yakıyordu ama en zoru geceleri uyuyabilmekti. Yaktığı ateşin başında hiçbir örtüsü olmadan uyuyordu. Bazen gecenin kör bir saatinde mesanesi onu sıkıştırınca yarı uykulu haliyle ateşi yeniden harlayış alevlerin çatırtılarını izlerken uyuyordu.

Issık Gölü’nün zayıflayıp başka nehirlere bölündüğü noktada nihayet yolun sonuna vardığını kavrayarak o zaman güneye yöneldi. Yön güdüsü gelişmiştir, eğer bozkırda göçebe bir halkın içinde yaşıyorsanız zaten başka bir şansınız olmuyordu. Güneye inerek Türkistan’ın yolunu tuttu. Türkistan’ın bağrı kuzeydeki ata topraklarına kıyasla daha ferah ve yeşildi. Bereketli topraklarda her türden ot yetişiyor gibiydi ama bunlar yenilecek cinsten değildi. Güneye doğru inmeye başladığından beri tüm gününü hiçbir şey yemeden geçirmişti. Su ihtiyacını ise şurada burada rastladığı küçük göletlerden gidererek ilerliyordu. Ancak güneye doğru giden yolu kat ettiğinin ertesi günü açlığa daha fazla dayanamayıp yeşil çimen ormanının içine doğru yüzüstü kapaklandı.

Bozkırın ortasında hareketsiz öylece yatıyordu. Etrafta canlı-cansız, insan ya da hayvan hiçbir türden bir yaratık yoktu. Rüzgârın serin esintisini keçeleşmiş saçlarının üstünde hissetmek duyumsadığı son hisken bayıldı. Bilinci tekrar yerine geldiğinde akşam serinliği üstüne çöküyordu ve kendisi yattığında olduğu gibi yüzüstü değil, sırtüstü, yüzü göğe doğru bakar halde uyanmıştı. İki yana açık kollarından birinde, sağında, bir kuzgun elinin yanı başına konmuş, adamın açıkta duran ve göğe doğru çevrili avcunu gagasıyla dürtüp duruyordu. Ancak bunu zarar vermek için yapmadığı vuruşlarını canını acıtmamasından anlaşılıyordu.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu kuzguna, sanki onu anlayabilir gibi ve hâlsizce gülümsedi. “Bu da ne?” Avucunun ortasında bir et parçası duruyordu, anlaşılan kuzgun getirmişti onu ve uyandırmak için de elini gagalayıp durmuştu. “İyi arkadaş.” dedi Sencer Tigin avcundaki ete bakarken ama kuzgun elini gagalamaya devam etti. Kafasını kaldırıp ileriye doğru uzattı ve insanlara uğursuz bilinen sesiyle öttü. Adamın arkasını, başının gerisini işaret ediyordu. Kuşu eliyle itip doğruldu ve o zaman kendisine ne anlatmaya çalıştığını anladı. Az ilerisinde koca bir sığır budu öylece duruyordu, kuşun avucuna bıraktığı ise esas budun küçük bir parçasıydı. Önünde durup kırmızı gözleriyle öylece kendisine bakan kuşun başını okşadı. “İyi dost! Dar anımda yetiştin. İki gündür yemek yemedim, bunu kızartırsak ikimize de yeter de artar.”

O açlığın verdiği hislerle o an için kuşun nereden geldiğini, neden kendisine et getirdiğini ve bu kadar büyük bir sığır budunu nasıl taşıyabildiğini hiçbirini sorgulamadı. Yaktığı ateşte sığır budunu ağır ağır pişirip, sıcaklığına aldırış etmeden yerken ancak aklına geldi. Kocaman bir et parçası ağzının kenarından hafifçe sarkarken önüne koyduğu bir parça eti gagalayan kuşa baktı.

“Başkasına anlatsam inanmaz! Bir kuzgun bana et getirdi. Göklerdeki Kayra Han mı gönderdi seni yoksa Ülgen mi? Ya da halime acıdı da göklerden Ak Anam mı elini uzattı bana? Gerçi ben hiçbirinin lütfuna layık değilim, kendi halkım bile hayatımı gözden çıkaracak kadar önemsiz gördükten sonra Ülgen ya da Ak Ana beni ne yapsın?”

Eti gagalamayı birden bırakan kuş ona doğru öttü. Kuşun bu hareketine keyiflenen Sencer Tigin kahkaha attı. Karnı doyunca kafası da ruhu da yerine gelmiş, pek bir neşelenmişti.

“Yalnız sana bir ad vermek lâzım. Ama havadan gelme ad alamazsın, bizim ellerde yiğitlik etmeyene ad vermezler. Gerçi sen de bana bunu getirdin.” Gülümseyerek ateşte pişen eti gösterip, yavaşça yüzünü çevirdi. “Sana bu yiğitliğine uygun bir ad bulmak lâzım. Kayın gibi. Ne de olsa sen de bana yaşam getirdin. Bundan sonra yoldaşız!”

Kuzgun, o konuşurken adama bakıyordu. Biraz bekledikten sonra önüne döndü. Önce havaya doğru birkaç kere öttükten sonra gagasını yeniden yumuşak ve sıcak etin içine daldırıp afiyetle yemeye devam etti. Artık yeni bir dostu, önünde uzun bir yol ve peşinden gelen, kaçması gereken namertler vardı. Ama şimdi öncelikli olarak dinlenecekti ve güç toplayacaktı.

Sonsöz: Aylık Öykü Seçkisinin Ekim-2021 tarihli sayısında yer alan “Tarih-i Eşkiyatı Sevdiğin Hasan Vak’asıdır” ve Mayıs-2022 tarihli sayısında yer alan “Sultan Osman Han’ın Düşüşü” adlı öyküler bu öykünün devamı niteliğindedir.

Emrecan Doğan ve Duygu Korkmaz

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Ne evren ama :star_struck: beni de bu evrenin icine dahil ettigin icin teşekkür ederim, @EmrecanDogan cok kucuk bir parcasi olmaktan mutluluk duyuyorum. Ilerde nice suprizlerle bulusmak uzere :cherry_blossom:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for Duygu_Korkmaz