Öykü

Arkadaş

Sokak, dünyanın sonundaki çaya varmadan tavanı kalın, demir kancalı ıslak kalaslarla destekli, zemini sürülmemiş toprakla kaplı eski değirmenden almış adını.

Postacının bıraktığı zarflara adı yazılı Değirmen Sokak.

Baş harfleri büyük.

Okula başladığı sene kuzenlerden gelen ve maaile yeni yılını kutlayan posta kartlarına imrenmiş, heves edip o da yazmış.

İğne yapraklı çam ağaçları, ürkek bakışlı geyikler, sevimli ceylanlar rengarenk pul, yaldızlı sim olmuş da eline yüzüne bulaşmış, epey uğraşmış ama yorulduğuna da değmiş doğrusu.

Ne hâlâ kızı kalmış, ne dayı oğlu, ne de amca, dedeler zamansız göçüp gitmiş, büyükanneler gavur icadı saymış gelen yeni yılı kutlamayı.

Sıra zarflara gelince, durdu kız, kısacık düşündü.

En gizlide sakladığı define sandığına davrandı, turkuaz üstüne mor-turuncu, mine desenli teneke kutusuna.

Kurutulmuş papatyaların, ipe dizili portakal çiçeklerin, kullanmaya kıyamadığı tavşan başlı silginin, kaçamak gözlerle ona bakan gelinle damadın aile albümünden yürüttüğü tek düğün fotoğraflarının arasından, sol üst köşelerindeki pulları damgalı beyaz zarfları çıkardı.

Onları, yani kartları zarflarıyla beraber sakladığı için kendisiyle gurur duydu.

Ve az evvel en güzel yazısıyla inci gibi harfleri yan yana dizdiği kartların bulunduğu zarfların üstüne, Değirmen Sokaklı adresi yazdı.

Kendi ev adresini.

* * *

Yanı başında fısıldayarak akan derenin narenciye bahçelerine gidişini anlıyordu da suyun ta aşağıdaki çaydan buralara kadar gelişini anlamıyordu.

Göğüsledikleri buğdayı una çeviren birer tonluk iki ağır değirmen taşını çeviren suyun da çaydan nasıl geldiğini.

Bildiği fizik kurallarına aykırıydı.

Ne biliyordu ki?

Daha sekiz yıllık hayatcağızının ilk yazıydı bu sokakta geçen.

Bahçeler yukarıda yokuş başındaydı, değirmen aşağıda çayın yamacında.

Annesi köprünün öbür başı kadar uzak akrabaların davetine icabet eder, yürüdükçe göğsündeki ağırlık hafiflerdi.

Omuzlarını saran beyaz dantel şalı, saat sarkacı gibi bir sağa bir sola hevesle raks ederken

kız geride kalır, sarkaç duruncaya kadar korkuluklara abanır, akan çaya karışırdı yarı hülyalı.

Bahar yağmurlarıyla köprü gözünden deli divaneye dönen su yazın incelir, cılız, hastalıklı bir oğlana benzerdi.

Yaz geldi.

Saçlarından ayrı düşmüş bir toka gibi hem sokak hem de onun tek elma ağacı sustu.

Tam köşeden, eğilip meyvelerini cömertçe ikram etse de ağacın kökü bel hizasından başlayan dikenli tellerin ardındaydı.

Onları dalından koparmak yasak.

Dökülenlerle yetinmek zorunda.

Ademle Havva olmadan cennet olmaz.

Yazın sonunu bekle! Ademlerin ve Havvaların ovaya inmelerini.

Öteden beri Toros dağlarıyla yukarı ova arasında göç telaşına tutulur, yaz başında gider, Eylül’de gerisin geri dönerler nasılsa.

Kaderleri bu.

Anne migrenini beşikte tıngır mıngır sallarken, komşu kadınlar, bir sır verir gibi “saçına kına” yak dediler.

Yılda iki kere, baharlardan sonra!

“Gece boyunca gazete kağıdına sararsın” dediler.

Uzun kanaviçe yastık kirlenmedi, zira kadınların tembihlediği gibi sabah alnına ve yanaklarına bulaşmış kızıl lekelerle uyanıncaya kadar naylon bir poşet geçirdi kınasına.

Ormanda bir başına yaşayan tekinsiz ucubeler destanın kayıp satırlarını aradı.

Çocukların ödünü koparan.

Sabahla öğle arasını içine düştüğü sayfaların arasında geçirdi.

Kadın öğlene doğru yıkadığı saçlarını güneşte kuruturken kara büyü bozuldu, saçları kızıl bir alev gibi omuzlarından sarktı.

Komşu kadın, kınaya biraz da havanda ezilmiş ceviz yaprağı salık verdi vereli, arka bahçeye gider elmaları göz ucuyla süzerek, yanı başındaki ceviz ağacından annesi için 7-8 dal yaprak isterdi.

Evde biten her şey için çocukların komşuya yollandığı günlerdi.

Bazen bir yumurta, bazen de sütü mayalamak için bir kase yoğurt, yarım bardak toz şeker, ağrı kesici hatta dikiş iğnesi.

Çocuklar mahalleye yeni taşınan memur çocuklarıyla öğretilmiş mesafeyi korur, eşikten bile geçmeye yeltenmezlerdi, alimallah evden tembihliydiler, bir öncekilerden de idmanlı.

Kavak ağaçlarının beri tarafında durur, bir şey istedikleri ya da iki kardeşi oyuna çağırdıkları zaman bile suyun öte tarafından seslenirlerdi.

Uzun yaz günlerinde gökyüzüne doğru uzanan kavak ağaçlarının sesini dinledi kız.

Rüzgârın dokunduğu yapraklar belli belirsiz kımıldamaya başlar başlamaz dışarı çıkma vakti gelir, ağaçların altına oturur annesinin elindeki bakır tepsiyi dünyayı taşıyan Atlas gibi yüklenir, patiska bezinden torbalara kışlık erzak olmadan önce, onları kelebek ölülerinden ya da kendini bilmez minik taşlardan ayıklardı.

Baklagillerin yaşadığı yalancıktan bir dünyaydı bu.

Nohuttan, fasulyeden arkadaşlar…

Çatlaması eli kulağında bir tomurcuk baharı muştular muştulamaz portakal çiçekleri açar, mahlukatın içini genişleten ılık bir koku yayılırdı.

Çabucak geldi yaz, yerini sıcak, terli bir sıkıntıya bıraktı.

İşte şimdi sadece onlar kaldı, kapağı açık kalmış bir fırın gibi üflüyordu hava.

Fırında ilk yaz, ilk imtihan.

Gözden kayboluncaya kadar arkalarından baktı, birinin elinde yarım kova yoğurt, diğer ikisinin kucaklarını dolduran çarşı ekmekleri.

Babasına sordu.

Tütün rengi büyük taş evin tek odasında yaşarlarmış.

Çoluk çocuk sıkış tepiş.

Bağa bahçeye göz kulak olurlar da kurda kuşa yem etmezlermiş sahibin emanetini.

Uzaktan, çok uzak diyarlardan gelirler, dil diş bilmezlermiş sözüm ona.

Halbuki evvel söz vardı.

Sessizlik sinirine dokunur, öğle saatlerinde Ağustos böcekleri o sevimsiz nakaratlarına başlar başlamaz huzursuz olurdu.

En ufak bir hışırtıda dahi aniden sıçrar, ürperirdi.

Sırtını kavak ağaçlarından birine dayar, karnına çektiği dizlerine tepsiyi yerleştirirdi.

Mercimeği ötekilerden ya da pirinci berikilerden ayırmadan önce.

Kah Tom Sawyer olur hayalindeki arkadaşına çitleri boyatır, kah bir su perisi olur ablalarıyla bütün gün rengarenk balıkların arasında neşeyle yüzerdi.

Meraklı karıncalar ayaklarına, oradan da dizine kadar çıkar, sonrasına izin vermez elinin tersiyle bildirirdi hadlerini, Güliver’i yani onu ele geçirmeye çalışan Lilliputlar’a.

Kavakların şaşmaz çağrısıyla avluya çıkan merdivenleri eteğini savurarak atlaya zıplaya indi.

Beton zemin hâlâ sıcaktı ve çıplak ayakları onları ateşe tutmuşcasına yandı.

Her zamanki yerine ağaçların altına oturdu.

Kitabın en heyecanlı yerindeydi, son 7-8 sayfa kalmıştı, bitmeden hiçbir şey ayıklayamazdı.

Cır cır böcekleri moladayken kuru, ince bir dal kırıldı sessiz kuyuda.

Çıt çıkmadı.

Annesi mutfaktaydı, unla suyu buluşturmadan az evvel paşa oğlunu kümese göndermiş allayıp pullamıştı, aslandı o, akıllıydı, var mıydı ondan daha güzeli bu dünyada?

Korkusunu güçlükle bastırdı.

İzleniyor gibi geldi ona, tuhaf bir hisle ürperdi, bir tutam saçı kuru rüzgârda dağıldı, gözlerinin önüne bir perde gibi indi de kımıldamaya cesaret edemedi.

Uçurumların dibinde parlayan deniz gibi iki kara zeytin tanesiyle göz göze geldi.

Hiç deniz görmemişti hayatında, elindeki kitapta Akdeniz için böyle yazıyordu.

Çatlamış kuru toprak çayın suları daha bahçelere varmadan onu içine çekti, su inceldi, geveze yapraklar susmak bilmedi.

O günden sonra sektirmedi, her gün aynı saatte geldi.

Ateşe yaklaşan yabani bir hayvan gibi, ürkek adımlarla yavaşça sokulur, sınırı ihlal etmeden, bir adımlık derenin öbür tarafından ilahi bir sırrı ifşa eder gibi boşluğa bakardı.

Ancak fanilerin eremeyeceği bir sırra.

İlk zamanlar onu öyle aniden karşısında görmekten ödü kopuyor, yaklaşan hastalıklı bir sokak köpeğini kovar gibi evine gitmesini söylüyordu.

5-6 yaşlarında cılız, sümüklü bir oğlandı.

Kara kafalı, kıvırcık saçlı, yassı burunlu.

Eski, çişli bir don olurdu ayağında, çoğu zaman o da olmaz, yara bere içindeki bacaklarının arasında bir bamya gibi sallanan çüküyle dikiliverirdi.

Ta ki babaları talimsiz bir karganın ötüşü gibi yapmacık bir şefkatle adını çağırıncaya kadar.

Zamanla oğlanın ziyaretlerine alıştı.

Biraz gecikse merak eder geldiğinde cevabını alamadığı sorular sorardı.

Oğlan belli belirsiz gülümser, ağzından birkaç söz olsun çıkmazdı.

Annesinin yaptığı çöreklerden, hatta babasının ay başında getirdiği içi marşmelov kaplı, bitmesin diye üstündeki ince çikolatasını yalayarak yedikleri bisküvilerden verdi ona.

Hareket devindi, kendi zamanına haber etti, sonsuz gibi gelen yaz nihayet bitti.

Kavak ağaçları daha erken ve daha uzun salınır oldu.

Güneş ısrar etmiyor, hükmü yavaş yavaş geçiyordu.

Oğlan yine aynı saatte geldi.

Kucağına sığmayan paketi çıplak ayaklarının dibine, ısırgan otlarının arasına bıraktı ve sanki peşinde avcının kovaladığı bir tavşan gibi koşarak uzaklaştı.

Dere kenarından başı bozuk iki damla düştü de gazete kağıdına sarılı paket aralandı.

Isırgan otları ayak bileklerinden yakalıyor, yara oluncaya kadar kaşıması için küçücük bir dokunuşları yetiyordu.

Bereket ki adam otları teyakkuza geçmiş sahra çadırında ağrı dindirmeye yeminli bekleşiyordu.

Etrafa baktı, uzun bir sopa arandı ama bulamadı.

Avluda oynayan kardeşine mutfaktan oklavayı getirmesini buyurdu, omuzlarını silkti çocuk.

Zorladı, tehditler savurdu, sonra teneke kutuda sakladığı iki cam bilyeyle kandırdı onu.

İstediği zaman oynayabilirdi.

Uçları içe kıvrılmış sayfalar, yer yer inceldiği yerden kırılmış kitabın solgun kapağı taşa oyulu anlamsız şekillerle doluydu.

Kardeşin heceleyerek, ablanın bir çırpıda okuduğu kitap, ölümsüzlüğü arayan Sümer’li bir kralla ilgiliydi.

Daha önce adını hiç duymadığı kral Gılgameş ve arkadaşı.

Ertesi gün daha kavaklar çağırmadan kitap okuma bahanesiyle dışarı çıktı, arka bahçeyi kümesten ayıran çitlere doğru yürüyerek yerden iri bir taş aldı ve duvar dibine özenle yerleştirdiği yeni kitabın üzerine taşı bir kâğıt ağırlığı gibi ortaladı.

Bu sefer yasağı delmek için kimsenin ovaya göç etmesini bekleyemezdi.

Yaşam olağan telaşıyla başlarken aşınmış toprak çukurdan, annesine “neden oraya giremem?” diye sorduğunda, “orası dünyanın sonu da ondan”, dediği bahçeye, en dar en karanlık yoldan dünyanın sonuna güç bela vardı.

Yarı beline kadar kireç aşılı ağaçların arasından, onları sulayan küçük derelerin üstünden atlayarak koştu.

Kalbi deli gibi çarpıyordu.

Özgürlükten ve arzudan oluşan bir gezginin mutluluğuna bürünmüştü ki önünden sürünerek hızla bir şey geçti.

Boğuk bir çığlık attı, kimsenin, hatta kendisinin bile duymadığı.

Küçük kara bir yılandı bu.

Ter içinde kaldı, evet, kesinlikle bir yılandı.

Kurbağa olsa sıçrardı.

Kertenkele olsa, ne bileyim, bilirdi işte.

Koşmaya başladı.

Sonu gelmeyecekti ki aniden bitti.

Sararmış otların üstünde oturup biraz soluklandı.

Sonbaharda ekilmeyi bekleyen tarlanın ortasında, iki katlı taş evden gelen belli belirsiz çocuk ağlamalarını öfkeli bir erkek sesi bastırdı.

Korkusu merakına yenik düştü, daha iyi duyabilmek için oturduğu yerden iyice öne doğru eğildi.

Sesler çok yakın, ev çok uzaktı.

Üzerinde tepeleme kuruyemiş bulunan dört tekerlekli seyyar arabayı bayır aşağı sürmeden önce adam başını omuzunun üstünden çevirerek içerdeki çocuklara son bir kez baktı.

Onca destan yazıyla mı yazılmıştı? Velakin evvel söz vardı.

Döndüğünde ya o kitap bulunurdu ya da çocukları, kendi çocuklarını külah yapardı.

Gerçekten böyle mi söylemişti?

Arkadakilerin çıtı çıkmadı.

“Leblebiiiiiii, çekirdeeeeek, kavrulmış fıstııık…eğlencelik bunlar” nameli bir tüccar ağzıyla adam ses tellerini her makamdan akord ede dursun, beriki bir uçtan bir uca kat ettiği evin yolunu tuttu.

Dönüş yolu göz açıp kapayıncaya kadar geçer, eve gelenle çıkan bir olmazdı.

* * *

Tozlu kapılar gıcırdayarak bir bir açılmaya başladı.

Boy atmış, gürbüz yanaklarından kan damlayan akranları ovaya iner inmez geçmek bilmeyen yazı ve onu hatırlatan her şeyi bile isteye unuttu.

Değirmen sokak tekrar çocuk sesleriyle doldu. Herkes pür telaş sokaktaydı. Oğlanlar itişip kakışırken kızlar turuncular ve sarılar arasında değirmene kadar bir aşağı bir yukarı kol kola gidip geliyor, erkekler sigaralarını tüttürürken yaklaşan kışa hazırlanıyor, bodrum katlarında ne kadar ıvır zıvır varsa elden geçiriyor, kadınlar onca işlerinin güçlerinin arasında kocalarına da yetişiyor komşuya geçmek için fırsat kolluyorlardı.

İki kardeş de mal bulmuş mağribi gibi akşama kadar dışarda oyunlar oynuyor, eve girmek bilmiyorlardı.

Kara gözlü oğlan yine aynı saatte yine aynı yere geldiyse de onu fark eden olmadı, olan da ses çıkarmadı.

Tanrı’nın yıkayıp ellerini bir parça çamurla yarattığı Kralın arkadaşı Enkidu gibi oğlan yitip gitti ve bir daha görünmedi.

“Birdenbire hiçbir şey kalmaz geriye
akarsuya karışan susineklerinden, güneşi gören yüzlerden!”*


*: Gılgamış Destanı, çev. Orhan Suda, Yapı Kredi Yayınları

Yelda Ugan Saltoğlu