Öykü

Otacı

O gün Necmiye’nin okulda son günüydü, “Yarın gidiyorum,” dedi fısıltıyla. Oracıkta vedalaştılar. İnce, koyu renk bukleleri koca memelerinin arasına iyice bastırdığı kızın yanaklarını yaladı, tütün kokuyordu Necmiye. İyi şanslar diledi kız, “Yolun açık olsun,” dedi. Aceleyle çantasına davrandı. Ona bir şey vermek istiyordu, anmalık bir şey ya da bir hediye, adı her neyse. Defterinin arasında kuruttuğu sarı papatyaları sardı mendiline, bir tane de ninesinin o sabah odun ateşinde pişirdiği çöreklerden uzattı. Necmiye de bir şey vermek isterdi kıza ama koridorun sonunda öğretmeni görür görmez aceleyle sınıfa girdiler.

Kızlar koşar adım sıralarına giderken, mavi plastik çöp sepeti sınıf başkanının sonuna kadar açtığı kapının arkasında kaldı. Ceketinin düğmelerini ilikledi. Başı geride, çenesi hafif kalkık hazır ola geçti ve öğretmen eşikten adımını atar atmaz boyun damarlarını şişirerek “Dikkat!” diye bağırdı başkan çocuk. “Kendinize çeki düzen verin” minvalindeki bu çağrıyla, bütün sınıf ayağa kalktı. Sarsak adımlarla sınıfa giren öğretmenin belli belirsiz bir el hareketiyle yerlerine oturdular.

Sıranın üstüne konan kitaplar, kenarı kıvrılmış defterler, kalem kutularının bir ileri, bir geri gitmekten bitap düşmüş fermuarları, uzatılan silgiler, fazla kalemi olanlarla hiç olmayanlar arasındaki alışveriş sürmeye devam etti. Yeni açılmış kurşun kalem kokan sınıfın uğultusu kaynamaya başlayan bir çorba gibi yavaş yavaş arttı ve tam açık pencereden dışarıya süzülecekken havada asılı kaldı. Öğretmen sert bir hareketle rutubetten şişmiş tahta pervazlı pencereyi kapattı söylenerek. Göğüs cebinden küçük, siyah, deri kaplı defteri çıkardığını gören bütün sınıf dikkat kesildi.

Ah! Ne sancılı bekleyiştir o, beklentisini ne kadar düşük tutarsa notu o kadar yüksek gelir diye sıktıkça sıkıyor kız kendini. Necmiye’yi filan unuttu. Dua etmenin bir faydası yok artık, biliyor, olan olmuş bir kere ama yine de mırıldanıyor.

İşte geliyor…Altı! Yedi olsaydı bari. Sıra arkadaşı on aldı. Sonuç her ikisi için de sıradan, sürpriz filan yok. Sınıf, hatta okul birincisi olan arkadaşından kopya çekmediği için hocaların kızı bir kez daha kutlayacakları sıradan bir gün. Daha şimdiden beyaz tenine al basıyor. Elmacık kemikleri kızarmaya başladı bile, ensesine, bir kuğuyu andıran o uzun ve zarif boynunun bittiği yerden omuzlarına dökülen kumral örgülerine kadar ter içinde kaldı.

Yol kenarındaki tarlalardan havalanan yumurta kafalı sığırcık kuşları çizdi kız defterine. Kuşlar kara bir uçurtma gibi gökyüzüne salındılar, hep bir ağızdan çığlık çığlığa yağmuru övdüler. Öyle bastırıyor ki kalemi, çat! diye kırıldı ucu.

“Ne tuhaf bir taltif,” diye düşünüyor, taltif de tuhaf oldu ama hocalara yakışır başka bir kelime bulamıyor. Ne desin ki, bu durumda ne denir ki? Ah! Rica ederim, ne demek. Ben böyleyim işte! Önüme koysa dönüp bakmam. İnsanın emeğiyle, alın teriyle kazandığı gibisi var mı? Ya da “Hocam siz onu bilmezsiniz ya, günahını vermez o, zırnık koklatmaz!” mı desin, ne desin?

Hoca sağ eliyle iki kızın oturduğu sırayı işaret etti. Hocanın uçları yağ lekeli gri ceketinin içinden, eprimiş lacivert gömleğinin manşeti hiç durur mu, o da selamladı sınıfı. Acaba ne yapsa da kısacık rolünün hakkını verse, öyle hemen unutulmasa…Hem repliğini kusursuzca okusa hem de sahnede biraz kendisi olabilseydi, ne olurdu? Avuç içine bakan taraftaki İki küçük düğmeden birini, kısa, beyaz bir ipin ucuna kadar indirdi. Oldu işte! Düğme hocanın eliyle götürdüğü her yere neşeyle gitti. Manşet kendinden memnun selam verdi ve çekildi.

Söz yine hocada ve yeni bir şey yok! Aman Allah’ım, anne-babalar ne evlatlar yetiştiriyordu. O, gururumuz, medar-ı iftiharımızdı. Hocanın dili gevşedi, şivesi daha da koyulaştı. O kapıdan yana, en öndeki sıraya doğru yürüdükçe birbirlerine yaklaşan iki kız, hocanın sigaradan sararmış dişlerini, iki günlük kirli sakalını en ince ayrıntısına kadar görebiliyorlardı artık. Her şey olması gerektiği gibi oluyordu. İtaatkar bir kabullenişle hocanın ter kokusunu havasız sınıfta olağan, sıradan bir şeymiş gibi içlerine çektiler. Bir iyilik istiyordu hoca, evet ikisinden de. Ellerini ovalıyor, lafı uzattıkça uzatıyor, tadına vara vara emiyordu zamanı. Tabii, ne demek, başımızın üstüne! Lafı mı olur. İki kız birbirlerine baktı: “Lütfen buyurun!” Nihayetinde mağara gibi açılan ağzından, durdurulamayan, istem dışı bir hıçkırığı andıran kesik kahkahası yükseldi. Erkeklere kadınlardan daha yasak olan iki şeyden birini ihlal etmiş, ulu orta kıkırdamıştı ama ne gam! Allah ağlatmasındı.

Bir gün oğlanları getirse, elinden su içirir miydi okulun en çalışkan kızı? Bardakla filan değil, öyle basbayağı çeşmenin altına tuttuğu eline biri, sonra diğeri eğilecek, kana kana içeceklerdi. Olur muydu? Olurdu. Peki yapar mıydı, el verir miydi acaba? Hoca gösterdiği tevazudan, ince komplimanından o kadar memnun oldu ki, bir adım yana kaydığında hâlâ ağzı kulaklarındaydı. İki kızın arasında duran ortası delik, kenarları aşınmış silgi, ekşi elma kokuyordu. Ele avuca sığmıyordu yaramaz oğulları ama cin gibiydiler. Sınıf birincisi kızın yüzü kızardı, alı al moru mor, ne diyeceğini bilemeden belli belirsiz bir şeyler mırıldandı. Yanındaki bile anlamadı ne dediğini. Arka sıralara “Susun!” diye bağıran hocayı izledi beriki. Öğrencilere göre zorunlu, hocaya göre olağan saygının verdiği özgüvenle kıza döndü. Sıra ona gelmişti demek. Alacağı yeni bir teşekkür sıkıntısıyla başını omuzlarının arasına gömdü, oturduğu sıranın kenarlarını sıkıca kavradı. Bir mucize olsa da şu malum konuyu açılmadan savuşturabilseydi keşke.

“Daha çok küçükler,” dedi hoca, “ilkokuldalar, ne yazık ki sen olamazsın ama oğullarıma alabileceğim kız kardeşlerin var mı?” diye sordu. Bu da ne demek oluyordu şimdi? Sağ gösterirken sol vurmuştu hoca. Kız, bal rengi gözlerine kadar kızardı. Bu sefer kızgınlıkla utanç arası felaket bir duyguyla sustu. Üst dudağı seğiriyor, kulakları çınlıyordu. Başparmağını kırık kalemin ucuna bastırdı, parmağına küçük, şekilsiz bir damga gibi kan oturdu.

Soluklanacak yer arayan beyaz gagalı bir ekin kargası kondu pencereye. Birkaç kez tökezledi, pençeleri içe kıvrık, çaresizce kanat çırptı, bir türlü tutturamadı taraçayı. İki kara tüy süzüldü havada. Okaliptus ağaçlarına doğru uçtu ama hiçbirine konmadı. “Ben de olsam kırlara giderdim,” diye geçirdi kız içinden. Etrafı dinliyor, kimse gıkını çıkarmıyordu. Madem kol kırıldı, içinde kalsaydı bari, aklından geçen buydu. Erkeklerden çok kızların duymuş olmasından, onların kıkırdayarak aralarında fısıldaşmalarından korktu. Teneffüse çıkmayacak. Karnını tutarak öne doğru eğilecek, iki büklüm olacaktı. “Çok ağrıyor,” der, adet sancısı çektiğine inandırırdı onları. “Allah’ım nerede kaldı şu zil!!”

Güneş bir tutam bulutla saklambaç oynuyor, ekin kargası sarı papatyalarla dolu çayırlara uçuyordu. Ne uzun yol yorgunu kırlangıçlara selam verdi, ne de serçelerle çene çaldı ayak üstü. Beyaz badanalı, küçük bir evin bahçesine, mermer kuş havuzuna kondu. Karganın sesine uyandı otacı kadın, İçi geçmiş azıcık. Altına aldığı ayakları uyuşmuş, ağır ağır kalktı yerinden, önüne serili koyun postunun etrafında terliklerini arandı, dökme demir sobanın üstünde kaynayan bakır kazana bir tutam biberiye attı, bir tutam da kedi otu. Döndü, arandı yine, içinde baş veren bildik bir sıkıntı, kenevir ipiyle bağlı bir tomar anahtar çıkardı cebinden, sıcacıktı anahtarlar, avuçlarının arasında sıktı onları, tahta sandığı açar açmaz dibini eşeledi telaşla, zaman daralıyordu, iki dal sakız ağacını, iki dal reçine sapını bakır mangalın üstüne yerleştirdi.

Büyük annesinin anlattığı kadim zamanlardan kalma Pagan hikâyelerinde olduğu gibi belli belirsiz bir is kokusu geldi kızın burnuna, sanki sobada tutuşmuş dallardan uzun, ince bir duman yükseliyordu sınıfta. Hiç nedensiz yüreği hafifledi, genişledi sanki. Aniden bütün sınıf en arkada oturan kıvırcık Necmiye’ye döndü. O davudi sesiyle, “Hocam, bende üç tane var,” dedi. İri cüssesini meydan okur gibi tek başına oturduğu boş sırasından öne doğru uzatarak, “Sıkıysa gelin alın! Üçü de birbirinden cadı!” diye ekledi hemen ardından.

Müdür yardımcısı, kapının hemen girişinde bekleyen öğrenciye, hazırladığı büyük, sarı zarfı uzattığı sırada ders zili çaldı. Necmiye mezuniyetine bir ay kala aldığı bu diplomayı cezaevi müdürüne teslim eder etmez staja başlayacak ve yengesi gibi gardiyan olacaktı. Öğretmen ve öğrenci el sıkıştılar. Biri “hayırlı olsun,” dedi, diğeri teşekkür etti. Necmiye’nin son kez yürüdüğü koridor toz kokuyordu. Hiç acele etmeden ağırdan aldı, yerde bulduğu bir silgiyi bahçeye bakan pencerelerden birinin önüne bıraktı, janjanlı, yanar dönerli bir kraker ambalajını çöpe attı. Kapılar içeri aldıkları uğultunun üstüne tek tek kapandı. Sınıfının önünden geçerken o tarafa baktığını ve adımlarının daha da yavaşladığını kimse görmedi. O sabah kapı nöbetçisi birinci sınıflardan zayıf bir oğlandı. Necmiye ona kapıyı açması için yardım etti, oğlan utandı, yüzü kızardı, “Geçmiş olsun abla,” dedi ardından. Yoldan geçen yaşlı bir çift, Necmiye’nin ardından büyük bir gürültüyle kapanan okulun ağır demir kapısına baktı ve bu saatte okuldan çıkan öğrenci için üzüldüler, sakın hasta olmasındı.

Yelda Ugan Saltoğlu