Öykü

Diken Yapraklarıyla Haymeler Kuralım

Kapıyı açarken eli hâlâ belimdeydi. Böyle küs gibi gitmek istemedim, zira küsmek de sevdaya dairdi. Güya son anda hatırlamış gibi döndüm. Belimi tutan eli havada kaldı. Güvensiz, niyetli ama kırılgan bir el. “Yedek bezler yeşil çantada, burun damlası da fermuarlı gözde, uyumadan önce iki damla, sakın unutma.” Gözleri benimkileri aradıysa da bulamadı. Huyum kurusun, hani sevdaya dair olanlar? En sevecen sesiyle bütün talimatlarımı onayladı. Merak etmeyecek, iyi vakit geçirecekmişim. “Kızlara selam söyle,” dedi. O zamanlar yalnızlığın verdiği böylesine bir zihin açıklığına sahip değildim. Hiç oralı olmadım, cevap bile vermedim. Nereye gideceğimi söylememiştim ki.

Kırmızı damperli otoban müdavimleri, ağır gövdelerini üstümüze silkeleyen koca kamyonlar, tehditkâr homurtular savurarak geçip gidiyorlar.

Arabanın silecekleri beni hipnotize eden bir metronom gibi çalışıyor, kaba, gürültülü, uyumsuz. Sanayi tipi dev bir metronom. Sanki buzlu bir camın ardından bakıyor, yirmi metre ötesini dahi göremiyoruz. Dörtlüler kalp atışı gibi sinir bozucu bir ritimde yanıp sönüyor.

Yanımda oturan, direksiyona hâkim olmaya çalışan sana ve herkese bugün burada olmamı ve evden çıkmamı tetikleyen nedeni inkâr ediyorum, özellikle de kendime, öyle değilmiş gibi yapıyorum.

“Sevgilim!” arka arkaya tekrar ediyorum, ne kadar zorlasam da adı ağzıma sığmıyor. Ne adı ne de tadı, paslı bir çivi gibi. Sanki aradığın eksik parça, ya da gerçek oradaymış gibi ellerin ceplerinde olduğu halde ayakkabının burnuyla toprağı eşeliyorsun.

Okulu kırmış çocuklar gibiyiz. Uzaklaştıkça endişeleniyor ama her şey yolundaymış gibi yapıyoruz, iyiymişiz gibi. Olmak istediğimiz yerdeymişiz, olmamız gereken yer burasıymış gibi. Madem o gün bugündü öyleyse yarına kalamazdı.

Sana elimi uzatmış, sol elimle de güneş gözlüğümü çıkarmıştım, seni daha iyi görebilmek için mi yoksa nezaketen mi yapmıştım? Kim bilir? Mayıs sonlarıydı, yazın habercisi pırıl pırıl bir gün. Pembe bir bulutun içinden geçiyordum, İçimde, derinlerde bir yerde gizlenen bu yaşlı dünya kadar eski kuşkularım, gün yüzüne çıkmadan önce katlanmamı sağlıyordu, dayanmamı.

Memnun olmuştuk. Atölyede sadece sen ve ben yetişkin sayılırdık, diğerleri hâlâ üzerlerinde öğrenci iyimserliği taşıyan üniversitelilerdi. Tepkileri fazla abartılı, isyanları biraz sahte, hayalleri tutarsız olsa da bir yerden tanıdık geliyordu ve içten içe alenen kıskanıyorduk onları; daha bizim kadar uzun menzilli, çığırtkan bir sessizlikle kuşatılmamış olmalarına, aymazlıklarına katlanamıyorduk.

Kuvvetli, soğuk bir rüzgâr esti. Tabelalar değişmiş, otobana çıkamıyoruz. Eski kentin dar sokakları bizi içeri almıyor. Pencere macunları kurumuş, çatı kasaları bükülmüş ahşap, bakımsız evler küskün. Sanki cahil cesaretimizle bir safariye çıkmışız da tek kurtarıcımız olan lütuf yasasına sıkı sıkı sarılmışız. Kendi meselelerimize bizi daha çok yaklaştıran “girilmez” tabelalarını birer bariyer gibi, etraflarında dönerek nihayet atlattık. Şehir artık belli belirsiz bir siluet olarak epey geride kaldı. Yer yer portakal bahçelerini gölgeleyen küçük bulutlar kaşla göz arasında büyüdü, karardı ve şaşırtıcı bir hızla yayıldı. Bütün gökyüzü bizden önce varacağımız yöne koşar adım hareket eden başıboş bir karanlığa kesildi. Uzaklardaki tarlaların üzerine şimşekler iniyor, zamansız gelen parlak ışık gözlerimizi alıyordu. Mikail bize mi kızmıştı, yukarda tanrılar meclisi ikiye ayrılmış, kavga mı ediyorlardı. Yoksa Daphne kehanetinden mi kaçıyordu? Omuzlarımı kasmaktan oturduğum yerde büzüldüm. Elimden gelse koltukta bir kedi gibi kıvrılır, başımı kucağıma gömer, der top olur, küçülürdüm. Vücudumu çapraz saran kemer bana, ben de ona sımsıkı tutundum. Nahoş bir tat vardı ağızımda ama söylemedim, “güzelmiş” dedim, “çok güzelmiş.” Hatta çaldığım zamana bir tutam tuz attım, kucağımda duran köpük tabaktaki limonlardan birini sana uzattım, sen de bana avuçlarını. Gülüştük. Bu iyi geldi bize, rahatladık. Fakat bir türlü o aradığım şeyi, yaz boyu atölyeden çıktığımız akşam üstlerini, evlerimize gitmeden hemen önce az daha uzamasını istediğimiz o dakikaların tadını bulamıyordum. Bir aradayken aklımdan geçeni ilk kez içimde tuttum. Orada, içimde hiç hoş olmayan bulanık bir duygu vardı, yüreğim avazı çıktığı kadar bağıran gerçeği biliyordu. Ne büyülü düşünceler ne şiirsel hayaller kar etmiyordu artık. Doğru gelmeyen bir şeyler vardı, hatta çok yanlış gelen bir şeyler ama ne olduğunu bilmiyordum. “Hayır doymadım; biraz daha olsa onu da yerim,” böyle söyledim.

Safari devam ediyor, ejderhanın kırmızı bir halı gibi uzattığı dilinden kolaylıkla ilerliyorduk. “Korkuyor musun?” diye sordu. Çok düşünceli görünüyordun, yüz kasların gerilmiş, sanki içinde benim olmadığım, bana ait olmayan bir dünyada oradan oraya koşturuyordun, kim bilir belki küçük kızı keman dersine, büyüğü dershaneye bırakıyordun. Belki maaile gidilen bilmem kaçıncı geleneksel piknik bu hafta sonuydu ve düşündükçe canın sıkılıyordu. “Hayır,” dedin, “Ya sen?” Cevap vermek yerine öne savrulup, torpidoya olanca gücümle bastırdım ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Sesim hiç de bağırıyormuş gibi çıkmadı. Dik bir rampadan saatte yüz, hayır hayır iki yüz kilometre hızla ilerliyorduk, o kadar karanlık ve dar bir geçitten dönerek iniyorduk ki, arabanın farları çarptığı duvarlardan tekrar bize dönüyor, gözlerimiz kamaşıyor, birkaç saniye hiçbir şey göremiyorduk. “Kontrolümü kaybettim,” diyordun, “direksiyona hâkim olamıyorum…” Sonuna kadar basıyordun frene ama ne gezer. Uçurumdan denize atılan bir taş gibi düştük suyun içine.

Göz kapaklarıma inen birkaç iri damlayla kendime geldim. Yukardan belli belirsiz bir ışık nemli duvarlardan sızan sulara yansıyor, birkaç saniyeliğine mağarayı aydınlatıyordu. Şey gibi, sanki deniz fenerinden gelen, kendi etrafında dönen bir işaret ışığı gibi. Kıpırdanmaya başladın, başını duvara çarpmış, alnından şakalarına ince bir yol gibi kan sızıyor. Elini elimde dinlendirdim. Çıkıntı yapmış kayaya zorlukla çektim kendimi, Nemli kaygan duvara sırtımı verdim. Senden de aynını yapmanı bekledim. Yaratığın da bizden beklediği buymuş gibi, ikinci level butonuna bilmeden basmışız gibi ejderhanın başı iki yana adeta bir yol gibi bölünerek açıldı, alt çeneye oturmana yardım ettim, sümüksü dişlere tutunarak üst çeneye geçtim. Midem kalkıyor, ağzıma kadar gelenleri güç bela geri gönderiyordum. Uzun, kırmızı dil ortadan ikiye ayrıldı, biri benim, diğeri senin için birer lal kürek oldular. Bir türlü ritim tutturamıyorduk, kendi etrafımızda dönüyor, yalpalayarak gerisin geri gidiyorduk. Kafa yana savruldu ve bir an dengemi kaybettim. Çaresiz ıslak, kaygan bir taşa tutunmaya çalıştım, içim bulandı yine. Bu sefer ağzıma kadar gelenler söz dinlemedi, dudaklarımın kenarından sarı, safran rengi bir sızıntı ağız kenarımdan çeneme doğru yola koyuldu. Birkaç dakika daha böyle debelendikten sonra nihayet yolumuzu bulduk, dilin yarısı suya dalarken diğer yarısı çıkıyordu, her dönemeçte sinek sürüsü gibi binlerce yarasa kanat çırpıyor, kırmızı gözlerinden, tehditkâr ağızlarından ateş fışkırıyor, bir sonraki köşeye, yerini diğerlerine bırakıncaya kadar tüyler ürperten çığlıklar atıyorlardı.

Taş ocağını, kızıl kayaları, eski yol üzerinde küçük bir çam ormanının içinden yükselen tepedeki kaleyi seçebiliyorduk artık. Rüzgâr, emrine amade bulutları bir araya topladı, pamuk gibi bembeyaz olanları biraz oraya biraz buraya bir çocuk pijaması süsler gibi gelişigüzel serpiştirdi. Önümüzde mavi bir halı gibi açıldı gökyüzü. Derin bir nefes aldım, taze toprak kokusunu çektim içime, sobanın üstünde çıtırdayan portakal kabuklarının kokusunu duydum. Birbirimize, ufukta bir bitiş çizgisi gibi uzanan kavisli gökkuşağını gösterdik.

“Küçükken” dedim, “gökkuşağının altından geçersen erkek olursun derlerdi de ödüm kopardı, vişne çürüğü eteğimi, prenses yakalı elbisemi düşünürdüm. Sanki en önemli şeyler de onlarmış gibi.”

“Bir de öyle deneyelim mi?” dedin gülerek, gülünce gözlerin iki çizgi gibi kalırdı. Samimiydin, hayranlıkla bakışın alçakgönüllülüğünle dirsek temasındaydı. Ya da bana öyle geliyordu. İkimiz de aynı şeyi düşündük ama kimse bir şey söylemedi, sadece gökyüzüne baktık. Yine de birinin söylemesi gerekiyordu ve “Dönelim” dedim, bu sefer içimden geldiği gibi, eve gitmek istiyordum. Sinyal verdin sevgilim ve biz yolun karşı tarafına geçtik.

Buradan denizi görebiliyorum, oturduğum yerden. Bir nehir gibi hareketli. Öğleden önce koyun sonuna kadar yürüdüm. Parlak, cömert bir kış güneşi yarenlik etti bana. Bilgisayarın şarjı bitince çizgili defterimi alıp masaya geçtim. Buradan da dağları görüyorum, yarımadayı ortadan ikiye bölen dağın tepesini, az önce bacaklarıma yaslanmış uyuklayan kediyi. Burada uzun süre mutsuz olamazsın, müsaade etmez, havası gibi, bakarsın bulutlar toplanmış kapkara, sığırcıklar oval daireler çiziyorlar kıyıda, ayine çıkmışlar, yağmur topluyorlar. En fazla on dakika ince ince yağan yağmuru. Davetine direnemez çıkarsın dışarı, biraz denize yağar, biraz toprağa, begonvillere, mimozalara, kaktüslere, zeytinlere, sakız ağaçlarına. Okaliptüs ağaçları uzun boylarıyla ilk onlar yakalar damlaları, süzüle süzüle iner çakıl taşlarına, denize akarlar yine. Hiçbir şey gibi yağmur da uzun sürmez, bulutlar aralanır, yüzünü gökyüzüne döner deniz, o ne derse o olur, mavi, buz mavi, deli mavi, laci ya da bir tutam güneş, salınır enginlerine gümüşi olur.

Sabret diyorlardı bana, biraz sinirli olduğunu filan söylüyorlar. Babası da böyleymiş, çabuk parlarmış ama saman alevi gibiymiş öfkesi hemen geçermiş. Ben düzgün bir kadınmışım, o deliymiş biraz. Ne yapsa yeriymiş? Suyuna gitmeli, idare etmeliymişim. Hem büyüklük de bende kalırmış.

Bir kedi minik dil darbeleriyle su içiyor; ıslak, pürüzlü dili zımpara gibi. Hakkında pek bir şey bilmediğim arayışlara çıkıyorum.

Sakin, serin bir yeşile kesiyor etraf. Diken yapraklarından haymeler* kuruyorum. İçim içime sığmıyor, sırtımı denize yaslamak istiyorum, avuç içlerimle toprağı kavramak, ayaklarım kum, gözlerim cennetle buluşuyor. Çok; daha çok, biraz daha çok istiyor, günlerdir, aylardır aç gibi, kana kana içime çekiyorum. Bildiğim hiçbir yerdeyim, evde…


*Hayme: çadır

Yelda Ugan Saltoğlu