Öykü

Tikura Destanı

Kaçış

O alçak gönüllü kahramanı unutanlara

Hatırlat ey yüce Akrea, atlatılan felaketi.

Nasıl unutulabilir fedakârlıkları,

Ve konabilir yerine aşağılama ve küçümseme.

Kolay değildi hiçe saymak bütün onurunu,

Geleneklerini ve kişiliğini kabilesinin güvenliği için.

Tikura geride arkadaşlarını ölüme bırakırken,

Bilmiyordu atıldığı bu yolun sonunu.

Çığlıklar içinde can çekişirken akrabuamelular, arkadaşları

Nasıl kolay olabilirdi ki bir tehlikeden başka bir tehlikeye koşmak.

Arkadaşlarını Kapı’nın yoluna bir başlarına koymak.

Tikura’nın içini yiyip bitiriyordu bir acı.

Ama çoktan vardı yeni bir görevi kahramanın,

Kabilesini uyarmalıydı gelen tehlikeye karşı.

Var gücüyle koşuyordu kurulan pusudan uzağa

Ama kum ve sekiz bacağı zorluk çıkartıyordu ona.

Gözleri sürekli Kaynak’ı arıyordu,

Yönünü kaybetmeyi göze alamazdı.

Gözü gibi baktığı pusula kırılmış, parçalanmıştı

Düşmanın hızlı darbelerinden kaçarken.

Önemliydi akrabuamelular için pusulaları,

Yollarını kaybedince evlerine ulaşamazlardı yoksa

Uçsuz bucaksız Lemeak Çölü’nün ortasında.

Ne yapacaktı şimdi pusulasız bir başına,

Daha da önemlisi ne diyecekti anneannesine.

O vermişti pusulayı göreve çıkmadan önce.

Anneannesinin pusulayı avucunun içine koyarken,

“Kaybetmeyesin bunu. Seni istediğin yere götürecek

Ya da eve geri getirecek en önemli şey. Kalkanın seni

Düşmandan koruyabilir, kılıcın tehlikeleri savuşturabilir,

Zırhın bedenini bir bütün tutabilir ama bu olmazsa

Evine nasıl döneceksin?

Çölün kavurucu kumlarını

Atlatmak için ne yapabilirsin?

Gözlerini yakan Kaynak’a mı

Yoksa bir rüzgârla silinen ayak izlerine mi güveneceksin?

Eğer geri dönemeyeceksen, ne anlamı var

Çölün ortasında hayatta kalmanın?” demişti

Büyük bir ciddiyetle yüzünde.

Ama tek çaresi kalmıştı kırılınca pusulası,

Anneannesine ters düşecek,

Kaynak’ı takip edecekti.

Lemeak Çölü

Gece olmuş Kaynak batmıştı artık,

Durduğunda dinlemek için etrafı.

Hafif bir rüzgâr soğuturken terini,

Çölün de sesini oluşturuyordu.

Bir şey diyordu sanki çöl

Kumun ve rüzgârın yardımıyla.

“Dayan,” diyordu ona “Geliyorlar.”

Akrabuameluların korkusuz tanrısı Akrea,

Konuşuyordu sanki ona bırakmaması için kendini.

Var gücüyle yakardı tanrısına, “Bırakmayacağım!

Hayır bırakmayacağım kutsal görevimi.

Görmeyecek zarar kabilem. Yolumu bulmak için

Kaybedebilirim gözlerimi Kaynak’ı izlerken,

Aşınabilir derim kum fırtınalarında,

Görebilirim hayal susuzluktan ve yorgunlukta.

Ama bırakmayacağım bu görevi.

Bırakırsam eğer götürmeyin ruhumu Kapı’ya.

Yok edin ruhumu, çünkü

Bulamam diğerlerine söyleyecek bir neden,

Eğer ölürlerse bu basit görevi bile tamamlayamadığımdan.”

Sustu çöl karanlığın içinde.

Yorgundu genç ve mağrur akrabuamelu.

Biliyordu düşmanın geldiğini,

Ama yatması gerekiyordu, uyuması.

Gömüldü kumların altına, gözlerden sakındı.

Kendini yok etti çölün ortasında ve kaptırdı

Ilık uykuya kendini, rüyasız bir zamansızlığa.

Günlerce yürüdü acımasız çölün içinde

Kaynak’a güvenerek ve etrafı dinleyerek.

Sanıyordu bazen duyduğunu düşmanın

Sürünen bedeninin kumdaki sesini.

Bitiyordu suyu, yemeği ve akli dengesi.

Sekizinci günün ortasında bedeni

Dayanamadı, koy verdi kendini.

Çöl Gezginleri

Kıpırdayamıyordu yattığı yerde,

Sersemlemişti bedeni ama

Sorun bu değildi aslında.

Bağlıydı bir sedyeye ve sürükleniyor gibiydi bir yerlere.

Bağırışları duyuyordu ama anlayamıyordu,

Dediklerini bir türlü çözemiyordu.

Tanıdık geliyordu kelimeler ama birleştiremiyordu cümleleri.

“Uyandı, Plarn. Açtı gözlerini,

Hareket etmeye çalışıyor.

Konuşayım mı onla?

Soruları vardır cevaplanması gereken.

Ayrıca ne yapacağız onu?

Götürecek miyiz oraya?”

“Yap ne gerekiyorsa Merap,”

Dedi Plarn tok ve uykulu bir sesle.

“Su istiyorsa su ver, yemek istiyorsa yemek.

Gitmek istiyorsa da gider çölünde kaybolmaya.”

Merap sert adımlarla geliyordu.

Elinde bir bıçakla yaklaşınca

Korktu Tikura bu yabancıdan.

Merap kestiğinde aniden Tikuray’ı tutan ipleri

Düşmüştü tahtanın üstüne debelenmekten sedyede.

Eller üstüne üşüşmüştü aniden Tikura’nın.

Tedirginlikle çekilmeye çalışmıştı ama sıkı tutuyordu.

Güçlü eller onu ayağa kaldırıyordu, dengesini koruyordu,

Üstünü düzeltiyordu, dağınık zırhını ve kemerini.

“Tünaydın,” dedi Merap nazik, hoş

Ve cücelere özgü hırıltılı sesiyle.

“Merap derler bana,

Grubumuzun en iyi maden bulucusuyum.

Hoş geldin cücelerin gezgin kampına.

Selamlıyorum seni arkadaşlarımın adına.

İki gün oldu bulalı çölün ortasında seni baygın.

Uyanacağını sanmıyorduk aslında,

Çok derin ve soğuk bir uykudaydın,

Hatırlatıyordun bize ölüleri

Ve korkuttun bazılarımızı.

İpler için üzgünüz gerçekten

Ama sabit tutmamız gerekiyordu seni yol boyunca.

Şimdi söyle bana aç mısın, susuz mu?

Yoksa aklını kurcalayan binlerce sorunun

Cevaplarını mı bekliyorsun bizim seslerimizden?”

Merap’ın cana yakın sesi rahatlatıp kahramanı

Sakinleştirdi, fark etmesini sağladı etrafındaki

Ona şaşkın şaşkın bakan diğer cüceleri.

“Tikura adım.

Biaka Kabile’sinden Savaşçı Tikura.

Şefimiz göndermişti bizi yeni su kaynakları bulmaya.

Beş kişiydik başta ama yenik düştük

Düşmanın sinsi, korkak pususuna.

Yapamadık bir şey, yapamadım bir şey.

Öldüler, uyarabilmem için kabilemizi.

Korudular beni çöle gömüleceklerini bile bile.

Atladılar lamiaların pis dişlerinin arasına.

Püskürttü zehrini lamiaların zalim tanrısı Almara.

Çığlıklarını duyabildim en son dostlarımın.

Dönmek istedim yanlarına ama yeni görevim vardı artık.

Açık olsun Kapı dostlarıma!”

Tikura taktim etmişti kendini cücelere.

Kabalık etmişti onlara karşı,

Onlardan korkarak başta.

Yaptığını telafi ettiğini ummuştu.

“Adil olsun Kalkenda’nın yargısı,” diye cevaplamıştı

Merap ve diğer cüceler, seslerindeki hüznü

Tikura’ya armağan etmişlerdi.

“Gel,” dedi Merap, “Takip et ve doldur mideni cüce ziyafetiyle.”

Giderlerken anladı Tikura neyin üstünde durduklarını.

Hareket eden üç katlı bir binaydı Tikura’ya göre,

Sessiz sedasız, yavaşça ilerleyen.

Kara dumanlar tüttüren iki bacası vardı binanın.

Onlarca oda vardı, lüks içinde yaşıyorlardı.

Cüceler kısa bacakları ve kollarıyla

Çalışıyorlardı var güçleriyle yeni bir maden bulmak için.

Tikura ise dinleniyordu üç gündür

Bulmak için kaybettiği gücünü.

Toparlamıştı kendini sonunda ama bundan fazlası gerekiyordu

Dönebilmek için yurduna.

Sürüngenler

Plarn dümendeydi çoğunlukla önderlik etmek için hısmına.

Tikura’yı çağırdığında da dümendeydi yine.

Geniş bir odada, camla kaplanmış üç tarafı.

“İki gün kaldı kabilene en yakın olacağımız noktaya.

Biliyoruz önemli bir görevin olduğunu

Ve biliyoruz aslında cevabını

Ama sormak adettir diye düşünüyoruz.

Bizimle yeni madenimize kadar gelmek mi istersin

Yoksa iki gün sonra ayrılıp evine mi dönmek istersin?

Söylememe izin ver şunu da,

Keşif ekiplerimizden haber geldi,

Ayrılırsan bizden iki gün sonra

Yetişirsin kabilene düşmanından önce.”

Tam konuşacakken Tikura sarsıldı yer,

Koptu bir gürültü ve

İlerlemiyordu artık gezgin kamp.

Plarn bıkkın bir sesle, “Hemen teknisyenleri gönderin.

Ne olduğunu öğrenmek istiyorum.

En kısa sürede halledin sorunu,

Yol arkadaşımızın önemli,

Gecikmeyi affetmeyen bir görevi var.”

Beş cüce odadan kasklarını takıp gittiler.

Koridorda bağrışıyorlar, birilerini çağırıyorlardı.

Tikura şaşkın bir şekilde, “Ne oldu?” diye sordu.

Sonra geldi aklına kafasını kurcalayanı sormak.

“Bu ihtişamlı yapı nasıl yürüyor acaba?

İleri büyü teknikleri ve rünler mi var altında?

Yoksa yüzlerce cüce mi var en altta,

Biz rahat edelim diye aşağıda canlarını dişlerine takan?”

Nasıl da Plarn alınmıştı söylenene,

Hem de böyle düşünen bir dost olunca.

“Ayıp ediyorsun onurlu savaşçı Tikura.

Eğer bir cüce çalışıyorsa zor şartlarda

Diğer cüceler de katılır ona.

Eğer bir cüce lider kaytarıyorsa işten,

Çöksün mağarası başına

Ve göremesin yüce Kaynak’ın ışığını bir daha.

Aşağıda cüce icadı mekanizmalar

Ve ona eşlik eden büyülerimiz var.

Gerekiyor tabii bazı cücelerin olması orada

Ama onlar da rahat en altta.

Çok özen gösteriyoruz emin ol buna.

Olur böyle arada sırada.

Küçük bir sorun–”

Sözü bitememişti Plarn’ın bir feryat koptuğunda aşağıda.

Metalin birbirine çarpmasıyla

Ulaşıyordu çınlamalar Tikura’ya.

Lanetler okumuştu aptallığına

Ve koşmuştu hemen cama.

Tahmin ettiği olmuş ve düşmüşlerdi bir tuzağa.

Birkaç cüce kum üstüne düşmüş

Kanları emiliyordu çöl tarafından.

Dehşet gibi gözleriyle, sülük gibi bedenleriyle

Sürüngenlerin en aşağılıkları, lamialar saldırıyordu.

Hiç beklemedi kahraman ve çekti kılıcını.

Anladı durumu Plarn ve kaptı baltasını.

Borular öttü, bütün cüceler savaşa zaten hazırdı.

Normalde olduğu gibi.

Çöle ilk çıkan Tikura olmuştu.

Kılıcını büyük bir ustalıkla kullanıyor

Düşmanını katlediyordu.

Lamialar ise saklandıkları kumdan çıkmaya devam ediyordu.

Cüceler birer birer liderleri Plarn’ı takip ediyor

Gezgin kamplarından öfke dolu haykırışlar,

Ellerinde kızgın savaş baltaları, kılıçlar ve mızraklar,

Gövdelerini koruyan parlak, onurlu zırhlarıyla çıkıp

Lamiaların üstlerine atılıyorlardı.

Bir arma vardı lamiaların hafif zırhlarında.

Kendilerini çöl yılanı diye adlandıran bir kabileydi.

Küçük av gurupları vardı kabilenin.

Çıkarlardı çöle avlanmak için.

Ama fark edememişlerdi bu sefer

Nasıl bir kayaya çarptıklarını.

Kılıcı, ayakları ve iğnesiyle

Tam bir dehşet saçıyordu Tikura.

Kısa boylarıyla cüceler ise

Demir gibi kaslarıyla bozulmaz güvenleri

Yılmaz bir düşman yapıyordu onları.

Sonunda verdikleri mücadelenin

Kazananı olmuşlardı cüceler ve kahraman.

Elli lamianın bedenlerini bırakmışlardı çölün yüzeyinde

Beslemek için çölün derinliklerinde yaşayan varlıkları.

Ölen altı cüce ise çöl tarafından emilen kanlarıyla birlikte

Alınıp koruyucu odaya götürülmüştü.

Gömülmek için yeni kurulacakları madende.

Ayrılış

Geçmişti iki gün bir çırpıda.

Gelmişti ayrılma vakti cücelerden.

İhtişamlı gezgin kampın önünde

Durmuş vedalaşıyorlardı birbirleriyle.

“Elveda dostlarım,” dedi Tikura.

Onlarla güçlü dostluk bağları kurmuştu.

Birbirlerine canlarını bile emanet etmişlerdi sonuçta.

“Sana hediyelerimiz var,

Biaka Kabilesi’nden Savaşçı Kahraman.

Şu kısa zamanda gösterdin bize

Verdiğin değerin büyüklüğünü.

Az zamanımız vardı ama çok çalıştık.

Gösterdik hünerlerimizi senin için,

Dövdük sana yeni bir zırh ve silah.

Kabul et lütfen kahraman bu basit hediyemizi.”

Armağanı vardı Merap’ın kucağında güzel işlenmiş metalden.

Zırh ince ve hafifti ama

Güçlü ve sağlamdı da.

Neredeyse bütün vücudunu sarmasına rağmen

Hareket ediyordu zırhın içinde rahatça.

En hoşuna gidense zırhta

Kuyruğunu ve iğnesini de kaplamasıydı.

Yeni kılıcı ise sanki

Hâlâ dövüldüğü ateşler içindeydi.

Sanki havada savurulduğunda

Kıvılcımlar çıkacak, ateşler püskürtecek.

“Üzgünüz Tikura yine de.

Çok denedik ama olmadı,

Başaramadık yapmayı

Sana yeni bir pusula.

Göstermiyordu kabileni hiçbir şekilde.”

Anlayışla kahraman karşıladı cüceleri ve son vedalarını etti.

Gezgin kamp kendi yoluna giderken Tikura da

Cücelerin söylediği yöne ilerliyordu.

O yönden şaşmazsa varacaktı kabilesine

Cücelere göre.

Ama bir çöldü bu neredeyse imkansızdı

Aynı yönde şaşmadan ilerlemek.

Cücelerin yaptığı zırh onu koruyordu sıcaktan ve

Rüzgârla uçuşan keskin kumlardan.

Cücelerin verdiği erzak

Beş gün için gayet yeterliydi.

O kadar süreceği hesaplanmıştı

Yolculuğunun en kötü ihtimalde.

Kabilesine doğru yol alan lamialar ise

Daha en azından on günlük uzaklıktaydı.

Yeniden geceleri kumdan sıcak,

Koruyucu ve rahat yatağına giriyordu.

Sığınak

Üçüncü gün olmuştu

Havadaki garip değişim olduğunda.

Güçlenmişti rüzgâr, uçuracaktı neredeyse kahramanı.

Kaynak kısmen bulutların arkasında kalmıştı.

Gök gürültüleri duyuluyordu kendini göstermeyen yıldırımların.

Sağına baktığında Tikura gördü bir turunculuk.

Anladı hemen ne olduğunu,

Kapıldı dehşete aniden.

Kalsaydı bir kum fırtınasının ortasında

Ne yapardı elinde pusulası olmadan.

Başladı koşmaya var gücüyle

Ama çoktan yaklaşıyordu devasa kum fırtınası ona.

Tikura, “Yüce Akrea!

Yardımına ihtiyacım var.

Çok yaklaşmışken sona

Bitemez böyle görevim ve kabilem,”

Diye yakardı var gücüyle

Ve umdu sesinin duyulmasını.

Ama çok geç kalmıştı ona göre yüce tanrısı,

Ortasındaydı bile kum fırtınasının.

Her taraf olmuştu turuncu

Ve gözleri zar zor açabiliyordu

Koruyabilmek için gözlerini sivri kumdan.

Ne kadar ve nereye?

Nasıl ve ne zaman?

Bilmiyordu bu soruların cevabını.

Sadece ulaşmak istiyordu sevdiklerine

Ve ilerlemeye devam ediyordu bunun için.

O sık turunculuğun içinde gördü bir karaltı,

Biçimsiz, cansız ve ürpertici.

Tek bir şey olabilirdi bu gördüğü,

Bir sığınak!

Hızlandırdı adımlarını Tikura

Kurtulmanın umuduyla fırtınadan.

Yaklaştıkça belirginleşti sığınağının yıkık dökük duvarları.

Bir an hayal kırıklığına uğrasa da

Buna bile minnettardı, Akrea’ya.

Tam kapı kadar yıkık bir açıklıktan içeri girecekti ki

Duydu içeriden o bilindik sesleri.

Lamia doluydu içerisi!

Oda gibi oluşumun tam ortasında bir ateş yakmışlar,

Tıkınıyorlardı tiksinç bir şekilde.

Nemli yılan bacaklarından sekiyordu ışık,

Yemeklerin tek lokmada yutulması bulandırıyordu mideyi.

Lamiaların öncüleriydi bunlar,

Demek ki yakındı lamia ordusu.

Tikura dayanamadı daha fazla

Ve çekti cücelerin armağan ettiği kılıcını.

İçeri dalamadan Tikura,

Duymuştu lamialardan biri onun sesini.

Uyarmıştı arkadaşlarını,

Atmışlardı yemeklerini yerlere.

Beklemeden atıldı Tikura.

İçeride on üç lamia gafil avlanmıştı

Daha silahlarını alamamışlarken ellerine.

“Cüce çeliği!” diye tıslamıştı içlerinden biri korkuyla,

“Afratin’in çekici onu koruyor!”

Gördü fırsatı Tikura öldürerek iki lamiayı

Ama yine de geç kalmıştı.

Kılıç tutan eli yakalanmıştı bir lamia tarafından.

Kırmaya çalışıyordu Tikura’nın kolunu.

Bir başkası da yılan bacaklarıyla sarmıştı Tikura’nın vücudunu

Neredeyse iğnesine kadar.

Ezmeye çalışıyordu iç organlarını

Ama koruyordu zırhı onu.

Aniden miğferi zorla çıkarıldı başından.

Korumak için kaldırdı özgür olan tek kolunu.

Yine de aldı suratına bir darbe.

Sersemledi hafifçe ama bırakmadı kendini.

Üstüne çullanıyordu geri kalanı da.

Sonunda indirebilmişti birisinin gövdesine yumruğunu.

Bir çığlık duyulmuştu ölürken lamia.

Şaşkına dönmüştü diğerleri,

Ne kadar güçlü olabilirdi ki bu akrabuamelu.

Sonunda kırmışlardı kolunu ama çıkmamıştı gıkı.

Büyük bir gayretle hareket ettirip iğnesini

Batırmıştı kolunu kırana.

Ölmüştü lamia o anda.

Özgür koluyla parçalamıştı onu saran lamianın yılan bacağını.

Sonunda rahatça hareket edebilen Tikura kılıcını diğer eline almış

Biçmeye başlamıştı lamiaları.

Kan olmuştu üstü başı,

Görüyordu etrafı kan kırmızı.

Arkasından ağır bir darbe almıştı taşla

Ve ısırmak için suratını atılmıştı bir lamia.

Ne kadar çevik olsa da Tikura

Gücünün çoğu gitmişti aldığı darbelerden.

Kaçabilecekti neredeyse ama ısırmıştı lamia suratının sağını,

Parçalamıştı gözünü ve yanağını kanlar içinde bırakarak Tikura’yı.

Öfkelenen kahraman son gücüyle

Geçmişti yeni bir atağa,

Ayırmıştı onu ısıranın ağzını ikiye.

Geri kalanlar kaçmaya çalışırken

Birini iğnesiyle öldürmüş

Diğerini ise kılıcıyla ikiye bölmüştü.

Kaçanların son gördüğü ise

Kanla boyanmış metalden bir akrabuamelunun

Kabus saldığıydı arkadaşlarına.

Akrea

Galip gelmişti Tikura ama

Yenik düşmüştü yaralarına.

Zar zor nefes alıyor algısı kapanıyordu.

Yanıyordu lamianın ısırdığı yer,

Katlanamıyordu acıya.

Yine de düşünüyordu görevini.

Başarısız olmuştu,

Arkadaşlarını yüz üstü bırakmış,

Ailesini kötü kadere kurban etmişti.

Küçük bir kan göletinin içindeydi kapanırken gözleri.

“Merhaba Tikura,” dedi bir ses.

“Ben Akrea, akrabuameluların tanrısı.

Gelebildin buraya kadar,

Benim tapınağıma.”

Tikura’nın karşısında oluştu bir gövde hayal meyal.

İhtişamlı ve görkemli bir akrabuameluydu bu.

İğnesi ışığı ikiye kesebilecek kadar keskin,

Vücudu Esas’ı sırtlayabilecek kadar büyük,

Kolları her zorluğun üstesinden gelebilecek kadar güçlü ve

Yüzü ölümün kıyısındaki biri için şefkatli.

“Seni izliyordum Tikura, Alikra’nın oğlu.

Geçtiğin zorlukları ve kurduğun dostlukları gördüm.

Bana bir söz verdin

Ve tutmak için ölümü göze aldın.

Bunun da bir ödülü olmalı.

Sana güç veriyorum.

Kabilene varana kadar yetebilecek bir güç.

Onlar seninle gerektiği gibi ilgilenecektir

Tikura, Biaka Kabilesinin Savaşçı Kahramanı,

Cücelerin Metal Akrabuamelusu ve Lamiaların Kabusu.”

Akrea’nın iğnesi Tikura’nın göğüs zırhını delip

Kalbine saplandı.

Aktı içine bir güç

Aniden uyandı.

Zırhı sapa sağlamdı ama vardı kalbinin üstünde bir iz.

Biaka Kabilesi

Çanlar çalındı, borular öttürüldü.

“Su arayışından dönen var!” diye

Bağırdı gözcüler kulelerinden.

Bir hışımla koştu şef kapılara doğru.

“Kaç kişi?”

“Bir efendim!

Kendinde görünmüyor!

Açalım mı kapıları?”

“Açın hemen,

Girsin içeri ve

Açıklasın neler olduğunu?”

Tikura’nın yarı baygın,

Kılıca dayanan bedeni

Kapılar açılınca belirdi

Biaka Kabile’sinin önünde.

Şef koşup yakaladı Tikura’yı,

“İyi misin?

Diğerleri nerede?

Ne oldu sana,

Niye böylesin?”

Dedi korku ve telaşla.

Tikura derin bir nefas aldı konuşmadan önce.

“İyiyim baba,” dedi.

“Ben iyiyim ama diğerlerini öldürdü lamialar.

Geliyorlar buraya, bize saldırmaya.

On gün demişti cüceler ama daha yakındalar.

Hazırlanmalıyız hemen…”

Tikura’nın kafası babasının ve sonradan gelen annesinin

Kollarına düşmüş, rahat bir uykuya girmişti

Görevini tamamlamanın bilinciyle.

Kurtarmıştı kabilesini bir felaketin eşiğinden,

Tikura.

Oruç Can Hasmaden

Finlandiya’da gıda mühendisliği okuyorum. Fantastik ve bilim kurgu edebiyatı, filmleri ve oyunları tüketmeye bayılırım.